Paylaş
Kürt açılımından “ıslak imza”ya, günün, saatin, saniyenin hassasiyeti göz çıkartıyor.
Oysa büyük Fransız düşünür otoriter rejim derken tabii ki Türkiye’yi çağrıştırmamıştı.
Başta kendi ülkesi, 18. ve 19. yüzyıl Avrupa’sının mutlakiyetçi krallıkları kastetmişti.
Olsun! Siyaset felsefesi ve pratiği açısından daha geniş bir genellemeye gidebiliriz.
Çünkü Türkiye Cumhuriyeti de daha ilk andan itibaren otoriter bir temelde kuruldu.
Fakat bugün bunu eleştirmek ve ah vah çekmek, şımarıklığın daniskası olur.
Şartların, zamanın ve mekânın dayatmasından dolayı tersi düşünülemezdi ve nokta!
* * *
İŞTE, yukarıdaki Cumhuriyet süreç içinde kısmen yumuşasa dahi, “paradigma” dediğimiz genel değerler bütününü bugüne dek empoze etti. İdeolojisini de idame ettirdi.
Ancak doğru, başlangıçta otoriterken, söz konusu değerlerin temsilcisi olan statüko hem tedricen, hem mecburen, bunun bir alt düzeyini oluşturan “otoritarist” çizgiye çekildi.
Teşbihte hata olmaz, Tocqueville dönemiyle kıyaslarsak, nasıl parlamento Prusya’da da benimsenmiş ama İngiliz tipi meşrutiyetin aksine son söz hep kayzerin ve militarist elitin olmuştu, çoğulculuğa rağmen Türkiye’de de o son sözü daima o “otoritarist” statüko söyledi.
* * *
SÖYLEDİ ama artık söylemeye takati kalmadı. Daha doğrusu, kellim kellim lâ yenfâ, bildiğini okumakta ısrar eden bir kesim hala var ve hep aynı nakaratı tekrarlıyor.
Lâkin eskisi gibi söz geçiremiyor. Sopa gösterse bile, höt deyince susta durduramıyor.
Zira yukarıdaki nispeten “elâstiki” (!) “otoritarizm” dahi çoktan miadını doldurdu.
Şundan ki, tıpkı 1923’deki gibi şartlar, zaman ve mekân yine kesin bir dayatma yapıyor ama, bunlar seksen altı yıl öncekilerle çok büyük ölçüde çelişiyor. Hatta zıtlaşıyor.
Dolayısıyla reform, yani ihtilâlci olmayan bir evrim kaçınılmazlık kazanıyor.
De Tocqueville’nin “kritik an” dediği viraj dönülüyor ki, işte halen tam buradayız.
* * *
BURADA önce şu saptamayı yapalım: TSK dâhil zaten hanidir ricat halinde olan o “otoritarist” güçler artık kendi başlarına ciddi bir tehlike oluşturmuyorlar.
Ülkemizde bundan böyle darbe olmaz ve olamaz. Yeltenen tükürükle boğulur.
Fakat yukarıdaki “paradigma” yalnız kurumsal statükoyla sınırlı değildir.
Onun bir de ideolojik boyutu vardır ve bu ideolojisini geniş kitlere nakşedebilmiştir.
Bununla laiklik anlayışından ziyade “esas konu” olan Kürt sorununu kastediyorum.
* * *
ÖYLE, çünkü yukarıdaki ideoloji modern ulus-devleti yaratırken “millet” tarifini etno - sosyolojik temelde yaptı. Bunu da o kitlelere “kesin doğru” olarak benimsetmeyi başardı.
Oysa her türlü reform ister istemez yeni bir tarif gerektireceğinden; başka bir deyişle “doğru”yu sorgulayacağından; yani tabuları yıkacağından, bütün tabu yıkılışlarında olduğu gibi buradaki tepkisellik, girdiğimiz dönemeçteki en “kritik nokta”yı oluşturacaktır.
Zaten de, pili bitmiş kurumsal statükonun güç toplayabileceği yegâne alan burasıdır.
Nitekim, dün “ordu göreve” ve “Kürt bakkala gitme” diye bağıranların bugün yine aynı Kürtleri kastederek “hepsini asacağız” pankartı taşıması bir tesadüf değildir.
Dolayısıyla, en az “otoritarist” rejimi reforme etmek iradesi yansıtan hükümet kadar, bizzat Kürtlerin veya Kürtler adına siyaset yapmaya soyunanların, yukarıdaki sonsuz “kritik an”ın bilincine varması ve ebleh provokasyonlardan kaçınması mutlak bir zorunluluktur.
Ekleyeyim ki, Tocqueville o “kritik an”ın illâ aşılacağına dair kehanette bulunmaz.
Aşmak isteyen ortak sorumluluğunu yüklensin ve manevi “otoritesi”ni göstersin.
Paylaş