TAKSİM’in ılık cumartesi akşamında saat yediye birkaç dakika öncesini gösteriyordu
Bizler, kimimizin elinde mum, kimimizde karanfil, 24 Nisan’da 1915 Ermeni Tehciri’nin acılarını simgesel ve sessiz bir biçimde idrak etmek için Meydan sathına henüz oturuyorduk. Sıraselviler tarafında bir patırtıdır koptu. Kameramanlar, fotoğrafçılar oraya seğirttiler. Türk ve Azeri bayrakları taşıyan “ulusalcı” bir grup, “Kahrolsun vatan hainleri” ve “Mustafa Kemal’in Çocuklarıyız” diye tempo tutmaya başladı. “Vicdani insan” sorumluluğuyla gerçekleştirdiğimiz anmayı sabote etmek istiyorlar. Muhtemeldir ki, gayet soğukkanlı ve ağırbaşlı fakat tavizsiz davranan emniyet güçleri görevlerini mükemmel biçimde ifa etmeseydi, cumartesi akşamının tadı kaçmış olacaktı. Her neyse, vukuat çıkmadı ve ben tabanvayla eve dönerken şunları düşündüm.
ŞÖYLE ki, aslında o “anti” göstericilere karşı ne kızgınlık, ne de hiddet duydum. Böyle bir hiddet ancak, facianın derinliğini “resmi tez”in ötesinde bilmelerine rağmen yine de “Kahrolsun vatan hainleri” demek cüreti gösterebilecek olanlara karşı hissedilir. Oysa hiç şüphesiz ki Türkiye halkının ezici çoğunluğu “Ermeni Sorunu”nu da, “Büyük Felâket”i de kendisine şırınga edilmiş olan bir “resmi tarih” açısından algılıyor.
ÖYLE, çünkü dokunulmazlık tabusu arkasına saklanarak ve ismi tekele alarak “biz Mustafa Kemal’in çocuklarıyız” diye slogan atanlar acaba şunlardan da haberdar mıydılar? Meselâ o Mustafa Kemal değil miydi ki Milli Mücadele’yle Enver? Tâlât surekâsı arasına kalın set örmek için ve İttihatçı katliamı kastederek, 24 Nisan 1920 tarihli TBMM oturumda Ermenilere karşı uygulanan kıyamı “fezahat”, yani “facia” olarak tanımlamıştır? Veya Gazi’nin en yakın arkadaşlarından olan ve hayatını Kemalizme hasleden Falih Rıfkı Atay değil miydi ki 1968 yılında “Dünya” gazetesinde yayınlanan anılarında “Tehcir”i ilk kez “jenosid” olarak adlandırmış ve de aynı Gazi’nin 1915 sonbaharında Halep’teki “Baron” otelinde kalırken yine aynı İttihatçılara “katiller” diye bağırdığını kaleme almıştır?
İMDİİ, geçtim bir “iddia” olarak dahi Ermeni yahut “ortada” tezlere yer verilmesini! Fakat soruyorum, ilkokul sırasından başlayıp Yusuf Halaçoğlu’nun “TTK”sına uzanan bilûmum “resmi tarih” kitaplarında, aslında “resminin de en resmisi” olmasına rağmen, yukarıdaki gerçeklerin tek bir satırına bile rastlanabilir mi? Tabii ki asla! Tıpkı aynı Atay’ın “Çankaya”sında yer alan ve özünde cevabı veren “İzmir’i niye yakıyorduk” sorusunun sansürlenmesi gibi, bütün bunlar yine yok sayılır. Esamisi okunmaz Dolayısıyla da “resmi tarih” beynimizi öylesine yıkamış ve şartlandırmıştır ki bizler, cumartesi günü 95. acılar yıldönümünü idrak ettiğimiz 1915 Ermeni kıyamına dair ya hiçbir şey bilmemişdir, ya da “fezahat”in nalıncı keseriyle yontulmuş varyantına inandırılmışızdır. Kendimden örnek vereyim.
BEN ki ilk çocukluktan itibaren çok okudum; üstelik Ermeni arkadaşlarla büyüdüm; daha üstelik komünist rahle-i tedristen geçtim, ama “yahu ne olmuş” sorusunu sormak ihtiyacını ASALA terörüyle birlikte ve ancak yetmişli yıllar ortasından itibaren hissettim. O güne dek bildiğim tek şey, okul kitaplarında, “Doğu Anadolu’daki Ermeni çeteciler de arkadan saldırdı” diye geçiştirilen birkaç paragrafın ötesine gitmiyordu. Ve eğer araştırmayı derinleştirip vicdani sorumluluğu kavramasaydım, belli mi olur, cumartesi akşamı belki ben de “vatan hainleri” (!) diye bağıranların arasında yer alacaktım. Dolayısıyla onlara kızamıyorum ve şartlanmaları aşmak çok zor olsa bile ha gayret, “resmi tarih” prangalarını kıracak asgari bir gerçeği önyargısızca araştırmalarını öneriyorum.