Paylaş
Bir ara da İsviçre Basel’inde dolanmıştım. İş bulursam, gündüzleri hamallık yapardım.
Değil otel parası berduş yurdu bile nerede, geceleri de istasyonda yatıp kalkıyordum.
Ama uyku tulumunu kuytu banka sermeden önce elin ve ayağın çekilmesini; aynasızın devriye bitirmesini ve Milano’ya gidecek son ekspresin de kalkmasını beklemek gerekirdi.
O vakte kadar da gar büfesinin, lokantasının veya emanetçisinin önünde oyalanırdım.
Sonra bir pazar akşamı öyle bir şey gördüm ki, şaşkınlıktan küçük dilimi yuttum.
MANZARA şöyleydi: Söz konusu gar lokantasının dış kapısına, yani yolcuların arşınladığı ana koridora sıra sıra, öbek öbek ve küme küme, askeri sırt çantaları yığılmıştı.
Her birine de sırf İsviçre ordusunun kullandığı cinsten birer miğfer; “Sig” marka birer makinalı tüfek; “Victorinox” alâmet-i farikalı birer süngü ve birer beylik matara iliştirilmişti.
Başlarında ise ne nöbetçi, ne de bekçi vardı. Kim kime dumduma, bütün edevatıyla birlikte o çantalardan birisini sırtla ve yeşil tramvaya atla, tek bir kulun ruhu duymacak!
Çok meraklandım ve cebimdeki son frankları sayıp ben de aynı lokantaya daldım.
DALDIM ki, grimtırak-mavimtırak üniformalarıyla etraf silme asker doludur!
Şişe şişe biraların yanına bir de erik şnapsı kadehleri dizilmiş, hepsi kafayı tütsülüyor.
Yahu bunlar ne biçim neferdir?Bu ne menem bir “vatani görev”dir?
Tüfekleri öyle uluorta bıraktıkları için divan-ı harbe çıkmak korkuları yok mudur?
Üstelik söz konusu üniformalara rağmen hiç mi hiç askere de benzemiyorlar.
Zira unutmayalım o sıra “beat generation” ve “hippi yılları”nı yaşıyoruz, dolayısıyla kiminin saçları omuzlarına dökülüyor, kimi de yakasına “savaşma seviş” rozetini iliştirmiş.
Ben ki kellelerin üç numara kazındığı ve bırakın istasyonda öyle alenen kafa çekmeyi, kışla kantinindeki çayların dahi emir komuta zincirinde içildiği bir ordu geleneğine aşinayım.
Bütün bunlara sonsuz şaşırdım ve ertesi şafak vakti ustabaşı “bugün iş yok, yarın uğra” diye savınca da, Almancam nanay olduğu için soluğu karşı taraftaki Fransa’da aldım.
Mulhouse şehir kütüphanesine giderek yukarıdaki laubaliğin aslını öğreneceğim.
MEĞERSEM, İsviçre az nüfusa sahip olduğu ama seferberlik halinde sayıya ihtiyaç duyacağı için, orada “halk ordusu” ve “sürekli milis” ilkeleri uygulanıyormuş.
Yani, mecburi hizmetten sonra yedeğe alınanlar, bilmem kaç yaşına dek ve senede şu kadar defa talimden geçerlermiş. Üstelik üzerlerine zimmetli o üniformaları, o silahları, o miğferleri falan da, hin-i hacette birliklerine hemen ulaşmak için evlerinde saklarlarmış.
Zahir benim garda gördüğüm manzara da bu talim dönüşlerinden birisine rastlamıştı.
Sonra, kütüphane bunları karıştırırken ve referanstan referansa derken, yüzyıl başının ünlü Fransız sosyalisti Jean Jaures tarafından yazılmış “Yeni Ordu” kitabına da göz attım.
1. Harp arifesinde katledilen o büyük lider de hemen hemen aynı modeli öneriyordu
Ve çok sonraları, aşağı yukarı aynı tür askerlik pratiğini bir de İsrail’de gözlemledim.
İMDİİ, tekrar hatırlatırım ki “eşitlikçi ordu”yu teorileştirmiş olan yukarıdaki Jaures söz konusu eseri, henüz sanayi toplumu savaşlarının dahi bilinmediği bir dönemde yazmıştır.
Oysa bugün tekno-bilişim toplumunda, dolayısıyla da onun savaş çağında yaşıyoruz.
O halde hem beni inanılmaz şaşkınlığa sürükleyen yıllardaki İsviçre silahlı kuvvetleri, hem de Fransız sosyalistin kuramsallaştırdığı “Yeni Ordu” artık sonsuz köhne kalıyor.
Şimdi “yeni”nin de çok ötesindeki “yepyeni ordu” kavramıyla düşünmek ve bedelli askerlik sorununu da bu çerçevede ele almak gerekiyor ki, konuyu Salı günü işleyeceğim.
Paylaş