Paylaş
Zaten kendisini demokrat diyen herkes de “anti-militarist” tavır almakla yükümlüdür.
İKİNCİSİ ise askeri, orduyu, silahı toptan reddetmek durumudur. Sulhperestliktir.
Kökeni 1. Harp öncesine uzanan ve Vietnam savaşının “savaşma, seviş” sloganıyla da yeniden ivme kazanan bu “pasifist” ve “barışçıl” tutum ilk bakışta pek cazibeli gelebilir.
Oysa aslında avanaklıktan, daha ötesi dangalaklıktan başka bir şey değildir!
Çünkü kavga, yani özünde mücadele, her canlı gibi insanoğlunun da fıtratında vardır.
Savaşı kutsayan Alman muhafazakâr devrimcilerine methiye düzecek değilim ama, İsa Mesih gibi sağ yanağına tokat nakşedene sol yanağını da dönmek refleksi bir tek mukaddes kitaplarda yazar. Hayatta, dolayısıyla da siyasette ve uluslararası arenada böyle bir şey yoktur.
O halde, görünür gelecek için ordusuz bir dünya tasavvuruna da yine yer yoktur.
Bu takdirde yapılması gereken şey, “militarizm”e tabii ki asla cevaz vermeyen fakat “anti-militer” saftiriklikle de uzlaşmayan bir “orta yol”u, bir “makul”ü aramaktır.
Ve “bedelli sorunu”nu da işte böyle bir “makul” ekseninde düşünmek gerekmektedir.
“BEDELLİ sorunu” dedim ama aslında “ordu sorunu” diye adlandırmak gerekiyor. Çünkü sebep – sonuç ilişkisinde birincisini tayin eden şey ikincisidir. Aynı “bedelli sorunu” aynı “ordu sorunu”ndan ötürü vardır. O sebep aşılmadan o sonuç çözümlenemez.
Muhtemelen idare-i maslahat formüller bulunabilir, fakatmeselenin özüne inilemez.
Yani, Türkiye’deki kışlayı belirleyen “militarist” ideolojinin yıkılması başta, sivil otoriteye itaat ve kurumsal şeffaflaşma gibi radikal dönüşümler gerçekleşmediği müddetçe, mutlaka ihtiyaç duyduğumuz ve duyacağımız TSK’nın “çağdaşlaşması” mümkün olamaz.
BURADAKİ “çağdaşlaşmak” fiilini daha ziyade teknik anlamda kullandım.
Yani, dün rizikolarını da vurgulayarak değindiğim ve dünyadaki ana trendi belirleyen, niceliği kısmen az, niteliği ise yüksek “profesyonel ordu” kavramını kastediyorum.
Oysa TSK kendisini Soğuk Savaş ertesinin şartlarına fikri açıdan olmadığı gibi, mesleki açıdan da uyarlamadı. Ne eski teorilerini, ne de eski pratiklerini yeniledi.
Nitekim hemen tüm müttefikler zorunlu hizmeti o “profesyonel ordu”yla değiş tokuş etmişken, Türkiye hâlâ dünyanın en kalabalık silahlı kuvvetlerinden birisine sahip bulunuyor.
GEREKLİ midir? Önyargım yok, yine dün dediğim gibi belki de doğru bir tavırdır.
Belki maliyet azaltmaktadır, belki caydırıcı olmaktadır, belki yurttaş eşitlemektedir.
Fakat belki de gerekli değildir! Belki oran itibariyle yine müttefik devletlerden fazla, ama şimdikinden çok daha az sayıda bir ordu ülkemizin ihtiyacını karşılamaya yeterlidir.
Burada kesinkes zorunlu olan şey, meselâ ABD’nin dahi denediği İsveç denizaltıları yerine niçin defolu Alman denizaltılarının seçildiği veya THK’nın sınır boylarına dek üslerle donanmış olmasına rağmen neden havadan ikmal uçağına gereksinim duyulduğu konularında olacağı gibi, tüm bunların tabusuz bir biçimde ve dobra dobra, açık açık tartışılmasıdır
Yani denklemin özü tekrar, TSK’nın mutlaka şeffaflaşmak ve stratejik askeri tercihleri sivillerin belirlediğini yine mutlaka kabullenmek zorunda olduğu noktasına odaklanmaktadır.
Başka bir deyişle bütün mesele, “nişanı siyaset alır, tetiği asker çeker” formülüyle özetlenen evrensel ilkenin artık Türkiye’de de geçerlilik kazanmasına düğümlenmektedir.
O halde tekrarlıyorum, “bedelli sorunu” genel “ordu sorunu”ndan soyutlanarak düşünülemez ve dolayısıyla da, sırf bu konuya özgü tek başına bir çözüm kalıcılık arzedemez.
Paylaş