Paylaş
EVET Diyarbakır yakınmıyor ve Batı’daki sathî ve önyargılı bakışla sanıldığının tersine, Güneydoğu kenti illâ bir yitirilmişlik, bir biçarelik, bir bitmişlik çehresi sunmuyor.
Muhtaciyet duygusunu kendisine yediremeyecek ölçüde vakur ve tok Kürt ruhiyatının tezahürü olacak, o Diyarbakır öyle iki gözü iki çeşme ağlaşıp, sızlanmıyor.
Kabul, tabii ki “bin ah işit” boyutu da ciddi bir yer tutuyor.
Zaten otuz yıllık bir savaştan; artı, aynı savaşın aynı zaman zarfında yarattığı ve ezici çoğunluğu istihdam edilememiş on kat bir nüfustan; yani çok yoksullardan ve yine ezici çoğunluğu gençlerden oluşan bir sosyal kesitin varlığından sonra aksi düşünülemez.
Oysa şehir geleceğe ümitle bakıyor. En azından bakmak irade ve azmini yansıtıyor.
Yeter ki şu an hüküm süren ve muhataplarımızın defalarca ve defalarca pamuk ipliğine bağlı olduğunu ifade ettiği göreceli sükûn ortamı devam ederek kalıcılığını pekiştirsin!
İŞTE Borsa Başkanı, işte okul müdürü, işte Baro Başkanı, işte yöre milletvekili, işte esnaf temsilcisi falan, hayli serin gecede mangal etrafına dizilmiş, belirli bir sivil toplumun nabzını tutan kent ileri gelenleri ve kanaat önderleriyle ahval ve şeraiti konuşuyoruz.
Şu kesin, asayişin hali hazırda nispeten berkemal olduğu konusunda herkes hemfikir.
Ama yine herkes bunun çok kırılgan bir virajdan geçtiğini ısrar ve tekrarla vurguluyor.
Özellikle de “KCK”nın aslında PKK’nın bir “barışçıllaşma atılımı” olduğuna işaret edilerek, bu birinci örgüte yönelik son davanın havayı tekrar bulandırdığına dikkat çekiliyor.
Oysa bütün bölge gibi Diyarbakır da artık rahat nefes almak istiyor.
Derin yaralarını sarabilmek; göreceli refahtan nasiplenebilmek; hafta sonu avareliğine çıkacağı “AVM”ler inşa edebilmek; fabrikalarında, üzinalarınla, atölyelerinde istihdam yaratabilmek; kısacası nor-mal-le-şe-bil-mek gibi sonsuz meşru bir özlemle yanıp tutuşuyor.
Fakat bütün bunların fiilen hayata geçebilmesi için de gerek Batı’dan, gerekse yöreden sermaye akışı sağlanması gerekiyor ki, bunun da tek bir şartı var: B-a-r-ı-ş! Öyle geçici ateşkesli falan değil, doğası icabı daima ürkek, daima pimpirikli ve daima netameli olan o sermayeye güven duygusu aşılayacak kalıcı, sürekli ve temelli bir barış!
ANCAK yukarıdaki nispi iyimserliğe bakarak Kürt Sorunu’nun ekonomik eksene oturduğu ve dolayısıyla da çözümün refahtan geçtiği yanılgısına düşmeyelim. Asla!
Zira özünde bir “Türk Sorunu” olan aynı Kürt Sorunu kimlik aidiyetine odaklanıyor.
Diyarbakır aynı refahta İzmit’le, bölge de Trakya’yla yarışacak olsun, zerre farketmez!
Çünkü o Kürt kimlik aidiyeti hukuken ve manen tescil edilmediği; artı, Türk çoğunluk “ötekileştirme”ye son vermediği müddetçe herhangi bir çözüm kalıcılık kazanamayacaktır.
Bunun en somut, en çarpıcı ve çarpıcı olduğu ölçüde de en yürek yakıcı örneği şudur:
NE zaman ki taşıt sahibi Diyarbakırlılar jandarmanın daima onların yolunu kesmesi; Batı’ya gittiklerinde de otel valelerinin daha otoparkta yine onları geri çevirmesi aşağılamasından kurtulmak için kentin “21” olan plakasını başka şehir plakasıyla değiştirmek ihtiyacını ruhen hissetmeyeceklerdir, sorun işte yalnız ve yalnız o vakit çözüme kavuşacaktır.
Yani aynı metaforik benzetmeyle özet şöyledir:
Kürt meselesi aslında “21”li oto plakasını kabullenmek ve özümsemek sorunudur ki, o otomobil ister en fiyakalı “Ferrari”, ister en mütevazi “Dacia” olsun, öz hep aynı kalacaktır!
Paylaş