Paylaş
Bu çok ince, çok anlamlı ve çok iğneli metaforla başlayan cümle burada bitmiyordu.
Devamı, “…yaklaşımı ulusal medyada ne kadar hâkim?” sorusuyla sürüyordu.
SORUYU Mardin’de okudum. Kadim kentin çağdaş valisi Hasan Duruer’in daveti ve “Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı”nın girişimiyle düzenlenen ve “Ulusal Medyanın Doğu - Güneydoğu Algısı” temasını işleyen “Medialog” çalıştayının açılış bildirisinde yer almıştı.
Sonra, geri planda sonbahar güneşinin henüz sislerinden tam uyandıramadığı Kuzey Mezopotamya ovası, Nazlı Ilıcak’la birlikte Şehidiye Camii damında TRT Haber Müdürü Ahmet Böken’in gerçekleştirdiği canlı yayına katıldığımda, kendi cevabımı şöyle verdim:
“Türkiye’ye güneş doğmadan artık İstanbul’a bahar gelmez ve gelemez!”
Tabii burada “Türkiye” derken konumuz olan o Doğu ve Güneydoğu’yu kastettim.
“Güneşin doğması” benzetmesini de siz, Kürt Sorunu’nun çözümü olarak anlayın.
İMDİİ, şu kesin ki ortak ve yekpâre ülkemiz açısından bir hayat memat meselesi; bir varoluş sorunu; bir payidarlık denklemi oluşturan böyle bir çözüme ulaşılmasında kendisini “Türk” hisseden kamuoyunun tutumu belirleyicilik arz ediyor. Gelecekte de arz edecek.
Zira hayâlperestliği bir kenara bırakalım ve son derece realist olalım: Kürt kimliğinin ulus-devlet bütünlüğü içindeki tescili; ancak aynı Türk çoğunluğun rızasıyla gerçekleşebilir.
Bunun da tek, ama tek bir yol ve yordamı mevcuttur.
O çoğunluğu bu tescilin maddi, manevi, ahlâki ve hukuki yükümlülüğüne ikna etmek!
OYSA malûm, kamuoyu medya tarafından şekillendiriliyor. Gökten zembille inmiyor.
Örneğin, resmi kaynaklara inanarak ve hiçbir araştırma yapmadan mayın patlamasıyla ölen altı askeri manşette “PKK katliamı” diye yansıtırsanız büyük bir nefret bilenmiş oluyor.
Ama neden sonra olayın TSK zaafından kaynaklandığı anlaşıldığında, sayfaya basacağınız “düzeltme” (!) oluşmuş olan o nefreti ortadan kaldırmıyor. Tozunu bile almıyor.
Dolayısıyla, geleneksel devlet ideolojisi refleksiyle hareket ettiği için son zamanlara dek çok başarısız bir sınav vermiş olan ve bırakın yukarıdaki ikna edici, hattâ sorgulayıcı yaklaşımı; aksine, yangına körükle giderek sorunun daha alevlenmesine çanak tutan “ulusal medya”nın şapkayı önüne koyup düşünmesi, şimdi bir mukadderat meselesi oluşturuyor.
BURADA, oturumda da çok sık tekrarlanan ana unsur vurgulanmadan geçilemez: Dil!
Dil derken, olayların yansıtılışındaki kelimeleri, uslûbu ve geri planı kastediyorum.
Çünkü unutmayalım yukarıdaki kamuoyunun oluşumunu daima, onun gelişmeleri algılayışında tayin edici rol oynanan bu “dil” öğesi belirler. Bilinçaltında şartlanma yaratır.
Örneğin “terör” başka bir anlam, “şiddet” başka bir anlam taşır. “Kırsal” sözcüğü askeri terminolojiyi çağrıştırır. “Bölge” genellemesi ise Kürt Sorunu’yla zaten eklemleşmiştir.
Dolayısıyla, aynı sorunda barışa ilerlemek; ancak medya dilinin de “barışçıllaşması”yla mümkündür. Çelişkileri törpülemek, lügati de törpülemekten geçmektedir.
Fakat yöre gazetecilerinden bazılarının serzenişle istediği gibi, merkezi medyada Doğu – Güneydoğu Anadolu’ya ilişkin “olumlu haberleri” (!) öne çıkartmaktan geçmemektedir.
Böylesine bir “iyileme” (!) ne gazetecilik olur, ne de gerçeğin özüne ayna tutar.
Her halükarda şu kesin, merkezi yayın organlarının artık şunu anlaması gerekmektedir:
Boğaz’a kar yağmasa bile Fırat’ın ötesinde zaten hanidir dehşet bir kış hüküm sürmektedir ve orada güneş açmadığı müddetçe de, erguvanlar Emirgan’da filiz vermeyecektir.
Yarın, o güneşin biraz biraz bulutlar arasından sızdığı Diyarbakır’ı yazacağım.
Paylaş