Kadının hoşluğundan dolayı elim ayağım mı dolaştı, yoksa kendimi hayali bir orkestra şefi yerine koymaktan deliliğim zır deliliğe mi ulaştı nedir bilemiyorum, tasarladığın gibi, hazır yan yana durmuşken camdan bir şeyler söylesene be adam!
Biri Dimitri Şostakoviç’in Opüs 93, 10. Senfonisi; diğeri Münir Nurettin Selçuk’un máhûr şarkısı, ikisi arasında ne gibi bir ilinti olabilir ki?
Ama işte oldu! Beyin dediğimiz sonsuz çetrefil organda ani bir çağrışım gerçekleşti.
Öyle, çünkü iki pazardır anlattığım gibi, trafiğe sıkışmış vaziyette ve arabanın radyosu sonuna kadar açık, ben sanki Senfoni’deki ikinci muvmanını yönetmeye hazırlanan bir Herbert von Karajan’mışımcasına, deli jestler yapıyordum. Sağ şeritte direksiyon tutan çok hoş kadının ise camdan gülerek bana bir şeyler söylediğini gördüm, fakat işitemedim.
Ve tam o sırada hepimiz hareketlenmek zorunda kaldık.
Tekrar durduğumuzda ise, bin eyvah, artık aynı hizada değildik.
Dolayısıyla da aklıma derhal, Üstad’ın "Otomobil uçar gider / Gönlüm gibi geçer gider / Ben talihin peşindeyim / Talih benden kaçar gider" diyen güftesi geldi.
Ne var ki, eski tüfek diyalektik formasyonum zahir beni hálá iradeci kıldığından, "peşinde olduğum talihin kaçmasına" kolay bir kadercilikle boyun eğmem. Eğemem.
Yani demek istiyorum ki, eğer hoş kadının "otomobili uçuyorsa", eh benimkisi de ilk zoolojik çağlardaki sürüngenler familyasına dahil bulunmuyor.
Şükür, mazideki tüm düldüllerime uyguladığım fiili livata hayasızlığını artık bıraktım.
Şimdikine öyle el bebek, gül bebek bakıyorum ki, sekiz yaşını devirmesine rağmen motoru, freni, lastiği falan hálá kız oğlan kız işvesiyle davranmakta kusur eylemiyor.
Üstelik, bu kartal gözlerim, bu pençe ellerim, bu çelik bacaklarım, bu sportmen reflekslerim taksi şoförlüğünün rahle-i tedrisinden geçti.
Alimallah, o pek şıkıdım Formula 1 pilotlarına dahi aşık attırırım.
Dolayısıyla, hadi bakalım, kör talih mi yaman, yoksa iradeci ben mi yaman, göreceğiz.
O "uçan otomobili" ne yapıp yapıp yakalayacağım ve direksiyondaki albenili kadına mutlaka, "acaba, Dimitri Şostakoviç’in Opus 93, mi minör 10. Senfoni’sinin icrásında yaylı sazlara ilişkin eleştiri mi getirmek istemiştiniz" diye soracağım.
İlk iş, pedala daima aheste aheste cevap veren şu otomatik viteslere "takviye" olarak yerleştirilen ve gaza basıldığında silindirlerin nispeten biraz daha çabuk hareketlenmesini sağlayan "spor" düğmesini çevirdim.
Biliyorum, şimdi benzin tüketimi haniyse iki misline çıkacak ama umurumda mı?
Sağ şeritte gülümseyerek bana bir şeyler söylemiş olan o hoş kadına Soştakoviç sorusunu sorabilmek için yüz kilometrede yüz litre yakmaya hazırım.
Belli mi olur, belki de eli yüzü düzgün bir dörtlüde aynı bestecinin Yaylı Sazlar İçin 5. Kuatoru’nu icrá eden bir viyolonselisttir.
Yahut da, Stalin’in "dejenere müzik" (!) diye yasaklattığı "Mzensk Nahiyesi Leydi Makbeti" operasında Katherina Lvovna İsmailova rolünü oynayan bir sopranodur.
Ah ah, şimdi kıçımın altında bir "Lamborghini", bir "Aston Martin",bilemediniz bir "Alfa Romeo" olacaktı da,beno "uçan giden" otomobili yakalamayacaktım.
Yeminim yemin, bu takdirde tam otuz yedi senelik profesyonel ehliyetimi yırtarım.
Neyse, tamam yukarıdaki elitist arabaların direksiyonunda oturmuyordum ama işte dediğim gibi, taksi şoförlüğü, İstanbul şoförlüğü, bitirim şoförlüğü falan derken, o hercümerc trafiğin içinde en ufak açık yakaladığım an orayı kaparak; şeride, çizgiye, banta ahláksızca tecavüz ederek; annemin, babamın, sülálemim maruz kaldığı bilûmum küfürleri duymazdan gelerek, uzaktan uzağa, "uçan giden otomobili" tekrar gördüm.
Biraz da gayret, biraz daha tecavüz, biraz daha küfür ve işte yine yanına geldim.
Tabii ki tanıdı ve tabii ki tekrar gülümsedi.
Ve yeniden kırmızı ışıklar yandı ki, bu defa ikimiz de en ön sırada duruyoruz.
Ancak,sonsuz basiretsiz şekilde davrandım.
Kadının hoşluğundan dolayı elim ayağım mı dolaştı, yoksa kendimi háyali bir orkestra şefi yerine koymaktan deliliğim zır deliliğe mi ulaştı nedir bilemiyorum, tasarladığın gibi, hazır yan yana durmuşken camdan bir şeyler söylesene be adam!
Yook, tuttum cep telefonumu gösterdim ve işaretle numarasını sordum.
Sanki hemen verecek! Hadi vermek istedi, yanında koca kağıt ve ispirtolu kalem alestáda mı duruyordu da, rakamları mertek mertek yazıp bunu camdan bana gösterecek!
Mucize oldu ve gösterdi diyelim, kuş beynim numaraları asla hafızada tutamadığından, bunu kendi telefonuma kaydedene kadar iş yine işten geçmiş olacak.
Nitekim, hoş kadın iki eliyle çaresizlik işareti yaptı ve zaten o anda da trafik ışıkları yeniden yeşile döndü.
Gaza bastı ve tekrar tın tın gitmeye başladı.
Radyoda ise, spikerin "Dimitri Şostakoviç’ten Opüs 93. Mi minör 10. Senfoni’yi dinlediniz" anonsundan sonra, Yeni Camii fukarası tınılarından hiç mi hiç hazzetmediğim bir klavsen konçertosu başladı.
Tabiatıyla da aklıma, Münir Nurettin Selçuk’un "Otomobil uçar gider / Gönlüm gibi geçer gider / Ben talihin peşindeyim / Talih benden kaçar gider" güftesi takıldı.
Ama ben de takılmayı, hoş kadının "uçup giden otomobili"ni izlemeyi sürdürdüm.
Ve, talih kaçtı mı, kaçmadı mı, cevabını gelecek pazara bırakıyorum.