Hadi Uluengin

Bir sol ki!

17 Mart 2007
ÇOK marjinal kaldığından, Dink cinayetine paralel şu gelişmeyi kimse önemsemedi. Fakat, zahir "sol" kültür ve etik geleneğinden indiğim için benim içimi cız ettirdi.

Şöyle ki, "liberal şov"a (!) dönüşeceği gerekçesiyle Türkiye Komünist Partisi maktulün cenaze törenine katılmadı.

Zaten bin bir dereden su getirerek de taraftarlarına katılmama çağrısı yaptı.

* * *

OYSA düşünün ki, "A. Saydam" müstear adıyla Ermeni kökenli Aram Pehlivanyan’ın en üst yöneticilik görevini sürdürmesi dahil, söz konusu TKP oran itibariyle, Cumhuriyet tarihinde gayrimüslim azınlıkları en yoğun biçimde bünyesine toplamış olan siyasi kurumdu.

Sezar’ın hakkı Sezar’a, tam zıt kampta olsam bile de, bu, onun onurunu oluşturuyordu.

Artı, "Komintern", "Kominform" falan, tüm Bolşevik örgütler gibi ve hiç olmazsa "resmi planda" (!), "proleter enternasyonalizmi"ni daima bayrak edinmişti.

Ve işte o TKP bugün, "liberal şov" (!) gibi bir bahane arkasına saklanarak Hrant Dink’in cenazesine katılmayı dahi reddetti.

* * *

İSTER "eski", ister "neo" olsun, burada kesin bir "milliyetçi dürtü" devreye giriyor.

Kabul, TKP’liler Leninist lügat parçalayıp yukarıdaki gelişmeyi "küreselleşmecilerle aynı kampta gözükmemek" veya "hepimiz Ermeniyiz" sloganını kastedip "kitle çizgisine uzak düşmemek" diye açıklamaya kalkışabilirler ama tabii ki, bu, işin yutturmacasıdır.

Çünkü en azından, "sol"un tarihi mayasında mevcut olduğu varsayılan hümanizma, etnik kimlikten ötürü işlemiş bir cinayette tavizsiz ve hesapsız tutumu zorunlu kılar.

O halde burada mutlak olan şey, "ötekine hasım" milliyetçiliğin bir "derin bilinçaltı dürtüsü" olarak Türkiye’de artık "klasik komünistler"i bile belirlediğidir.

* * *

KASTEN "klasik" dedim, zira çoktan faşistleşmiş olan ve "karanlıkçı Maocu"lardan "ordu göreve ulusalcıları"na uzanan "sol" maskeli kesimi zaten hesaba katmıyorum.

İnsaf, "nasyonal bolşevikler" dahil o "sol" kelimesinin de asgári bir namusu var!

Yukarıdaki "ultra sağcı" sahtekárları buna dahil etmek yakası açılmadık küfür olur.

"Öteki"ne husumeti dahi fersah fersah aşmış ve şoven milliyetçiliği "ötekine nefret"le özdeşleştirmiş bir "sol" hiçbir evrensel kıstasta yoktur ve olamaz.

Tekrar insaf, Mustafa Kemal’le Che Guevara’yı ve İttihatçı Talát’la Çinli Mao’yu aynı kefede değerlendiren ve sunan bir "sol" (!), heyhat, ancak Türkiye’den çıkabilir.

* * *

PEKİ de, öyle olduklarını iddia ettikleri için buna CHP’yi ve DSP’yi falan da katıyorum, evrensel tanımla uzak yakın ilintisi bulunmamasına rağmen neden Türkiye’de ciddi bir kesim siyaset yelpazesi hálá kendisinin "sol" (!) olduğunu öne sürüyor?

Nasıl oluyor da, aynı evrensel lugatte "sağ"; daha doğrusu "aşırı sağ" olarak nitelendirilen politikaları ve hedefleri "sol" (!) diye yutturmaya çalışıyor?

Ákil bir yurtseverlik yerine sabah akşam "öteki"ne nefret temelinde bir milliyetçilik vaaz etmesine rağmen, niçin dobra dobra "ultra sağ" olduğunu söylemeye cesaret edemiyor?

Oysa, yukarıdaki kavramlar "yerli malı, yurdun malı" değil!

Baştan itibaren o "öteki"; yani Batı tarafından icát edildi. Teması ve nüansı saptandı.

Bu takdirde, e birader, tereciye tere satmanın ve nefret beslediğin aynı "öteki"nin lügatini paralamana rağmen içindeki bütün tanımları ters yüz etmenin anlamı var mı?

"Şarkta muteber" diplomalı solculuğunla kimi uyutabilirsin? Kimi kandırabilirsin?

Dolayısıyla, Allah rızası için artık şu "solcu", "komünist", "sosyalist", "ulusalcı", "sosyal demokrat" sıfatlarını bir kenara bırak da, eh ayıp değil, aslına rücu ve aslını itiráf et!
Yazının Devamını Oku

Yurtsever bağışıklık

15 Mart 2007
DÜNKÜ yazıma Albert Einstein’ın "milliyetçilik bir çocukluk hastalığıdır ve insanlığın kızamık çıkartmasına tekabül eder" cümlesiyle başlamıştım. Noktayı ise, "öyledir ve buna karşılık ’yurtseverlik’, artık o kızamıktan bağışıklık kazanmış o insanlığın olgunluk çağıdır" diyerek koymuştum.

* * *

EVET öyledir, çünkü dün belirttiğim gibi, milliyetçilik "ulus devlet"lerin oluşum sürecinde bir zaruriyet yahut bir ihtiyaç ideolojisi olarak ortaya çıkmıştı.

O "ulus devletler"in "oturaklaşmasıyla" birlikte de misyonunu tedricen yitirdi.

Çocukluk, ergenlik ve gençlik çağı nihayete erdiğinden; ayakları yere bastığından; zihni kapasitesi pekiştiğinden, giderek "ákil adam" kimliğiyle donandı.

İlk baştakinin aksine, "öteki"nden farklılık ve "öteki"ne hûsumet ekseninde kendisini tanımlamak ve yaratmak; dolayısıyla da "anti" bir "uyarıcı" üretmek ihtiyacı kalmadı.

Ve bu kávisle birlikte milliyetçilik kendi doğasındaki "faaliyetçilik"ten uzaklaştı.

Yurtseverliğe dönüştü ki, "ulus devlet"ini böyle bir duyarlılıkta sahiplenir oldu.

Daha doğrusu, "doğal seyir"de bütün bunların böyle olması gerekiyor ve gerekirdi.

* * *

YURTSEVERLİĞİ milliyetçilikten ayıran kalın ve net çizgi ise şu noktada odaklanır:

"Öteki"; daha doğrusu "öteki"ne hûsumet duygusu artık bir "uyarıcı" değildir.

Çünkü, ben "ben" olduğumun bilincine hanidir vardım. Buna kesinkes inandım.

Dolayısıyla, o "ben"i herhangi bir "öteki"ne karşı idáme ettirmek ihtiyacım kalmadı.

Aksine, "antipatik uyarıcı" arayışından arınıp "empatik davranış" bilgeliğine eriştiğimden, kendimi "öteki"nin yerine koyarak da tartmak erdemiyle donandım.

Hissiyatçılığı bıraktım ve mantıkçılığa kavuştum. Kalple değil beyinle düşünür oldum.

Bu yüzden de, eski ideolojik altyapıya, hani şu Sevr paranoyalarına, kurucu efsanelere, komplo teorilerine, "Türk’ün Türkten başka dostu yoktur" şiarlarına ihtiyacım kalmadı.

Oturaklaştım, olgunlaştım, ákilleştim ki, ilk "ulus devlet" aşamasında gereksinimini duymuş olduğum "anti-uyarıcı"ları tedricen tasfiye ettim ve de etmekle yükümlüyüm.

Yani, "ben", çocukluğumda çıkarttığım kızamık sayesinde bağışıklık kazandım.

Artık "aktif" bir milliyetçi değil "pasif" bir yurtseverim.

* * *

TABİİ burada yurtseverliğin "pasif" olduğunu söylerken, sağ yanağına şamar indiğinde sol yanağını da dönmek gibi bir "pasifizm"i kastetmiyorum.

Vurguladığım şey, "anti uyarıcı"ya duyduğu ihtiyaçtan ötürü mutlaka "faaliyetçi" olmak zorunda olan milliyetçiliğin aksine, yurtseverliğin rasyonel korunmayla yetinmesidir.

Hasım, saldırgan, deli fişek, slogancı, hezeyancı yurtseverlik yoktur ve olamaz.

Ama şüphe mi var, ellerim armut toplamıyor ve tecavüze uğradığım takdirde ben "ben"imi; yani yaşadığımız şu "ulus devlet"ler çağında vatanımı tabii ki savunacağım.

Ancak, o "ben"imi bir "öteki"ne karşı tanımlamak ihtiyacım artık kalmadığından hayáli düşmanlar, tehlikeler, rizikolar üretmeyeceğim gibi, işte "empati"yle davranmasını da öğrendim, "düşman"a, "tehlike"ye, "riziko"ya bir de o "öteki"nin açısından bakacağım.

Tedbirim tedbir de, gerçekten öyle midirler ve acaba "ben" yanılıyor olabilir miyim?

* * *

VE tabii bütün bunların ötesinde sonsuz hayati bir nokta dayatıyor.

Yurtseverlikten önceki milliyetçiliği "çocuk kızamığı" kılan şey; yani onun modern insanlık tarihindeki tecrübe ve örnekleri nelerdir? O insanlığı hangi badirelere götürmüştür?

Bunlarda öyle hafif ateşli ve küçük sivilceli kızamıktan falan değil, ölümcül ve vahim kızıl, çocuk felçi, menenjit hastalıklarından söz etmek gerekir ki, cumartesiye bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku

Milliyetçiliğe giriş

14 Mart 2007
"Milliyetçilik bir çocukluk hastalığıdır ve kızamık çıkartan insanlığa tekabül eder". Albert Einstein. EĞER milliyetçilikle yurtseverlik arasındaki çok ince fakat çok hayati çizgiyi daima ve daima vurguluyorsam, bunu bir entelektüel ukalálık olsun diye yapmıyorum.

Láf olsun torba dolsun kábilinden semantik malûmatfuruşluk taslamak harcım değil.

Ancak, sonsuz yurtsever ama sıfır milliyetçi birisi olarak yukarıdaki farklılığın mutlaka ortaya konulması gerektiğine inanıyorum. Enine boyuna açıklamak zorundayız.

Hele hele, "hıyanet-i vataniye" türü rezil ve hayasız iftiraların ağızda sakız edildiği Türkiye gibi bir ülkede bu farkı gün ışına çıkartmak kesin bir "vatani görev" (!) oluşturuyor.

* * *

YUKARIDAKİ hayati çizgi şu "Çin Seddi"nde berráklık kazanıyor:

Binbir varyantı olsa da, her milliyetçilik "öteki"ne husûmet dürtüsü üzerinde yükselir.

Veya en azından, kendisini o "öteki"nden radikal ayrışımla tanımlamak ihtiyacını duyar.

Söz konusu husûmet ve ayrışım ise bazen bilinçli biçimde; bazen de çevredeki ideolojik tahakkümün yarattığı bilinçaltı eksende oluşur.

Marş notası, bayrak fetişizmi, hamaset efsanesi, slogan kutsalı falan hiç farkında olmadan edinilir ki, zaten böyle bir şartlandırma da tüm ideolojilerin misyonu içinde yer alır.

Ama her iki durumda da sonuç değişmez ve "öz" nihayetine aynı kapıya çıkar.

* * *

AYNI kapıya çıkar, zira Batı modernitesinin yarattığı bir 19. yüzyıl ideolojisi olan ve "ulus - devlet" harcını yoğuran milliyetçilik ancak o "öteki"nin varlığı sayesinde oluşabilir.

Bir bakıma da normaldir ve ilk aşama açısından fazla yadırgatıcı değildir.

Çünkü, "ulus" denilen soyut kavramın sosyal pratikte somutlaşabilmesi için mutlaka bir "kendini tanımlama" ihtiyacı doğar.

Bu da herhangi bir "ötekine oranla" mümkündür.

Başka bir deyişle, "öteki" ben olmamalıdır ki, ben "ben" olabileyim.

Yine başka bir deyişle, "beyaz"ın cismanileştirilmesi "siyah"ın ayırdını zorunlu kılar.

Dolayısıyla da, söz konusu "öteki" soyutlanmış bir milliyetçiliğin yoktur ve olamaz.

* * *

DİĞER taraftan, "öteki" olmadığı takdirde artık "sebeb-i hikmeti" kalmayacağından, milliyetçilik onu icát etmek; gerektiğinde de yoktan ver etmek zorundadır.

Bu yüzden de o "öteki" korkusunu ayakta tutar. En azından, "endişe"sini biler.

Zira, ideolojik sürekliliğini ancak ve ancak böyle bir yöntemle koruyabilir.

Mevcudiyeti ikáme ettirebilmek için "Sevr paranoyası" yaratması; komplo teorisi üretmesi yahut Hrant Dink’te "düşman" (!) keşfetmesi "maddenin tabiatı" gereğidir.

Dolayısıyla da, illá "saldırgandır" dememek için terimi kasten yumuşatıyorum, bütün milliyetçilikler mutlaka "aktif"; daha doğrusu "aktivist"tirler.

Çok genel tanımıyla "faaliyetçilik", milliyetçiliğin tabiatındaki diğer ana unsurdur.

Kendisini herhangi "öteki"nin yerine koyarak "empati"yle düşünen ve halim selim deyimle "kendi halinde" denilebilecek bir milliyetçilik yoktur ve olamaz.

Olduğu andan itibaren ise ona artık milliyetçilik değil "yurtseverlik" denir.

* * *

EVET öyle denir ve Einstein’in saptamasını da zaten bunun için en başa koydum.

Çünkü gerçekten de milliyetçilik insanlığın bir "çocukluk hastalığı"dır.

"Yurtseverlik" ise o insanlığın artık kızamıktan bağışıklık kazanmış olduğu olgunluk çağıdır ki, nedenleri konusunu yarın işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku

Tabu ve alternatif

13 Mart 2007
UNUTTUKLARIM olacaktır ama en önce belli başlılarını sayalım:<br><br>ABD, Rusya, Kanada, Hindistan, Meksika, Brezilya, Arjantin, Nijerya, Güney Afrika! İşte, satıhta ve nüfusta "káhir ekseriyet" olan bu ülkeler federasyonla yönetiliyorlar.

Artı, adı konulmamış olsa bile, etnik kimlikli özerk bölgeleri ve devlet içinde devlet oluşturan eyalet ve belediyeleriyle, kısmen Çin’i de aynı kategoriye katmak gerekiyor.

Sırf Avrupa’da ise Almanya, İsviçre, Avusturya ve Belçika resmen; Birleşik Krallık ve İspanya da fiilen federal veya konfederal sıfat taşırlar.

O halde hiç çekinmeden şu saptamayı yapmak zorundayız:

İnsanlığın çok büyük çoğunluğu "adem-i merkeziyetçi" yapılar altında yaşamaktadır.

Dolayısıyla da, Türkiye’de öne sürüldüğünün ve tabulaştırıldığının tam tersine, merkeziyetçilik ve unitarizm "ulus devlet"ler açısından ne bir kural, ne de bir amentüdür!

* * *

BU tespiti yaptığım için sanılmasın ki, Evren’in başlattığı "eyálet tartışması" da fırsat bilip, ülkemizin federatif veya konfederatif yapıya kavis çizmesi için olta atacağım.

Hayır ve zaten daha önce de belirttim, Ankara’daki nobran merkeziyetçiliğin miyadını doldurduğuna adım gibi inanıyorum ama, bunun yerini alacak bir "alternatif" önermiyorum.

Bizzat benim kafamda kesin bir seçenek yok ki, başkasına nasıl önereyim?

Çünkü, yeryüzündeki tecrübeler sayesinde o "model"lerin ve o "alternatif" lerin illá bir "sihirli reçete" olmadığının ve olamayacağının farkındayım.

Yugoslavya, İspanya, Belçika örnekleri ortada, her derde devá bir iláç mevcut değil!

Artı, ülke kaderini ilgilendiren böyle bir konu zevzeklik kaldırmaz ve hafife alınamaz.

Hálá ulus - devletler çağında yaşadığımız bir vakıa olduğuna göre, "Türk" veya "Türkiyeli", o çağ sürdüğü müddetçe ben de benimkinin üzerine titremekle yükümlüyüm.

* * *

ANCAK, alternatif hakkında berrák bir sonuca varamadığım için benim herhangi bir "model" sunamamam, bunun olmadığı veya olamayacağı anlamına gelmez.

Akıl akıldan üstündür ve "seçenek" üretebilecek başka beyinler sayısızdır.

Fakat en önemlisi, Türkiye’de mevcut "ultra merkeziyetçi - hiper ünitarist" uygulama artık "tabu"yla donatılamaz. Tartışılması dahi yasaklanamaz.

Federalizm, adem-i merkeziyetçilik, elástikiyetçilik vs., tarihte Mostesquieu’den felsefede Kant’a ve sol siyasette Proudhon’dan sağ politikada Maurras’a, çok farklı şahsiyetler tarafından sahiplenildiğine göre de, bunun öcüsü ve dokunulmazlığı zaten olamaz.

Tam tersine, böylesine bir dokunulmazlığın evrensel demokrasi ilkelerine yüz seksen derece zıt düşmesi bir yana, yukarıdaki durum aslında "devekuşu siyaseti"ne tekabül ediyor.

Çünkü, ayağımızın altındaki zemin kayıyor ki, bunu görmemek için kör olmak gerekir.

* * *

OYSA, bırakın farklı zemin arayarak daha sağlam bir satıhta adım atmak iradesini, statüko ideolojisi bu çok nesnel "k-a-y-ı-ş" olgusunu saptayanların ağzına dahi biber sürüyor.

Eski hamam eski tas, duraganlık ve değişmezlik dogmalarına sarılıyor.

Soluklanıp bilanço çıkartmak ve yeni arayışa girmek yerine "ileriye kaçış"ı seçiyor.

Zaten de, o idari tarzları "model" aldığımdan değil, sırf bizdeki "ulus devlet, eşittir merkeziyetçi ünitarizm" tabusunun nasıl bir safsata olduğunu ortaya koymak içindir ki, insanlığın "káhir ekseriyet" olarak yaşadığı federal ve konfederal ülkeleri kasten sıraladım.

* * *

FAKAT tabii, "biz, bize benzeriz" mantıksızlığındaki inádı sürdürür ve üstelik o "ulus devlet"in esas terecilerine bile tere satmaya kalkışırsanız, söyleyecek tek şey kalır:

Allah sonumuzu hayır eylesin ve gerçek dank ettiğinde de vakit artık çok geç olmasın.
Yazının Devamını Oku

Sonraki istasyon Tünel

11 Mart 2007
Altı üstü bir dakika bile sürmeyen bir füniküler yolculuğu olsa da, metropoliten kültür edinme sürecimde Karaköy’den Tünel’e hep çıktım. Çıkmadan önce de, sanki arada bir durak varmışçasına, kimseler duymasa dahi kendi kendime ve dünyayı fethetmek azmiyle, hançeremi yırtarak "sonraki istasyon Tünel" diye haykırdım.

Malum, Peyami Sefa o harikuláde "Fatih-Harbiye" romanında eski raylı hattan yola çıkarak "geleneksel İstanbul-Frenk İstanbul" temasını işler.

Oysa ben bunu tramvay veya otobüsten ziyade Karaköy-Tünel hattında yaşadım.

Kabul, meydandaki neo-Osmanlı binalar, Bankalar Caddesi’ndeki levanten perspektif, yahut Kamondo merdivenlerindeki art-deko üslupla Galata tabii ki Karaköy’de başlar.

Ancak yine de, burada hálá Haliç’in Müslüman ciheti hüküm sürer.

Sarayı ve minareleriyle karşı yaka henüz çok yakındır. Ezan bu tarafta da işitilir.

Yeni Cami güvercinleri iki kanat darbesinde hırdavatçılar rıhtımına konarlar ve kerhaneye gitmek için köprüyü yürüyerek geçenler taşra doyumsuzluğunu taşırlar.

Fakat buna karşılık, Metro Han’dan içeri girip daha gişeye yürümeye başladığınız andan itibaren, "ö-te-ki" yana gideceğinizin bilincine varırsınız.

Burada, "Fatih-Harbiye" güzergáhındaki gibi tedrici ve kısmi bir geçiş yoktur.

Mekán, manzara, hal ve oluş tarzı tramvayın "ehlileştirici" yavaşlığında değişmez.

Çok değil, kırk-elli saniye sonra ve de üstelik hiçbir görünür referans yaşamadan "yu-ka-rı"da olacaksınız.

Tek dönüşüm sinyalini belki belki, alçak sesle bir azınlık lisanı konuşan tezgáhtar matmazeller veya ekose üniformalarıyla okullarına giden ecnebi kolej öğrencileri oluşturur.

Her halükárda biliyorsunuzdur ki, o "yu-ka-rı"ya vardığınız salisede durak motifleri gibi onun kokuları da değişecektir.

Tam orada "burası" bitecektir ve tam orada "orası" başlayacaktır.

Çıkışta sağa döneceksiniz ve sinema ekranının içine gireceksiniz.

O halde şimdi Karaköy’de hançerenizi yırtarak haykırın: "Sonraki istasyon Tünel!"

YUKARI ÇIKIŞ

Kasten sinema dedim, çünkü aslında bunları düşündüğümde, daha sonra beni sonsuz etkileyecek "Sonraki İstasyon Greenwich Village" adlı filmi görmemiştim.

Zaten de çevrilmemişti.

Paul Mazursky’nin, aktör olmak için yanıp tutuşan genç kahramanı Larry Lapinsky’ye New York metrosunda, yukarıdaki fetih sloganını bağırttığı yapıtı gerçekleştirmesine en az on sene daha vardı.

Evet evet, ellili yıllardaki o Lapinsky ki dünyayı fethetmek azmindedir.

Ve dolayısıyla da, "kainátın başkenti"nde sanat ve bohem merkezi oluşturan mahalleye yeraltı rayları aracılığıyla giderken, "yu-ka-rı"ya çıkışın bu meydan okuma şiarını haykırır.

Tabii burada, "yukarıya çıkmak" deyimini mecázi olarak kullanıyorum.

Çünkü New York haritasında Greenwich Village semti ne Karaköy’e oranla Tünel gibi rakım olarak yüksektedir, ne de coğrafi bir kuzeyi gösterir.

Tam tersine, nehirlerin hizasındadır. Şehrin de bayağı bayağı güneyinde yer alır.

Ama yine de, söz konusu mahalleye daima "çı-kı-lır." Asla inilmez.

Zaten, sırf "káinatın başkenti"nde değil dünyanın diğer pek çok metrosunda da, tıpkı buradaki Tünel ve tıpkı oradaki Greenwich Village gibi, yönler ve yükseklikler ne olursa olsun, hiç inilmeyen ve hep "çıkılan" istasyonlar vardır.

Káh durağın bulunduğu mahallenin şıkıdımlığından, káh da semtin başka tür bir ayrıcalığından dolayı, vagondan indikten sonra oraların kaldırım sathına çıkmak, sırf yürüyen merdivenlere adım atmak anlamına gelmez.

Aynı zamanda ve bilhassa, "háyal statüleri"ne çıkarsınız.

Rumeli Caddesi’nden sapıp Nişantaşı’na yürüyeceğiniz takdirde yakamozlarla pırıldayacağınızı bildiğiniz içindir ki, istasyon olarak Osmanbey’e "çı-kar-sı-nız."

Buna karşılık, Aksaray’dan bindiğinizde Zeytinburnu’nda inersiniz.

604 METRELİK YOLCULUK

Neyse, dediğim gibi, altı üstü bir dakika bile sürmeyen bir füniküler yolculuğu olsa da, "metropoliten kültür" edinmek sürecimde ben Karaköy’den Tünel’e hep çıktım.

Çıkmadan önce de, sanki arada bir durak varmışçasına, kimseler duymasa dahi kendi kendime ve dünyayı fethetmek azmiyle, hançeremi yırtarak "sonraki istasyon Tünel" diye haykırdım.

Ve bir, on, yüz, bin indim ki, dünyayı hiç mi hiç fethedemesem dahi, şükürler olsun, söz konusu "metropoliten kültürü" fethedebilmişim.

Kelime anlamlarında "metro"dan büyük ve "polis"ten şehir derken, topu topu altı yüz dört metre uzunluğundaki raylar beni "büyükşehir kültürü"; yani aslında "evrensellik kültürü" menziline ulaştırmış.

O halde tekrar haykırıyorum ve bunun asla nihayeti olmadığı için de hiç durmadan haykıracağım:

"Sonraki istasyon Tünel!"
Yazının Devamını Oku

Aslı ve taklidi

8 Mart 2007
YÖRE pek bir Katolik olduğu için oranın mekán isimleri de "hazret" ünlemi taşır. Neyse, işte Saint Michel’iydi, Saint Malo’suydu, Saint Brieuc’uydu falan, kardeşim ve eşi üç hafta önce Batı Fransa’da kısa bir otomobil yolculuğu yaptılar.

Döndüler ki, hayırdır inşallah, biraderimde bir hayret, bir hayret!

Şaşırmış, çünkü yol tabelálarından yerel göstergelere, Brötanya bölgesine girdikleri andan itibaren her yerde çift dillilik başlamış. Saklısı gizlisi yok, iki lisán birden kullanılıyor.

Resmi Voltaire imlásının bitişiğinde Kelt kökenli alfabe de uluorta yazılmaktadır.

Yani, bizim statüko zaptiyelerinin "emsál" bellediği ve merkeziyetçiliğin "anavatan"ı addedilen ülkede dahi palamar çoktan gevşetilmiştir. Tabular hanidir ve hanidir yıkılmıştır.

Canım ciğerim kardeşim ki Fransevi kültüre vakıftır, o bile hayretlere düşmüştü.

Şimdi gel de, kraldan fazla kralcı bizim taklitçilerin beynine yukarıdaki gerçeği sok!

* * *

KRAL dediğim için en önce ciddi ve önemli bir düzeltmeden başlayayım.

Sanıldığının aksine, Fransız merkeziyetçiliğinin kökeni 1789 Jakobenizmi değildir!

Daha eskiye, "Güneş Kral" lákábıyla anılan 14. Louis’e uzanır ki, "ulus" yaratmak iradesinden doğmuştur. Bunun monarşik rejim altında yapılmış olması da gerçeği değiştirmez.

O halde, Fransa’nın taç etrafında milletleştiğini ve mirası sistematikleştirdiği içindir ki, İhtilál-i Kebir’in biraz da haksız yere "merkezileşme"yle özdeşleştiğini söylemek gerekir.

Neyse, "i"lerin üzerine noktayı koyduktan sonra şimdi sadede geleyim.

* * *

SANILMASIN ki, yukarıdaki girizgáhı yapmakla, Kenan Evren’in başlattığı "eyalet tartışması"nı da fırsat bilerek Türkiye için bir "alternatif model" önereceğim.

Hayır!

Ankara merkeziyetçiliğinin yürümeyeceği ve terazinin artık bu sıkleti kaldırmayacağı konusunda sonsuz ısrarlıyım ama, öyle "model"im falan yok! Reçete, meçete sunmuyorum.

Çünkü, mutlak, kesin ve evrensel "model"lerin (!) varlığına zaten inanmıyorum.

Tek inandığım şeyi, bir dönem geçerli, háttá belki zorunlu olan idari mekanizmaların zaman içinde ve toplumsal evrime göre değiştiği ve değişmesi gerektiği gerçeği oluşturuyor.

* * *

ZATEN tarih de budur! Devlet yapıları dahil, durağan hiçbir şey yoktur ve olamaz!

Her şey hayatın pratiğinde sınanır. Eğrisi doğrusu, eksisi artısı adamakıllı gözlemlenir.

Pürüz ve yanlışlar önyargısız saptandıktan sonra da bunları aşacak seçenekler aranır.

Onlar da iyicene tartışılır ve yeni "model"e geçilir. Yahut eskisi "rektifiye" edilir.

Tıpkı, bırakın lisánına izin vermeyi, geçmişte sömürge askerleriyle birlikte Bröton kökenli neferleri de "zayiat taburu" olarak ön cepheye sürmüş o "ultra üniter" Fransa’nın bile hanidir çift dil kullanıyor ve hanidir yerel parlamentolar barındırıyor olması gibi!

Oysa Türkiye’deki durum ortada, böyle bir şeyin tartışmasını dahi teláffuz ettiğiniz an, isterseniz eski darbe lideri general olun, ağzınıza kırmızı biber sürülüyor. Kodes beliriyor.

Ve de tabii ki, alnınıza koskocaman harflerle "hıyanet-i vataniye" yaftası yazılıyor.

* * *

TAMAM da, merkeziyetçilikten adem-i merkeziyetçiliğe doğru kavis çizilmesi gerektiğini söylemekle benim o vatana ihanet ettiğime hangi kurum, nasıl karar verecek?

Aksine, benim aynı vatanı çok sevdiğim ve gidişattan büyük endişe duyduğum için, ok yaydan çıkmadan önce davranılması kaygısıyla bunu önerdiğim gerçeğini kim es geçebilir?

"Vatan sevgisi"nin ölçüsü statüko duraganlığı mıdır? Tabu dokunulmazlığı mıdır?

Yoksa yoksa, "Kürt kelimesi kardaki kart kurt sesinden doğdu" ahmaklığı mıdır?

Konuyu cumartesi günü farklı idari mekanizmalar çerçevesinde inceleyeceğim.
Yazının Devamını Oku

Osmanlılık ve merkeziyetçilik

7 Mart 2007
KENAN Evren’in akl-ı selim beyanatlarıyla gündeme gelen şu "eyálet tartışması"na ilkin tarihten başlamak gerekiyor. Bilhassa da kendi tarihimizden başlamak gerekiyor. Malûm, Bizans’ın maddi ve manevi mirasını devralan Osmanlı İmparatorluğu’nun merkeziyetçi; háttá ultra-merkeziyetçi olduğu çok yaygın bir kanı oluşturur.

Nitekim, başta "Doğu despotizmi" ve "hidrolik toplum" teorileri olmak üzere, bizim coğrafyamızın neden Batı tipi bir süreç izlemediği konusunda Marx sayfalar döktürmüştür.

Avrupai tür klasik feodaliteden geçmemiş olmamızın nedeni önce Konstantinopolis’in, sonra da Konstantinniye’nin çevre ve taşra üzerinde kurduğu tahakkümle açıklanır.

Peki de, Osmanlı İmparatorluğu gerçekten söylendiği kadar merkeziyetçi miydi?

***

ASLINA bakarsanız, bu soruyu "hem evet, hem hayır" diye cevaplamak gerekiyor.

"Evet"in kapsamı zaten aşağı yukarı bilindiğinden ve şimdiki "eyálet tartışması" da "hayır"ın çerçevesine girdiğinden, birincisine hiç değinmeden hemen ikincisine geliyorum.

Her şeyden önce, Osmanlı yönetim tarzı pragmatik ve pratikti!

Emperyal yapının bugünkü türden dogmaları yoktu ve tabu dokunulmazlığı sınırlıydı.

***

ÖYLEYDİ, çünkü Saray’da hüküm süren merkeziyetçi arzu ve irade ne olursa, temel ve vazgeçilmez hedefi İmparatorluğun bekásı oluşturduğu içindir ki, Dersaadet daha ilk andan itibaren ve şartlar gerektirdiğinde, "adem-i merkeziyetçilik" uygulamaktan hiç çekinmedi

Rumeli ve Anadolu beylerbeylikleri zaten kısmi bir "merkez kaç" kávis çizerler.

Fakat çok daha önemlisi, yukarıdaki pratik kaygı tüm fütûhat devrinde de geçerli oldu.

Nitekim, Yarımada Helenlerinin "Türkleştirilmesinden" farklı olarak, Payitaht’a bağlı kalmalarına rağmen doğuda Pontus, Kürt, Ermeni ve Gürcü etnisitelerinin kısmen yarı - özerk yapı koruması; batıda ise Eflák, Boğdan, Mağrib, háttá Kırım ve Arnavutluk yerel otoritelerinin, adı üzerinde "beylik" olmaları, bunun somut göstergelerini oluşturur.

Üstelik, Dersaadet Kürt bir Dersim’e ve Ermeni bir Sason’a hemen hiç "ilişmedi".

O halde diyebiliriz ki, kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez misáli, "emperyal pragmatizm" daima ağır bastı ve "adem-i merkeziyetçi" uygulama hiç eksik olmadı.

***

ARTI, yukarıdaki "kaz-tavuk" sürecinin kurumsallık kazanması da söz konusudur.

Şöyle ki, mûlk, mali "tımar" sisteminin 17. yüzyıldan itibaren sekteye uğrayarak bunun yerine "iltizam" sisteminin yerleştirilmesi; yani devletin vergi toplama işlemini yerel aracılara (mültezim) "kiraya vermesi" (!), tabiatıyla "merkez kaç" sürecini de hızlandırdı.

O mültezim devlet kasasını doldurmaktadır ama artık devletin marjında kendi kasasını da doldurmaktadır ki, böylelikle "adem-i merkeziyetçi" bir iktisadi altyapı doğmaktadır.

***

SONRA, ilk bakışta çelişkili görünse dahi, birer modernleşme arayışı olan Tanzimat süreçleri aslında hem merkezileşme, hem de adem-i merkezileşme süreçlerini getirdiler.

Eyalet sisteminden vilayete geçildiği ve tebádan yurttaşa doğru adım atıldığı için burada yeni tür bir merkezileşme söz konusudur. "Cumhurlaşma" nüveleri yeşermektedir.

Fakat yukarıdaki süreç aynı zamanda, Mithat Paşa’nın Tuna mamûrátından Mısır hidivlerinin Nil reformlarına, İmparatorluk tarihinde görülmemiş ölçüde ve yine yeni tür bir "adem-i merkeziyetçi" açılıma tekabül eder. Periferi ilk kez böylesine ivmeyle sıçramıştır.

O halde, Cumhuriyet merkeziyetçiliğini tabu kılanlar burada işlerine geldiği için, aslında hiç hazetmedikleri bir imparatorluk geleneğini sahiplenir gözükse de, o imparatorluğu "ultra merkeziyetçi" olarak tanımlayan Marksist ve Marksizan teoriler yanıltıcı ve eksiktir.

Konuyu yarın genel idari mekanizmalar çerçevesinde inceleyeceğim.
Yazının Devamını Oku

Evren’in gerçeği

6 Mart 2007
GERÇEKLER inatçıdır!<br><br>Gerçekler öylesine inatçıdır ki gün gelir, bütün hayat ve siyaset paradigmasını onların inkárı ve reddi üzerine inşa etmiş olan kurum ve şahıslara dahi kendilerini dayatırlar. Dönüşüm bir "nesnel saptama" olarak varlığını empoze ederler.

İşte, 12 Eylül lideri ve eski Cumhurbaşkanı, emekli Orgeneral Kenan Evren’in son akl-ı selim ve bilgelik açıklamalarını da aynı çerçeveye oturtmak gerekiyor.

* * *

ANCAK, yukarıdaki dönüşüm sürecini "dank etme" yahut "tükürdüğünü yalama" gibisinden mecázi anlamdaki küçültücü deyimlerle tanımlamak istemiyorum.

Çünkü, nihayetinde bunun farkına varmış olabilmek bile başlıbaşına bir erdemdir.

Ne denli geç ve ne denli sancılı olursa olsun, çok uzun süre inkár ve reddedilmiş gerçekleri kabullenmek özünde bir feráset, bir tecrübe, bir sağduyu göstergesidir.

Bu açıdan da "küçültücü" değil, tam tersine "büyültücü"dür. Háttá, "yüceltici"dir.

Hele hele, 1982 Anayasası’ndan Cumhurbaşkanlığı yıllarına, Evren’in mazide benimsemiş ve uygulamış olduğu siyaset pratiklerinin son açıklamalarıyla yüzde yüz zıtlaştığı göz önüne alınırsa, emekli orgeneralin bugünkü tutumu kendisini daha da yücelticidir.

Üstelik, değişmezliği ve duraganlığı "pilavdan dönenin kaşığı kırılsın" raddesine vardırmış bir kültür bünyesine bunu yapabilmek, ayriyeten bir cesaret simgesidir.

* * *

ZİRA, böylesine "pilavdan dönenin kaşığı kırılsın" kültürlerinde, değişmezlik ve durağanlık ideolojilerinin inatçılığı gerçeklerin inatçılığına taş çıkartır.

Nesnelliğe ve somutluğa karşı direnen kör ve sağır ideolojiler, "kellim kellim la yem fa" hesabı, nihayetinde mezara da aynı nakaratı tekrarlayarak girerler.

Reddettikleri gerçeklerin sularında boğulurlar. Bir anlamda, intihar ederler.

Artı, hükümranlık kurmuş oldukları toplum ve ülkeleri de aynı akıbete sürüklerler.

Üstelik buna, tartışılmasını dahi yasakladıkları o nesnel ve somut gerçeklerin "ölüme götüreceği" psikozunu yaratarak sebep olurlar ki, özür kabahatten bin kat büyüktür.

* * *

BUGÜNKÜ yazımda, 12 Eylül Cuntası lideri ve eski Cumhurbaşkanı, emekli Orgeneral Kenan Evren’in eyálet projesine ilişkin sözlerine ayrıntılı biçimde girmeyeceğim.

Federasyon, konfederasyon, adem-i merkeziyetçilik, üniter devlet, gevşek ünitarizm türünden idari yapıları ve onların uyarlanabilirlik varsayımlarını yarına bırakıyorum.

Ancak aslına bakarsanız, bunlar ne kadar hayati önem arzediyor olsa da, Evren’in açıklamalarındaki temel nokta yukarıdaki "teknik sorunlar"ı fersah fersah aşıyor.

Zira o hayati noktayı yukarıdaki "inátçı gerçek"in ifade edilmiş olması oluşturuyor.

* * *

ÖYLE, çünkü yönetim tarzında merkeziyetçiliği ve Kürt kimliğinde inkárcılığı en zirveye ulaştırmış olan bir "birisi" işte çıktı ve, "bu iş artık böyle gitmez ve gidemez" dedi.

Bunu, alnına derhal "vatan haini" (!) yaftası yapıştırılan sen, ben, bizim oğlan gibi bir sıradan fáni değil, Evren söylüyor!

Az buz şey mi? "İnátçı gerçek" bundan daha ciddi biçimde kendisini dayatabilir mi?

Bu satırlar yazarı ki tam 12 Eylül Cuntası döneminde askerliğini yapıyordu ve Ankara’ dan gelmiş kurmay subaylar tarafından, zaten varolmadığı varsayılan "Kürt" kelimesinin bile, karda yürürken çıkan "kart kurt" sesinden türediğine dair "eğitim" (!) görüyordu.

Ve Başkomutan kademesinde, şimdi "Dünya değişti ve katı milliyetçilikle bir yere gidilemiyor. Leylá Zana istese, onunla da görüşürüm" diyen Kenan Evren bulunuyordu.

Evet evet, gerçekler inatçıdır ve onları kabullenmek en çok da Evren’in onurudur!

Yazının Devamını Oku