1967 Arap-İsrail Savaşı’nın yegáne ve yegáne sorumlusu Cemal Abdülnasır’dır!
Daha doğrusu, Mısır önderinin şahsında sembolleşmiş olan Baas tipi milliyetçiliktir.
Askeri harekáta ilk girişen tarafın Tel Aviv olmuş olması ise bu gerçeği değiştirmez.
Dolayısıyla da, Kahire’nin "Reis"i sırf "muhteşem bozgun"dan (!) değil, Ümmü Gülsüm’ün dün sözünü ettiğim hüzzam şarkısındaki o "Harábeler"den sorumludur.
Söz konusu "Harábeler" ki, İslam álemini diğer bütün din uygarlıklarıyla karşı karşı getiren muazzam bir depremin travmatik yıkıntısıdır.
Ve zelzele, tam kırk yıl önce bugün patlak vermiş olan Savaş’la gerçekleşmiştir.
* * *
İŞTE, aradan geçmiş olan o kırk yılın mesafeli açısı artık tereddüte yer bırakmıyor.
Yine dün dediğim gibi, 1967 haziranında ihtirasla Arapları desteklemiş olan bu satırlar yazarı için dahi, Savaş’ı Cemal Abdülnasır’ın provoke etmiş olduğu göz çıkartıyor.
Kronolojiye bakalım, "Reis" 14 Mayıs 1967’ta 1956 ateşkes kararını ihlál etti ve Mısır kuvvetlerini Sina’ya soktu. Ertesi gün BM gücünün Yarımada’dan çekilmesini dayattı.
22 Mayıs’ta da Şarm el Şeyh Boğazı’nı ve Akabe Körfezi’ni İsrail’e tamamen kapattı.
30 Mayıs’ta ise Ürdün ve Irak ordularını kendi komutası altına altı.
Oysa aynı tarihte, Yahudi Devleti’nin "şahin" kurucusu Ben Gurion’un aksine, baştan beri Araplarla birarada yaşamak tezini savunan Levi Eşkol hükümeti iş başındaydı.
Saldırıya hazırlanmadığını ispatlamak için de, Tel Aviv’deki Sovyet elçisi Çukavin’i tüm sınırı denetlemeye davet etmek dahil, tansiyonu düşürmek amacıyla hep "alttan aldı".
Moşe Dayan’lı milli kabinenin kurulması 1 Haziran’a ve "dönülmez nokta"ya uzanır.
* * *
ÇÜNKÜ, yine mesafeyle baktığımız takdirde görüyoruz ki, "saldırgan taraf" sayılmak pahasına, yukarıdaki tırmanıştan itibaren İsrail’in savaştan başka çaresi kalmamıştı.
BM’nin serbest seyrüsefain kararına rağmen Süveyş’i kullanamaması bir yana, yakın ilişki içinde bulunduğu Afrika ve Asya’ya tek çıkış limanı olan Elyat da artık kapanmıştır.
Diğer bir deyişle, Nasır,en önemli ve en hayati "nefes borusu" da tıkamıştır.
Artı, o güne dek "hámi" addedilen ve başta hava kuvvetleri, Siyonist ordunun silah ihtiyacını karşılayan Fransa bu kez de Gaulle’nin ağzından "benden paso" demiştir.
Daha artı, hüküm sürmekta olan Soğuk Savaş konjonktüründen dolayı Birleşik Amerika Başkanı Johnson bile Dışişleri Bakanı Abba Eban’a "itidal" tavsiye etmiştir.
Zaten ABD’nin İsrail’i "kışkırttığı" iddiası sonradan uydurulmuş koca bir yalandır.
Davudi yıldızlı ülke taarruzunu saklamış ve Beyaz Saray’ı "oldu bitti"ye getirmiştir.
Dolayısıyla, eğer illá "kışkırtma" aranacaksa, bölgeye yerleşmek isteyen Moskova’nın Arap liderlere verdiği "gaz", Washington’un Tel Aviv’e getirdiği desteği kat be kat aşar.
Nitekim, iki başkent arasındaki "stratejik eksen" Altı Gün Savaşı’nın ertesine uzanır.
* * *
OYSA tam o Savaş arifesinde, Maşrık’tan Mağrib’e bütün Araplar kendilerinden öyle emindiler ki, bangır bangır marş çalan ve "ajitasyon çeken" radyolar "çıfıtı denize döktük, döküyoruz" türünden rezil bir anti-semit edebiyatla, daha baştan zafer müjdeliyordu.
Ve hayat memát meselesi, buradan itibaren hiçbir devletin elleri armut toplayamazdı.
Uluslararası camia nezdinde saldırgan addedilmemek için ilk darbeyi karşı tarafın indirmesi beklendiği takdirde, bütün bir ülkenin ve milletin varoluşu rizikoya girmiş olurdu.
İşte, Cemal Abdülnasır ve Baas milliyetçiliğinin tek sorumlu ve tek suçlu olduğu 1967 Savaşı’nda İsrail bu rizikoya girmediği içindir ki, Arap - İslam álemi tam kırk yıldır, Ümmü Gülsüm şarkısındaki o "Harábeler" üzerinde, heyhat, gazel okumayı sürdürüyor.
Yarın, aynı İsrail’in kırk yıllık suçu ve sorumluluğu dahil, konuyu tekrar işleyeceğim.