Harika bir yeni yıl zamanıydı. Hafta sonu geri sayım başladığında birkaç saat daha geriden saymak için eşimle uzaklara kaçalım istedik...
Minik bir mahalle pub’ında, dünyanın dertlerinden uzak, kendi derdimize yakın sıradan bir akşam geçirdik.
Geri sayım başladığında televizyona bakıyorduk elimizde içkilerimizle.
Bir yandan haberler açılıyordu. İç çekiyordu dans ederken insanlar.
Oh diyorduk, bir yerde bir şey olmadı. Güvendeyiz.
Sohbetlerde ‘talihsiz bir piyasanın sorumlusu’ gibi dinliyordum bir Türk olarak bütün yalnızlık sohbetlerini.
Konuşmuşluğum bile yoktu üstelik. Utanınca dilim dolanır benim.
Muhtemelen akşamları annelerin elişiyle gelip kendi kanalını açıp izlediği çok sesli, çok sırlı odalar...
Odaya 37 ekran televizyon alındığında eve gelen komşulara illaki gösterildiği tatlı küstahlıklar zamanı. Üstündeki danteliyle, bol tüketilen mandalinasıyla, büyük sorunların aile içinde örtbas edildiği ama çocukların her şeyi anladığı yıllar...
95-96 senesinin civarındayız. Şahane bir yeni yıl yemeği sonrası eve geldik, uyuduk.
Gecenin yarısı ranzanın yanındaki koltukta baktım annem bir film izliyor sessizce ağlayarak.
Hiç sormadım ne olduğunu. Çocuk aklımla uyandığımı fark etmesin diye kendimi gizlemeye çalıştığım yorganın altından baktım durdum.
Ertesi hafta gece yarısı annem odanın kapısını açtı, babam da arkada. Ablamla ben de uyandık tabii. N’oluyor yahu!
“TRT’de bir film var. Geçen hafta vermişti, telefonlar susmamış, yine vermişler! Çabuk kalkın, izlemeniz gerekiyor!”
İnanılmaz bir konser verdiler Zorlu PSM’de geçtiğimiz günlerde.
Konuk sanatçılar Harun Tekin, Gökhan-Hakan (Athena), Şebnem Ferah derken coştu da coştu sahne.
Keşke Özge Fışkın da olsaydı dedim. Türkiye’nin Bette Midler’idir kesinlikle.
Astım hastası gibi nefes alıyor İstanbul’un merkezi yerleri. Ölmek üzere olan bir İstiklal Caddesi genci olarak, Mojo ve Hayal Kahvesi, bize 10 yıl önce bugün tuz buz olacağını anlatıyordu aslında.
Şarkılarla anlatıyordu.
Neyse, konser harikaydı.
Şimdi bir düşünce aksa gitse yazılara ve hiç bulaşmasa didaktik olmaya dedim.
İnsan, üç yeri frekansla kaplı derin bir ruh sonuçta.
Peki ya zihnin radyosu olmasa, gerçekten susup neyi dinlerdik?
Bunca iç geçirmelerimizin, yogalara, meditasyonlara tonla para yağdırdığımız sükunet bir an için terk etse mekanı ve bu “beyin radyosu” sesini sonuna kadar açsa...
Bu hafta da Giriş Katın Bir Altı radyosu sizler için yayında:
Orduevinde öldürülen kediye bak, annesiyle konuşan askerin üssünden yediği dayak sonucu ölümüne bak...
Paylaşılan fotoğrafta bir köpek de vardı üstelik. Seven çok kalmıyor.
Sendeki sinir nişanlı mişanlı değil. Sen başka sevdan olmadı diye dertlisin.
Sivil hayatta da “çimlere basmayın” uyarısına bir tek askerler uyar, biliyor musun?
İncirlik’te yaşamış biriyim. Nizamiye girişinde hayvan olması askere de iyi gelir. Kedisi, köpeği hep beslerler zaten. Seninkine “şafak attırması” denir. Boşluktan, vasıfsızlıktan.
Bu Taner Hepşen denilen şahıs, cezalandırılmalı. Zaten psikopatlık suç değil mi?
Bıktık politika seyretmekten. Birileri bize çıksın, “Bak yavrum şunu yapma, bunu yapma” diye baştan anlatsın.
Korteks hoşaf olmuş ülkede. Aynı bilinci kaynat, dur.
Toplumları eğitme görevi kimin kardeşim? Öğretmenlerin.
◊ Göğüs Hastalıkları Uzmanı Dr. Nilüfer Aykaç’la görüştük geçenlerde. Türk Toraks Derneği, Türkiye’nin en büyük göğüs hastalıkları derneği. Nilüfer Hanım da derneğin hava kirliliği görev grubu başkanı. “Sürdürülebilir yaşam” adıyla düzenledikleri sempozyumda, fosil yakıtların zararlarından bahsetti. Artık kalp rahatsızlıklarının da yüzde 24’ünün nedeni hava kirliliği!
◊ Tamer Yılmaz, bu yıl bir markayla “Balıklar Boğulmasın” adlı bir sergi çalışması yaptı. Birçok kişi de sergi için sualtında kendisine poz verdi. Fosfat kullandığımız deterjan ve ev temizlik malzemeleriyle denize karışıyor ve balıkların ölmesine neden oluyor! Balıklar da “boğularak ölüyor”. Aman dikkat!
◊ 25 Kasım, Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’ydü. Binlerce kadını İstiklal Caddesi’nde “kendini bağırırken”, varlığının öneminin altını çizerken gördük.
En güzeli, destekleyen erkeklerdi. O akşam belki de ilk kez “Bu akşam yemeği siz yapın, ben biraz hava almaya çıkıyorum” diyen, gizli katılımcılar da vardır. Ben tanıyorum bir-iki kişiyi. Onlar için iyi bir adım oldu.
Kalbimizi parçalayan bir vicdan konusu
Malatya’da Alevi ailelerin yaşadığı 13 evin kapısına kırmızı boyayla çarpı işaretleri atıldı.
Türkiye, bazen üzerinde “ihtiyaç halinde kırınız” yazan ama içi boş olan camların bulunduğu o eski belediye otobüslerine benziyor.
Pürtelaş Tiyatro’nun Serdar Biliş yönetmenliğinde sahneye koyduğu, Anton Çehov’un “Martı” oyunu sezona harika bir giriş yaptı. Zorlu PSM ve DasDas Sahnesi’nde oynayacağımız oyun büyük ilgiyle karşılandı. Boran Kuzum, Ecem Uzun, Fırat Tanış, Kayhan Açıkgöz, Serdar Orçin, Sevil Akı, Şerif Erol, Tilbe Saran, Yasin Bardakçı, Cem Cücenoğlu (ve ben) derken sahne bildiğin coşuyor.
Dört oyun arka arkaya oynadık. 4-12-18-19 Aralık’ta Zorlu PSM ve 12 Aralık’ta Dasdas Sahnesi’nde izleyicilerle buluşmaya hazırız!
Bir not: Festivale oyun hazırlamak özenli bir iş. Büyük bir coşkuyla biletlerini günler öncesinden alan seyirciye iyi bir şey sunmak hepimize heyecan verdi elbet ama şunu söylemeliyim ki festivallerin ve gösteri merkezlerinin içinde sıklıkla prova yapılamaması ciddi bir sorun.
Prova salonu tedarik edilmesi ve tedarik edilen “odaların” festivalde oyun oynayacak insanların prova yaptığı alan olarak görülmesi de bir ricamdır.
Bu anlamda Kadir Has Üniversitesi’ne teşekkür etmek lazım. Prova için karşılık beklemeden bize kapılarını açtı.
Gel gelelim, oyunun dekoru (sürprizi kaçmasın) yeşil bir platform, yurtdışından getirilen özel bir malzemeyle kaplı.
Seyirci içeri girdiğinde sanki işaret edilmişçesine o kadar çimen dekoruna bastı ki insanın basmayın derken içi sızlar!
Tam da bu yazıya odaklandığım günlerde, başlangıç noktamı keşfettiğim bir soru geldi doktordan: “O kadar acıdı mı yahu?”
“Ne enteresan bir soru” dedim. Acıya duyduğumuz yaklaşım açısından özellikle belirtmek istiyorum ki canınız acıdığı zaman bunu ispat etmek zorunda değilsiniz, bu görülür çünkü... Bir iğne ağrısından bahsetmiyorum bu noktada elbette. Vücudumuz günlüğümüzdür. Sırlarımızı bilir. Vücudumuz anlatıcı değil açıklayıcıdır.
Evet konumuz yine istismar!
Yine duyarlılık!
Mağdur edilen insanın yanında durmak istemiyoruz.
Çünkü acıyı keşfetmenin hazin tarihini bilmiyoruz!
Vücudumuza son yıllarda giydirilen “olumlu düşünme” ve “farkındalık” atletlerinin bir boy küçük olmasından, günü kurtarmasından kaynaklı da olabilir bu