Kışa girerayak, öğle vaktinin sıcağı tadından yenmez.
Isınmaya çalışan bir gençliğin sönmeyen ateşi, tarihi yaşayandan dinlemektir.
Boyası kuruyup solan, el emeğiyle inşa edilmiş eski tip bir evin çardağındayız.
Kasım ayına az kalmış.
Eşin, dostun, akrabanın haddini bildirirken, yemek tarifinden evin eski haline kadar gitti sohbet.
Eski fotoğraflar çıktı.
O fotoğraflardaki, Sakarya’nın Yesari Asım Ersoy dinleyen, duası elinde, türküsü belinde, ayağında çocuğu, tarlada tütünü, bağında üzümü olan Türk kadınından başkası değildir.
“Köpek gibi âşık olan” bir milletiz biz!
“Bir kedim bile yok. Hadi gülümse!” diyen bir Sezen Aksu şarkısında, bir Sait Faik Abasıyanık hikayesinde, bir Mustafa Kemal Atatürk fotoğrafında rastlarız onlara.
Sokak köpeklerinden rahatsız mısınız?
Taşının efendim. Başka ülkeye gidin.
Ya birinin cep telefonu görüntüsünde, babamı Eyüp Belediyesi çalışanı olarak, uyuttuğu bir köpeği kamyonun arkasına fırlatırken görseydim?
Üç kuruş para ya da birinin “aferin”i için yapılacak iş değil.
Okumayanlar varsa şiddetle tavsiye ederim.
Sanırım 21 yaşındaydım okuduğumda.
Özellikle dikkatimi çeken bir bölüm var. “Kıskanırım Seni Ben” şarkısının sözleri üzerinden kıskançlığı ilmek ilmek inceliyor.
Muhteşem notlarından biri şu oldu:
Kıskançlık, temelde derdinin ne olduğunu anlatamadığın derin bir yerde yatıyor. Ağzından memesi alınmış bebek hassasiyetinden bugüne örülü ve konuşulmamış bir yer devreye giriyor.
Geçenlerde ses tellerimi kontrol ettiriyorum. Malum mesleki akortlar. Yanımda eşim de var.
Bu ses tellerine bakma hadisesi gerçekten büyük sınav.
Hep giden, hep polemik yaratan, hep kafasına çok takan, hep detaycı, hep inatçı, hep saldırgan, hep kurnaz...
Hiç yalan konuşmam...
Kendi yeteneğini ve kendi potansiyelini el yordamıyla anlatana kadar yaşamım, birilerinin hakkımdaki “zor biri” imajımın, mesleki ve iletişim bakımından bir engel teşkil ettiğini belli eden, bunun karar mercii olduğunu düşünen üst düzey insanları izleyerek geçti.
Çünkü kendimi, ”kendimi kazanmam” üzere eğitmem gerektiğine inandım.
Çok basit bir formül var: Başınıza gelen şeylerin sorumluluğunu yüzde yüz kendinize yahut başkalarına yıkmadığınızda bu durum ortaya çıkıyor zaten.
Kendinizle ilgili vereceğiniz sınavların hepsinden pekiyi beklemememiz gerektiğini, sosyal sorumluluk projelerinden birinin hâlâ çocuk gelinler olduğunu da bildiğimiz bir ülkenin çekirdeğinden yazıyorum.
Fazla uzaklaşmak mümkün değil zaten!
Geldi İshiguro, aldı vallahi.
Diyorum ben bu işi İsveç bilim insanlarına bırakırsak, bu iş hayırlara vesile olmaz. ’Nobeli kendinden’ yaşayan son insan ırkıyız biz.
Ağzımızda bir iyi niyet, bir neşe, Allah’ım bir coşku... BİTMEZ...
Etrafında ne olursa olsun “aman sen aranı güzel tut, hoş tut” derken bir şerbetlik, bir nabızölçerlik, bir en iyisicilik, bir “vallahi hep iyi niyetimden”cilik...
Ooh... Bitmez...
Ama alışabiliriz hatta azalabiliriz de!
Bizim durumumuz daha farklı. Kişisel becerilerimiz arasında en parlak olan özelliğimiz, fedakar konuşmalarımızdan başkası olmaz. Olamaz.
Destek olan markaların iletişim sorumluları, müdürleri sahnede teker teker konuşma yaparken fark ettim ki, Türkiye’de de açık ara farkla okuyan, araştıran; hayata, sanata, özgün ifadeye duyarlılık gösteren KADINLAR KURTARACAK BU DÜNYAYI!
Düzgün Türkçesi, vücut dili ve güçlü konuşmacı kimliğiyle büyüleyenler, vallahi de billahi de kadınlardı.
Gecenin önemli isimlerinden Zeynep Oral konuşmasını yaparken tarihe nasıl tanıklık ettiysek, aldığı Onur Ödülü’nü bir gazeteci ve akademisyen olarak meslektaşlarının “bağımsızlığına” adamasıyla da gecenin en duygulu anlarından birini yaşadık.
Haliyle Anton Çehov’un “Martı” oyunuyla bu yıl ilk kez bu festivalde yer alacağımı bildirmek ve içinde kimler yok ki diye sayıp dökmek istedim.
Yıllar evvel Moliere’in oyununu başarıyla yöneten Serdar Biliş, İngiltere ve Türkiye’de çok ses getirmişti. Bu yıl “Martı” oyunu yorumuyla seyircilerin bizden çok kendisine hayran kalacağından eminim. Müzikler de elbette yeni albümünü heyecanla beklediğim Çiğdem Erken’den. Daha ne oyunlar var... Biletleri hemmen alın derim.
Bu hafta aynı zamanda İKSV Filmekimi’ndeyiz. Pamuk eller sanat için!
“İyi bir komşu” aşuresini esirgemeyendir
Bir dakika, bu böyle olmaz; yazıya sizin haberiniz yokmuş gibi girmeli. Yoksa böyle bir şey insanın başına nasıl gelir...
Gelir işte!
Sabah kalktım. Gmail hesabıma giremiyorum. Neden? Numaramı değiştirmişim, güvenlik için kaydettiğim numara da eski. Anlayacağınız,15 yıllık geçmişim çöp! E-mailim ile aramda bir benlik kavgası ki anlatamam. Üstüne: Özene bezene yaptırdığımız banyo, sen alt kata ak! Alt kattaki komşu nasıl üzgün... Masraflar çöp oldu bir yana, bir yandan da usta usta koştur!
İzmir’e gittim iş için. Öncesinde, inanılmaz huzursuz bir arkadaş toplanmasında oldu. Sen evi bırak, arkadaş buluşmasına git. “Bugün havamda değilim” diyen bir arkadaşın baş ağrısının sebebi gibi kalıver ortada. Akıl almaz! Uzbaş bağının üzümlerine sarıldım hemen. Dedim, kara üzüm habbesi bana da lo lo lo eder mi?
O günlerde bir yerde konservatuardan eski bir arkadaşımla karşılaştım. Garibim, şeker bir kız ama tek hatası var: Beni sevmiyor (şair burada gülüyor). Selam vereyim derken, kulağımda telefon... Elimi bir fütursuz salladım ki hoop, memeyi avuçladım. Tabii acayip bir bakış. Yerin dibindeyim. Dedim, “Gerçekten özür dilerim.” “Selam vermek istedim” dedim.
Ben yaşıtlarıyla uzlaşamayan, geliştirilen yeni çağ diline ayak uyduramayan bir genç olduğum için, kıskanılmak bile hep işkence olmuştur. Lakin bizlerden de zaman çalıyor, bilen bilir.
Neyse, bittim ama zaten ciğerimden parke sistresi renginde nefes veriyorum! “Aman, fani dünya!” diyorum. Bu nefesin rengi artık nasıl sihirli anne dizilerine döndüyse sete geldiğim zaman kısılan sesim de aniden gitmesin mi! Haydi doktora! Larenjit olmuşum. Bin yıldır karşılıklı ismi olan nodüllerim kızarmış. Bitmişim ben yani.
Doktor bu zamana kadar tıbbın bana çare olamadığı bir şeye kulak vermem gerektiğini söylemez mi? Dedi ki, “Gonca, bir süre susmak çok iyi gelecek.” Hiç hazır olmadığım bir gerçeklik. Önce bir panik duygusu sardı ruhumu. Yaşadığım zamanın hızıyla mekânın mutsuzluğu bir olmayınca ne sandım biliyor musunuz? İki kıytırık parke, musluk, tuhaf insanların algısı ve üstüne milletin “Bunları takarsan kendine edersin” tesellisi arasında koca bir yalnızlıkla ağlaştım, durdum.
Sağlı sollu sıra olmuş sanat dağları. Aykut Cömert, Çağla Sel, Sun-Tai Yoo, İlke Kutlay, İhsan Oturmak, Ayşe Topçuoğulları, Bedri Baykam, Ali Elmacı, Pemra Aksoy, Erdinç Babat, Ekin Su Koç, Gustavo Díaz Sosa... Kimler yok ki...
Ezel ve ebed arası tonla iş. Geleneksel adıyla hatırladığımız geçmişimizin gelecekle süslendiği onca hayal. Kim evinde misafir etmek için tonla para yığmaz ki sanatın baktığı dünya falına. Yaşları belki benimle aynı, belki benden yıllarca büyük insanların birçok eseriyle karşılaştık Contemporary’de bu yıl. Arkasından 'iyi bir komşu' teması altında İstanbul Bienali girince anladım ki, yalnızca sanat değil acil yardım isteyen insani ihtiyaçlarımız konusunda. Artık hayallerimizle hayatın içinde temsil ettiğimiz karakterlerimiz aynı çağrıyı yapmak zorunda. Zevksiz olan yalnızca özensiz döşediğimiz evimiz değil, çevre kirliliği bile dahil bu yalnızlığa.
Peki bizi neremizden dürtmeli? Nasıl bir uyanışa ihtiyacımız var? Çağdaş dediğimiz başlığın ürkütücü, yalnızlaştırıcı, somut ve nesnel düzenlenişi dışında, nasıl bir çağ anlatımına ihtiyacımız var ki ben o sanat fuarında, Suriye-Türkiye sınırında kalmış insanların başka yere kıpırdayamayışına, 'sınırlı' insan oluşuna üşüyerek, İstiklal Caddesi'nde insanoğlunu ayakkabılarından tanımaya başlayan çocukların yüzlerindeki ifadeye böylesine yüreğim yanarak baktım.
Aslında yılda birkaç kez sanatçılar şehrin her yanında göreceğimiz şekilde anlatmalı, varlığıyla temasa geçemediğimiz bu gerçeğin çağımızla olan münasebetini.
Heyacanlı olduğum bienal için de farklı bir şey anlatmayacağım. İyi bir komşu, kapısını açık tutandır kardeşim! Ya da gönül kapısı mı desek?
Yazar Göksel Bekmezci ne güzel demiş: “Komşusu açken tok yatan bizden değildir sözünden sadece gıda yoksunluğunu anlamayın. Bilgiye, ilgi ve iyiliğe de açlarsa lütfen uyumayın!"
BLOGGER DEYİNCE
AUzun zamandır takip ettiğim bloglardan biri de 'listenbeforeyoulove'. Ersin Babaoğlu’nun şahane blogu. Özellikle alternatif, indie rock ve birçok yerli-yabancı yeni isme yer veren blogun bu haftaki konuğu Selçuk Sami Cingi’ydi. "Yeni şeyler dinlemek istiyorum, dünyada neler oluyor yahu" denildiği vakit kapısını çaldığımız bir blogumuz var. E blog var, mutluluk var kardeşim.