Gonca Vuslateri

Lambaya “Pöf” de!

13 Eylül 2017
Televizyon dünyasının en renkli zamanı başlıyor.

Bu zamanın bir yolcusu olarak son dönemde dikkatimi çeken bir konuya kendi objektifimden bakarak açıklık getirmek istedim.

Malum, oyunculuk da her meslek kadar zor iş. Hele de adamakıllı bir telif sistemi olmayan Türkiye’de, kendimizle ilgili temennimiz, tesellimiz aynı zamanda. Oyunculuğun “var olabilme” meselesini sağlıklı sürdürebilmekten başka bir şey değil istediğimiz.

Bugün bir oyuncunun oynadığı drama sezonu tamamladıktan kısa bir süre sonra en fazla 70 ülkeye pazarlanıyor. Üstelik her hafta bir “Titanik” filmi çektiğini düşün. 130 dakika iş! 167 olanları zaten intihar. Biz telif alıyor muyuz? Asla. Bu yapımcının hatası mıdır? Asla. Böyle bir emek yasası yok çünkü. Sizler sosyal medyada karşılaştığınız yorgun yüze bakıp gündelik hayatımızla ilgili özgür fikirlerin içinde yol alırken, biz biliyoruz ki dünün uykusundan ve yarının endişesinden başka bir yüz değil taşıdığımız.

Geçenlerde bir habere rastladım. “İşine son verilen oyuncular” başlığı adı altında çalıştığı dizi ve TV işleriyle yollarını ayıran oyuncular, sunucular... Haberin içeriğinden çok merakın içeriğiyle ilgileniyorum ben malum.

Başka bir platformda uzun uzun anlatılır. Ağızlar açık kalır. Ama biz de bıkmıyoruz şaşırmaktan.

Kendimle ilgili örnek vereyim. Yıllar evvel bir dizi ile 10 bölümlük iş yaptım. İş bittiğinde haber çıktı “Öpüştü ve ondan ayrıldı” diye. Tamam, haber komik. Mevzu bile değil. Hele ki kendimi baz alacaksam (Şair bu noktada kahkaha patlatmıştır,kesin bilgi!) Üstelik böyle bir şey söz konusu değil. Bizler zaten işimizin gereği bir sahnede birini öpüp kokluyorsak, size de harika hikayeler anlatıyorsak; haftada 140 dakika dizi çekerken insanın aklına sadece ay sonu KDV’leri, bir sonraki işleri, ha bir de -varsa sağlam bir menajeri- kariyeri oluyor. Ahanda başka endişemiz yok!

Öpüşecek, koklaşacak, biriyle kavga edecek yer kalmadı da çukurlara mı doluştu bu ahlak? İş saatlerine mi kaldı? Oyuncuları ve medya dünyasının insanlarını seçkinleştirirken magazini ve işçiliği birbirinden ayırmazsak, hem kötü masallar ve öpüşken anılarımızla ortalık kirlenir hem de ustalarımızın kemiklerini sızlatırız. Ki bunu hiç istemem.

Ahlakın sınırları bizim mesleğimizin içinden geçiyorsa eğer, buyursunlar herkesi Oyuncular Sendikası konusunda aydınlatalım. Seyirci de sistemin bir parçasıysa, çok isterim içinde bulunduğumuz koşulları bilsinler.

Yazının Devamını Oku

Cahildim, dünyanın denyosuna kandım

6 Eylül 2017
İnsanların birbirlerini tanımlamak üzerinden yaptığı, dilini asla anlamadığım maceraperest analizlere çokça rastladığım bir yaz oldu. Ne analiz ama! Dünyayı kurtarıyorlar da son anda gemiye ne atarsak kâr. E ne attın! “Deliymişiz.” Vay anam! Desene okyanusta yem olmaya gelmişiz bu dünyada akıllı balıklara!

Eskiden iletişimlerimizi anılar üzerinden tarihselleştirirdik. Şimdi teşhisleri kullanıyoruz. Birine ‘normal’, bir diğerine dönüp ‘anormal’ demenin yolları kayıp. Birbirimizi iletişim kurmak için mi tercih ediyoruz, tespit etmek için mi? Ben söyleyeyim de bitsin bu oran.

Topumuz deliyiz!

Hiç normal değiliz.

Âşık, dertli, garip, öfkeli, özlemli, yaralı, kayıplı, hırslı, hayalperest, çalışkan, tembel, arayan, bazen ‘bulan’ insanlarız ve hâlâ yalnızız üstelik! Delirdik sonra. “Ne oldu” diye de sorma artık!

Hâlâ meraklı biri kaldıysa da derdimi değil, eksikliği merak etsin artık Allah aşkına.

Bilgiden yana arayışımız yok. Taşıyıcı özelliğimizin tatminkâr arayışları olmazsa pek parlak miraslarımız da yok elimizde biriktirdiğimiz, eşyalar dışında. Ben kalanlara bakıp da konuşuyorum. Herkesle tanış, göz göze gel ve iyice anla bu hayatı. Çocukluğun uzanamayacağı anıları da sağda solda ucuzundan pazarlama, git dünyayı değiştir!

İki özlü söz söyle, ruhumuz alabora olsun özgürlükten.

Deli miymişiz de neymişiz.

Yazının Devamını Oku

Giriş katın bir altı

30 Ağustos 2017
İstanbul’a taşındığımız ilk yıl. Sene 98. O sıra bir site içindeyiz de sonraki evlerin çoğu giriş katın bir altı, ‘kot -1’ yani. Öyle de bir adı var ki bu katın; hani topluma dahil edilmekten son anda muaf tutulmuş gibi.

Hiç anlamam; kardeşim, bu kat yerin dibinden başlıyorsa birinci neden ben değilim? Neyi baz alıyoruz? Emlakçı dese ki “Bitkilerin köklerinden şahane manzaralı dairem var”, anlayacağım. Giriş katın bir altı ne?

Biraz Göztepe görmüşlüğüm olduysa da benim manzaram hep pencerenin önünden geçen ayaklar oldu. Artık ayakkabılara bakarak İstanbul semt kültürü hakkında ufak ufak bilgi sahibi olmaya başladım. ‘Vay arkadaş, bu adam kesin Ulus’tan geliyor’ ayakkabı modeliyle Kadıköy’ün ayakkabısı çok farklı mesela.

Bir de ağaçların köklerini görürsünüz hep, ebediyete ne verdiğini bilmezsiniz. Yönetici sizi bilmez, kapıcı acır halinize. “Öğrenci” der, “Parası yok” der. Bir su basar, kimse gelmez. Sen kova kova su taşırsın, adam asansörde bir cümleyle yağmur sohbetini kapatır. Sonra o evde bir şeyler yazılır, oyunlar oynanır, çaylar içilir, birkaç kedi beslenir... O odada olan şeyler de bir yerde anlatılır.

O yer burası mı, tam olarak evimde miyim, bilmiyorum. Fakat bir süre, her çarşamba, hurriyet.com.tr’de yolculuk edeceğiz. Bundan mutluyum...

YAŞASIN, ALLAH BELAMI VERDİ!

Yalnızlık değil ama ‘yalnız insan hikâyesi’ kanserden daha yaygın bir hastalık. “Ne yaşadım ben biliyor musun, bana ne oldu biliyor musun?” diye başlayan bir cümle ve sonu da yok!

‘Allah benim belamı daha çok verdi’ diye kariyer planlaması, karakter gelişimi olur mu?

“Aslında benim hayatım roman olurdu” diyen herkesin bir roman okumasını öneriyorum. Hiç olmazsa pencereden dışarı bakıp hava alırken şöyle bir etrafına bakmasını mesela...

Yazının Devamını Oku