Paylaş
Harika bir yeni yıl zamanıydı. Hafta sonu geri sayım başladığında birkaç saat daha geriden saymak için eşimle uzaklara kaçalım istedik...
Minik bir mahalle pub’ında, dünyanın dertlerinden uzak, kendi derdimize yakın sıradan bir akşam geçirdik.
Geri sayım başladığında televizyona bakıyorduk elimizde içkilerimizle.
Bir yandan haberler açılıyordu. İç çekiyordu dans ederken insanlar.
Oh diyorduk, bir yerde bir şey olmadı. Güvendeyiz.
Sohbetlerde ‘talihsiz bir piyasanın sorumlusu’ gibi dinliyordum bir Türk olarak bütün yalnızlık sohbetlerini.
Konuşmuşluğum bile yoktu üstelik. Utanınca dilim dolanır benim.
Neyse, harika üç günün sonunda uçağa bindik.
Düşünceler geçiyor kafamdan...
Son birkaç yıldaki bu gelgitlerimiz, kırmızı ışıkta geçmeyişlerimiz, vize işlemleri, sevgiliden ayrılmayı bile beceremeyişlerimiz, sigorta masrafları, faturalar, internet alışverişleri, karne günleri, kendimizi tanıtan sıradan bir iş başvurusu kağıdında bile o kadar önemsizmişiz gibi bir hisse kapılıyorum ki... Tarifi imkansız bir umutsuzluk bu.
Ne yapıyoruz? Niye yapıyoruz? Kimin için?
Gerçek kimliklerimizi o kadar merak etmiyoruz.
Devamlı adımızın yanına yazılan bilgileri ezberlemekle geçiyor günlerimiz. Sağlık karnelerinin çip olacağı günleri düşlüyoruz.
Kendimizi özetlemenin yollarını arıyoruz.
10 yıla kalmaz herkesin mezar taşına kimlik kodu yazılır ben diyeyim. Bizi yaşımızla başlayan bu sayımdan kimse kurtarmadığı gibi “kaçıncılığın” bu kadar önemli olması sizce de gelecekte bizi bekleyen bir tehlikenin habercisi değil mi? Kaçıncı olduğumuzla ve ne kadar “şanslı” olduğumuzla o kadar ilgileniyoruz ki...
Çabasızlığımız ve üşengeçliğimizden çoğu zaman da Allah’a yakarışlarımız haksızlığımıza denk geliyor zaten.
Günün haz bilançosu!
Kuytu bir karanlıkta verilen yeminler ve doğması beklenen güneşler, muhtemelen yarını kurtaracak hashtag’ler ve lehimize işlemesini istediğimiz internetlerle geçiyor zamanımız.
Hem pratik hem de haklı çıkmak istiyoruz.
Böyle böyle asılıyor yüzlerimiz ve fotoğraf çektirirken “estetik” demezsek, gülemiyoruz.
Bu kimin hayatı? Bizim mi? Peki bu kimin zamanı sizce? Neyin tam zamanı!
Bütün amaç “esas rakamı” bulmak olsaydı ne çocuk gelinler olurdu ne de kıyıya vuran bebekler.
Demek ki hayat rakamların ötesinde bir şey anlatıyor!
Kimliğin kendisinde sorun var arkadaşım.
Başka bir numarası yok bu kimliğin, ben diyeyim size.
Uçak havalanıyor, bitmeyen bir türbülansa giriyoruz.
Kimsenin suratında ölüm korkusu yok!
Ses de yok! Hiçbir şey! Kendine bile sarılmıyor insan artık tehlike anında!
Herkes, “organizasyon kötüydü” diye geçinen plastik bir köşe yazarı gibi adeta. Oturmuş Yaradan’ı eleştiriyoruz sanki!
Ölüme gidiyoruz ama nasıl elitiz anlatamam size!
Zaten selamlaşmıyoruz, ulan ölüme giderken bari gözüme bak. Yok.
Psikolojide bu tür ağır, travmatik tepkisizliklere “duygu yitimi” deniyor işte.
Arka arkaya, şiddetli-travmatik bir şey yaşadığında devreye giren bir savunma mekanizması.
Türkiye’de yaşandığını biliyorum bunun. Yoksa derdim “niye çığlık atmıyoruz” değil.
İnsanın kendine ait bir aklı, iç özgürlüğü ve kişisel değerleri hunharca yok edilirse olur bu.
Oluşturulmaya çalışılan kitlenin de sözde “önemli” parçası haline getirilişine sessizce inanmaya başlarsa olur. Hissizlik.
Uçak düşüyor diye yerinizde duramadığınızda dahi size “anormal tepki veriyormuşsunuz” gibi bakan yüzler.
Türbülans bitti. Herkes maliyeti ucuz olan “negatif mutluluğunu” yaşadı tabii. Ölmediğine şükret!
Bazen bu UFO’lara çok sinirleniyorum.
Neden dünyanın her bir yerinden çıkıp gözüktüklerinde ya köye denk getiriyorlar ya da 12 kişilik Balkan dağ evlerine?
Günde şu kadar kişiye görünme limitleri mi var?
Orada! O an karşımıza çıksa da! Bir-iki çift laf etse olmaz mı yani? Mesajı verseler yüzümüze yüzümüze! Ulan sallıyoruz uçağı sarılın öpüp koklayın bir geçmiş olsun kardeşim deyiverin diye!
Ama bir uçakta 200 kişide bir kişi aydınlanıyor artık. Toplumların rejenerasyonu (yenilenme) bu kadar oluyor.
Kuyruk tam kopmadan yenisi nasıl çıksın? Hali hazırda kopamamış kuyruk, o ne yapsın?
Sanatçının bazı toplumsal hareketler karşısında önce “şoka girme” hakkı olmalı. Sonra ister değiştirir toplumu ya da gider. Kendi bilir. Mühim olan akıl sağlığı.
Bu dünyayı, çok çeşitli akıllar, iyi akıllar yönetir. Bu dünyayı en iyi, içinde “sevgi” barındıran bir seçim yönetir. Yoksa zor.
Bak! Eşeysiz üreyebilecek organ ve dokularını sayıyorum sana: “Deri, mide ve karaciğer...” Hah. Aldın mı mesajı!
Milli içecek düşünsün şimdi gerisini.
Benim diyeceğim şu; aynı dokuda olan yürek kası ve sinir dokularında yenilenme yokmuş! Bilim öyle diyor.
Bu dünyayı dehşet verici talihli oluşumuz değil, sevgi kurtaracak. Bütün şiirlerin, gizli bilimlerin, kara deliklerin, temel inancın kökü bu...
Baktın uçak mı düşüyor, yaşamakla ilgili ne varsa elinde tuttuğun sıkı sıkıya sarılma zamanı.
Yıllar uçaktan hızlı anacım. Negatif mutluluğa son. En kötünün iyisi temel sevinç kaynağı olamaz. Olmasın.
Yoksa zaten öleceğiz de... Hayır niye senin, benim yüzünden ölelim? Bak orada bile bir estetik, bir sanat var!
Viktor Frankl çok güzel söylüyor: “İnsanın acı çekmesi, boş odadaki gazın davranışına benzer. Boş odaya belli miktarda gaz verilince, oda ne kadar büyük olursa olsun, gaz odanın tamamına yayılır. Dolayısıyla insanın çektiği acının ‘büyüklüğü’ kesinlikle görecelidir.”
Yani bu ne demek? Çok önemsiz bir ayrıntı, sevinçlerin en büyüğünü yaratabilir. Bakınız bu haftanın en yüksek TT raporuna: Sezen Aksu-Yıldız Tilbe sarılması. Fena mı? Türkiye’yi Türkiye yapan ana jüri üyeleri toplanıyor ben diyeyim size.
Şarkılar kurtaracak bu dünyayı!
Hazır dünya kurtuluyorken ekleyeyim...
Uçak indiğinden beri “Fazıl Say-Güz Şarkıları” albümünü dinliyorum. Fazıl Say, Ece Dağıstan ve Güvenç Dağüstün’e binlerce teşekkür ediyorum. Böyle güzel, böyle ölümsüz bir eseri bize böyle bir dönemde yarattıkları için...
Uçak indi. Titremeler geçti. Benim de içimden böyle şeyler geçti. Yazıverdim durmadan.
Suratıma da yansımış olacak ki biraz “tuhaf bu kız” diye baktılar. Ben de sizin adınızı verdim. Beni siz savunun...
Savunursunuz değil mi?
Paylaş