Çünkü eski sistemde (parlamenter sistem) milletvekilleri adeta iş takipçisi olarak görülüyordu. Birisinin bir yakını mı atanacaktı, yahut bir yerden başka bir yere atama mı gerekliydi, laf dinlemeyen(!) bir bürokrat görev yerinden alınıp başka bir yere mi sürülecekti, daha da önemlisi, şu bakanlıktaki ihale filan yandaş müteahhide mi verilecekti...
Tüm bunlar ve daha niceleri milletvekillerinin uğraş alanlarına giriyordu. Daha açık ifadesiyle, milletvekilleri torpil aracı olarak görülüp kullanılıyordu.
Bu durum milletvekillerinin de işine geliyordu. Zira böylece hem itibarları artıyor, hem de köşeyi dönüyorlardı!
Yeni sistemde, dışarıdan atanan bakanların oy kaygısı, bir daha seçilebilir miyim diye bir endişeleri yok. Dolayısıyla daha rahat bir şekilde işlerine yoğunlaşıyorlar ve ülke sorunlarının giderilmesi için ne gerekiyorsa onu yapıyorlar.
Ülkemiz kırk yıla yakın bir süreden beri terörle mücadele ediyor. Kısmi başarıların yanında, çoğu kez dağlar ve taşlar bombalanarak sözde bir terörle mücadele görüntüsüne şahit olduk.
Süleyman Soylu dönemindeki başarılara daha önce şahit olmadık, olamadık.
Önceleri de deprem oluyordu ve ülke olarak çoğu kez depremin altında kalıyorduk.
Ama bu kez (yeni depremlerde) adeta tarih yazdık. İçişleri Bakanı
Eskiden de salgın hastalıklar ve çeşitli doğal afetler oluyordu ama bu denli sık ve tesirli olmuyordu.
O vakitler dünyanın nüfusu daha azdı, ulaşım da şimdiki gibi süratli değildi.
Globalleşme ile birlikte, toplumsal felaketler de yerel olmaktan çıktı, bölgesel ve hatta küresel oldu.
İşte Çin’de bir koronavirüs çıktı, tüm dünyayı tehdit ediyor. Hemen herkes endişeli ve korkulu bir bekleyiş içinde.
Konu yalnızca sağlık yönüyle sınırlı değil. Ekonomik, sosyal ve hatta kamu güvenliği olarak, tüm toplumları ilgilendiriyor. Zira mantar gibi her gün yeni bir ülkeye sıçrıyor ve sıçradığı yerlerdeki tahribatı her geçen gün artıyor.
Dünyanın ikinci büyük ekonomik gücü olan Çin, bu yüzden durma noktasına geldi, ekonominin can damarı, görkemli merkezler, hayalet şehir haline geldi.
Çin’in dünyanın çeşitli ülkelerindeki dev ekonomik yatırımları da derinden etkilendi. Örneğin Endonezya, Çin’de başlayan koronavirüs salgınının nikele dayalı 11 milyar dolarlık altyapı yatırımlarının sekteye uğradığını açıkladı. Bu yatırımlar arasında Çin’in kuşak ve yol projesi kapsamındaki Cakarta-Bandung hızlı tren raylı sistemi de bulunuyor.
Komşularımızdan İran ve Irak’ta da bu virüs görüldü, İran’da ölümcül vakalar birbirini izliyor. Tehdit altındaki ülkeler -buna Türkiye de dahildir- şimdiki çareyi sınırlarını kapatmakta buluyor.
Demokraside geçen bu 70 sene içinde, CHP, ya ihtilallerle ya da koalisyonlarla ancak iktidar ortağı olabilmiştir.
Üstelik CHP, Cumhuriyet’i kuran parti olarak övünmektedir.
Bu yüzden, kurucu parti olan CHP muhalefeti, kendi dışındaki iktidarlara hep köşklerinin bahçesinde kondurulan gecekondu gibi bakmış ve onları asla affetmemiştir.
Halbuki zaten parti olarak sadece CHP vardı, önceki muvazaa (danışıklı dövüş) partileri de, DP de CHP’nin içinden çıkmıştı. CHP’den ayrılan milletvekilleri tarafından kurulmuşlardı.
Yani CHP, ne kadar Cumhuriyet’in kurucusu ise kendi içinden ayrılıp ayrı parti kuran ve tek başına iktidara gelen DP de o kadar kurucudur.
Uzun yıllar ve üstelik tek parti olarak iktidarda bulunduktan sonra, muhalefete ve hatta neredeyse ebedi muhalefete düşmek kolay değildir.
Hazmı zordur.
Kim bilir, belki de bu hazımsızlığın temelinde hırçın ve yıkıcı muhalefet yatmaktadır.
Maske yırtılmasa hâlâ bize afetti o yüz...
Medeniyet denilen kahbe, hakikat yüzsüz.”Âkif bu dizeleri, geçen asrın başlarında Çanakkale önlerine gelip ateş kusan Avrupalılar için yazmıştı.
Aradan bir asır geçmesine rağmen, kendisini medeni addeden Avrupalının maskesinin bir kez daha yırtıldığını görüyoruz.
O günden bugüne insanlık güya çok dersler çıkardı ve sözde medeniyet adına bir sürü kurum ve kuruluşlar kurdu, kararlar aldı, beyannameler neşretti.
Hani nerede İnsan Hakları Sözleşmesi?
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği ne iş yapar?
Cenevre Sözleşmesi hangi tozlu raflarda küfleniyor?
Avrupalı olarak, sahile vuran
İdlib ateşkes antlaşmasıyla birlikte, Türkiye’nin oradaki askeri varlığının meşruiyeti de tanınmış oldu. Daha doğrusu, Türkiye’nin oradaki askeri varlığı ve başarıları, İdlib masasında elini güçlendirdi.
Sahada ne kadar güçlüyseniz, masada da o kadar güçlüsünüzdür.
Astana ve Soçi süreçleriyle Türkiye’nin oluşturduğu gözlem noktaları savunmasızdı. Türkiye mahut anlaşmaları Rusya ve İran’la yapmıştı. Unutulmasın ki, Rusya ile İran rejimin yanında ve hatta onun adına savaşan ülkelerdi.
Dolayısıyla kendi gözlem noktaları tehdit altında olup savunmasız kalan sadece Türkiye’ninkilerdi. Esed, bu durumu fırsat bildi ve çok adice bir oyun oynadı.
Türkiye’nin savunması olmayan gözlem noktasına saldırarak 34 askerimizi şehit etmesindeki asıl amacı Türkiye ile Rusya’yı karşı karşıya getirmek ve savaşa sokmaktı.
Çünkü gütmekte olduğu beldeleri insansızlaştırma politikasını kimseye anlatamazdı. Büyük bir savaş suçu işliyor ve bunu kamufle etmesi gerekiyordu.
Türkiye, tıpkı önceki harekâtlarda olduğu gibi, kendi göbeğini kendisi kesti.
Türkiye, onca iyi niyetini hem Suriye’deki muhataplarına ve hem de dünyaya anlatamadı yahut onlar anlamak istemedi.
Destekçilerini iki manada anlamak gerekir, biri, bunları kurup geliştiren ve yönlendiren dış güçler, diğeri de bunlarla işbirliği halindeki diğer terör örgütleridir.
İyi ki terörle mücadelede konsept değiştirmişiz. Eskiden olduğu gibi, oturup terör eylemlerini bekleseydik, bugün itibarıyla Türkiye’yi tıpkı Irak veya Suriye gibi yapacaklardı.
Çukur eylemleriyle başlatılan ayaklanmanın, onun öncesinde ve sonrasındaki tüm darbe girişimlerinin amacı ülkemizi paramparça etmekti.
Geç de olsa Türkiye, çok yerinde bir karar aldı ve terörle mücadeleyi kesintili olmaktan çıkarıp sürekli hale getirdi. Ayrıca nerede olursa olsun, terörü kaynağında kurutmak için karar verildi.
Türkiye’nin teröre karşı bu denli bir mücadele yöntemi uygulayabileceğini kimse düşünmüyordu. Bu yüzden şaşkına döndüler ve ne yapacaklarını şaşırdılar.
Bu şaşıranların arasında ABD, AB ve Rusya da var.
Hâlâ sözde muhalefet adına Türkiye’nin Suriye’de, Libya’da ne işi var diyenleri görüyoruz. Böylesi sığ bir muhalefet ancak bizde olabilir.
Bizdeki bu muhalefet, kendi aymazlığıyla yetinmeyip hükümetin (gerçekte devletin) yanında yer alan MHP’yi ve onun liderini eleştiriyorlar.
Hem toprağında gözümüz yok diyoruz ve hem de Suriye’de harekât üzerine harekât düzenliyoruz. Bu nasıl oluyor?
Bunu söylemekten dilimize tüy bitti ama hâlâ anlamamakta ısrar edenler var ve bunlar “Türkiye’nin Suriye bataklığında ne işi var?” diyerek sureta haktan gözüküyorlar.
İşin tuhafı bu kişiler, “ABD’nin, Rusya’nın, İran’ın Suriye’de ne işleri var?” diye sormuyorlar. Üstelik bu ülkeler, emperyal emeller için oradalar. Bunlardan her biri, ya terör örgütlerinin arkasında ya da kendi halkına katliam uygulayan terör devleti hüviyetindeki rejimin arkasındadır.
Kısaca, bu devletlerin her biri zulme bizzat ortak, sözde ses çıkarmadan izlemekle yetinen devletler de zulme rıza gösterdikleri için suçludurlar.
Türkiye’nin Suriye ile 910 kilometrelik sınırı var ve bu sınırın hemen ötesinde militan sayıları yüz binleri bulan terör örgütleri cirit atıyor. Bunların başında DAEŞ geliyordu ve Türkiye’nin başına musallat edilmişti.
Bu ve diğer terör örgütleri, sınır illerimizde olduğu gibi, İstanbul ve Ankara’da da eylem düzenleyerek onlarca masum vatandaşımızın ölmesine sebep oluyorlardı. DAEŞ yalnızca bizim değil, başta İslam âlemi olmak üzere tüm dünyanın başına bela idi.
Türkiye girdi ve 3 bin 500 DAEŞ’li teröristi etkisiz hale getirdi. Teröristlerin işgal ettiği toprakları tekrar Suriye halkına kazandırdı.
Türkiye kendi sınır güvenliğini emniyete alabilmek için ABD ve Rusya ile anlaşmalar imzaladı. Bunların destekledikleri terör örgütleri bizim sınırımızın 30 kilometre güneyine çekilecekti. Buna ne ABD, ne de Rusya uydu.
Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
Gömelim gel seni tarihe desem sığmazsın.” M. Âkif Ersoy
33 canımız daha vatanları uğruna toprağa düştü. Şehitler tepesini boş bırakmayan aziz şehitlerimize cenab-ı Allah’tan rahmet, yakınlarına ve milletimize başsağlığı dilerim.
İnsanlık, insanı insan yapan değerlerini yitirdiği bir dünyada yaşıyor artık, hiçbir şeyin kıymeti yok.
Koskoca devlet başkanları bile attıkları imzalarına sahip çıkmıyor, muhatabının yüzüne gülüp arkasından bin bir türlü fırıldağı çevirebiliyor.
Kendini sözde medeni addeden Batı’nın gerçek yüzünü, daha dün Bosna’da görmüştük, bugün de Suriye’de, Irak’ta, Libya’da görüyoruz.
Burnumuzun dibindeki Suriye’de, başkanlık koltuğunda oturan bir canavar tam on yıldır kendi halkını boğazlıyor.