Uzaktan kumanda ile yönettiği söylenen Ali Babacan’ın partisi de eli kulağında, ha kuruldu ha kurulacak.
Abdullah Gül’ü 70’li yıllardaki MTTB’li (Milli Türk Talebe Birliği) günlerimizden beri tanırız. O zamanlar da hep perde arkasında durur, öne çıkmazdı.
Seminer ve konferans türü kültür çalışmalarımızda da hep dinleyici olarak kalır, soru bile sormazdı.
Kafasının arkasındakileri o gün bilemediğimiz gibi, bugün de bilemiyoruz. Yani dememiz o ki, Abdullah Gül bir Tayyip Erdoğan gibi değildir. Erdoğan’ın kafasında ne varsa dilindedir.
Bundan dolayıdır ki Erdoğan’ın seveni de çoktur, sevmeyeni de. Ama Abdullah Gül öyle değildir, ketumdur, dolayısıyla seveni de, sevmeyeni de kendisi gibi meçhuldür!
Abdullah Gül’ün sessizliğini bozmasının zamanlaması çok manidardır. Zira CIA kökenli bir raporda, Türkiye’deki orta rütbedeki askerlerin rahatsızlığından bahsediliyordu. Gül de, bu denli bir darbe tartışmasının yapıldığı zamanda arz-ı endam etti. Belli ki, o da dumanlı havayı beklemiş.
Erdoğan’ı da, çocukluk (ortaokul) yıllarından beri tanırız, o gün ne idiyse bugün de odur.
Erdoğan’
Ayrıca Suriye’deki insanlık dramına Türkiye’den başka duyarlı olan ve çaresizlik içinde olan milyonlarca Suriyeliye kucak açan, sınırın öte yakasındaki insan yığınları için de yardım için çırpınan başka bir ülke yok.
Rejim varil bombalarıyla Sünni bölgeleri yakıp yıkıyor, istiyor ki halk buraları terk etsin ve yarın demokratik bir seçim olursa aleyhlerine bir sonuç çıkmasın.
Türkiye ile sözde barış ve müzakere süreci başlatan Rusya ve İran ise başından beri rejimin yanında yer alarak onun adına savaşıyorlar. Aynı amaca hizmet etmek için Rusya havadan, İran karadan sivil katliamlarına devam ediyor.
AB ülkeleri ise düne kadar “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” idraksizliği içinde bu trajediyi seyrediyordu. İdlib bombardımanlarından sonra yüz binler yeniden Türkiye sınırına akın etti. AB ülkeleri, Türkiye’nin kaldıramayacağı bu yoğunluktaki mültecinin kendilerini tehdidi söz konusu olunca, başta Almanya ve Fransa, Rusya’ya ateşkes çağrısı yaptı.
Türkiye’nin yine bir gözlem noktası bu kez havadan vuruldu. Bir kez daha görüldü ki, Rusya’nın ve İran’ın yürüttüğü sinsi plan, zaman kazanmak ve Suriye topraklarını insansız olarak Şam yönetimine teslim etmektir.
ABD ile NATO, Türkiye’nin sözde yanında olduklarını açıklayarak sureta haktan gözükmek istemekteler. Belli ki tavşana kaç, tazıya tut demenin gayretindeler.
ABD bu tavrıyla aklı sıra çocuk kandıracak. FETÖ elebaşını ülkende tut ve onun emriyle Türkiye’de darbe üstüne darbeler yaptır; DAEŞ’i kur, silahlandır, Irak’ta ve Suriye’de iç savaş başlat; PKK/YPG/PYD gibi terör örgütlerini silahlandır, kendi uzmanlarınla eğit ve Türkiye’nin üzerine sal...
Bütün bunlardan sonra kalk ve de ki:
Yahu! ALTMIŞ-YETMİŞ SENEDİR, TOPLUCA HEPİMİZİ CAMBAZA BAKTIRDILAR. BİZ BAKTIKÇA, ONLAR AYAĞIMIZIN ALTINDAN DEVLETİMİZİ ÇEKMEYE KALKTILAR. YAPILAN ONCA DARBELERDE AĞIR BEDELLER ÖDEDİK. YETER ARTIK! BU KÖR DÖVÜŞÜ SÜRDÜKÇE, BİRİLERİ, YİNE O UĞURSUZ DARBEYİ DİLLENDİRİYOR. İÇİMİZDEKİ DARBE SEVERLER DE İŞARET ALMIŞCASINA, BULUNDUKLARI DELİKLERDEN HEP BİRDEN SÖKÜN ETTİ! YERLİ VE YABANCI TÜM BU ŞOM AĞIZLAR SİZLERE BİR ŞEY ANLATMIYOR MU?
Hem, ne diye FETÖ’nün ayağıyla uğraşıyorsunuz ki? Zira FETÖ’nün kendisi ayak. Ta 40’lı yıllardan beri içimize giren ABD-CIA’in, NATO’yla, Seferberlik Tetkik Kurulu’yla, Özel Harp Dairesi’yle, Komünizmle Mücadele Dernekleri’yle, dershane, yurt, okul ve her türlü sosyal ve ticari kurum ve kuruluşlarıyla, devlet ve millet bünyemizi sarmaladığı ahtapotu.
Kendilerini gizledikleri gibi, ellerindeki bilgileri de sakladılar. Sahte bilgilerle herkesi yanılttılar. Asker ve sivil liderlerden yanıltamadıkları sadece Necmettin Erbakan’dır. Onun iktidarına da asker ve sivil olarak elbirliğiyle yapılanlar ortadadır.
‘Ne istediler de vermedik?’ sözü dillerde pelesenk edilip Sayın Erdoğan suçlanıyor. Yarım asır boyunca, bunlar ne istediler de elde edemediler? Asker ve sivil herkes, bunların talepleri karşısında alesta değil miydi?
Elbette ve üstelik hemen hepsi, bunlara gıpta ile bakıyordu, çünkü herkes bunları ve taleplerini meşru, yani ‘hizmet’ zannediyordu.
Dananın kuyruğu 2004 yılında MEB Müsteşarı olan Prof. Dr. Necat Birinci’nin dershanelerinin kapatılması girişimiyle koptu. Zira fideliklerinin köreleceğinden korkup, hop oturup hop kalktılar.
Aynı Necat Birinci, bu kez, İstanbul milletvekili sıfatıyla, ÖSYM’nin yapısıyla ilgili olarak, 17 Şubat 2011 de Meclis kürsüsünden şunları söyleyecektir: “ÖSYM’deki 318 personelin 58’i arasında eş ya da kardeş ilişkisi, 100 kişi arasında da ikinci ve üçüncü derecede akrabalık bulunuyor. Bu yapısıyla ÖSYM tam bir aile şirketini andırmıyor mu?”
Diğer bir ifadeyle AK Parti, devleti adeta bir ahtapot gibi saran bu yapının üzerine iktidar oldu.
Olmadı ki, milletin seçtiklerine, onun temsilcilerine (gerçekte milletin ta kendisine) onca darbeler yapılmasına karşın, kendilerini yetkili addeden kişilerden herhangi bir ses çıkmaması bir yana, bilakis, mahut darbelerin yanında konumlandılar.
NATO’yla birlikte ABD’nin bize dayattığı sistem vesayet rejimiydi. Malum, bu sistemde hukukun üstünlüğü yerine, üstünlerin hukuku söz konusudur.
Bunun da devlet yönetimindeki en çarpık yansıması, atanmışların kendilerini memleketin asıl sahipleri olarak görmesi ve seçilmişleri ‘gelip geçenler’ şeklinde değerlendirmeleridir.
Demokrasiyle taban tabana zıt olan bu durumu biz demokrasi diye belleyip uyguladık. Bundan dolayıdır ki, halkın seçip iktidara taşıdığını silahla indirmeye ‘Demokrasi bayramı’ dedik.
Gerçek demokrasilerde en büyük suç olan darbe eylemi, bizde kutsandı ve bayram ilan edildi.
Atanmış ve seçilmişlerin toplandıkları en yüksek merci Milli Güvenlik Kurulu’dur (MGK). Bu kurulun üyelerine ve oturuş şekillerine bakınca, adeta Sovyetler’in Politbüro toplantısını görürdünüz.
Önlerinde kalın klasörlerle (yığınla gazete kupürü) hesap sormaya gelmiş, asık suratlı, ceberut tipler, atanmışlar (generaller). Zoraki gülümsemeye çalışan ve hesaba çekilmeyi bekleyen siviller (başbakan ve kurul üyesi birkaç bakan).
Temel özellikleri birbirlerine güvensizlik olan bu yapıyla, bu ülke sittinsene idare edildi.
2016 yılının Temmuz ayına gelindiğinde, kendilerince bomba patlatılmaya hazırdı ve fitili ateşlendi.
Türkiye maalesef bir darbeler ülkesiydi ve her yapılan darbe, halkı ve yöneticileri sindirip başarıya ulaşmıştı.
Darbelere en çok muhatap olan Süleyman Demirel’e “Neden her seferinde şapkanı alıp gittin?” dendiğinde “Darbeyi yapan ordu, benim ikinci bir ordum mu var ki karşı koyabileyim!” şeklinde cevap vererek zevahiri kurtarmaya çalışırdı.
Darbecilerin hesaplarına göre, iş tereyağından kıl çeker gibi rahatlıkla yapılabilecekti. Zira elli yıl boyunca kadrolaşarak, devletin her kurum ve kuruluşunu tepeden tırnağa kadar ellerine geçirmişlerdi.
Daha önemlisi, para gücü de ellerindeydi ve o parayla herkesi satın alacaklarını umuyorlardı.
Haddizatında her şey ellerinde olduğuna göre darbe yapmalarına da gerek yoktu. Bir yerde mecbur kaldıklarını düşündüler, çünkü devletin derin kodları, şifrelerini çözüp kendilerinden olmayan birilerinin (Sayın Erdoğan) önüne koymuştu.
Bundan dolayı da 2016’nın Ağustos ayında yapılacak YAŞ toplantısında örgüte çok ağır bir darbe indirilecekti.
Bu durumu öğrenen FETÖ, ağustos gelmeden (15 Temmuz) askeri darbeye kalkıştı. Darbeciler her zamanki gibi, yönetimden ve halktan kuzu kuzu boyun eğmelerini beklediler.
Bakınız, Irak ve Suriye’yi paramparça ettiler, şimdiki hedeflerinde ise Türkiye ve İran var.
Ülkesinin güvenliğini savunmada Türkiye, taarruza geçip terör örgütlerini inlerinde vurmasaydı çoktan parçalanmıştı.
15 Temmuz’daki alçakça darbe girişiminin hedefi de ülkede iç savaş çıkarmak ve ülkeyi bölmekti.
FETÖ ve arkasındaki güçler, bu amaçlarından asla vazgeçmiş değildir.
Vaktiyle Türkiye, ABD tarafından dizayn edilirken, devletin gerçek sahipleri makamına bürokratik oligarşiyi oturttular. Yani kendilerince asker ve sivil bürokrat krallığı oluşturdular.
İşte yarım asırlık bu terör örgütü gergefini işlerken, onlarca yıl sonrasının asker ve sivil kadrolarına eleman yetiştirdi. Dershane temelli sözde eğitim kurumları ile istikbalin mankurtlarını, her meslek grubundan bolca hazırladı.
Siyaset kurumuna istediği gibi nüfuz edemedi. Özellikle iktidar partilerinde, arzu ettiği milletvekili sayısına hiçbir zaman ulaşamadı. AK Parti için 80-100 dolayında milletvekili var sözü tamamen iftiradır.
Zira öyle olsaydı, AK Parti hükümetini o dakika yıkarlar ve bunca zilleti çekmezlerdi. Hangi mantık, kendini bitirmeye azmetmiş bir iktidarı ayakta tutar?
Neymiş efendim, askerlerin de sivil mahkemelerde yargılanmasının önü açılarak ordu mensupları FETÖ’cü hâkim ve savcılara kıydırıldı.
Mahut kanun 2009 yılında çıkarıldı, bu zamanda FETÖ bilinmiyordu ki. Zira bu kanunun amacı, darbelerin önünü kesmek, demokratikleşmek ve AB yasalarına uyum sağlamaktı.
Nitekim daha öncesinde de CHP lideri olan Deniz Baykal, darbelere imkân veren Anayasa’nın 15. maddesinin değiştirilmesini bizzat teklif etmişti.
Ayrıca bu kanuna CHP milletvekilleri de onay verdi, ne olduysa üç gün sonra, onay verdikleri kanunun iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurdular. Ne olduğu çok açık, o zamana kadarki olanlar oldu. Kendilerini en üstte (lider) zanneden kesimden birileri aradı ve siyaset hizaya çekilmek istendi.
Nitekim o zamana kadar siyaset, hep o gerçek lider bilinen birileri tarafından hizaya sokulmuyor muydu? O birileri de içimizde olmalarına karşın, maalesef ABD’nin muhatapları değil miydi? Ki onlar, 12 Eylül darbesiyle ‘Bizim çocuklar başardı!’ övgüsüne layık görülmemiş miydi?
Türkiye demokrasisi 1960 yılından beri darbelerle maluldü. Zira ihtilalin ürünü olan 1961 Anayasası ile darbe meşrulaştırıldı. O zamana kadar Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı olan Genelkurmay Başkanlığı Başbakanlığa (sözde) bağlandı. Adına ‘Demokrasi Bayramı’ dedikleri mahut darbeyle, gerçekte demokrasi katledildi. Her Cumhurbaşkanlığı seçiminde ülke krize sokuldu.
Unutulmasın ki bu kanunun arifesinde iktidar partisi kapatılmak istendi ve sadece bir oy farkla kapatılmaktan kurtuldu.
Daha sonra referandumla tüm askeri mahkemeler ortadan kaldırıldı. Bu durum, dünyadaki tüm demokratik ülkelerde böyledir. Ne yani, bu referandumda ‘Evet’ diyen milletin kahir ekseriyeti FETÖ’cü mü oldu?
Gelinen bu noktada bile FETÖ’nün hedefindeki kurum ve kuruluşlar birbirlerini suçlarken, örgüte de ellerini ovuşturup bu manzarayı seyretmek kalıyor.
FETÖ olayını şuraya buraya çekip çarpıtmanın manası yok. Bu yapı, devletin temeline dinamit yerleştiren ve daha önemlisi CIA (dış) bağlantılı, en az yarım yüzyıllık bir suç örgütüdür.
Bu uzun zaman zarfında örgütün sızmadığı devlet kurumu yok gibidir. İhtilal amaçlı bir örgüt olduğundan, en çok da askerde, poliste ve yargıda palazlanmıştır.
Zira o vakitler güç, bu kurumların elindeydi. Siyasetin esamisi okunmazdı. Bunun da en açık delili hemen tüm darbelerde bu kurumların aktif rol almaları, bunlara karşı siyaset kurumunun ne yaptığı veya ne yapabildiğidir.
Daha işin başlangıcında F. Gülen, CHP’nin gedikli genel sekreterlerinden Kasım Gülek, eski Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Yaşar Tunagür ve Fuat Doğu tarafından MİT’e devşirildi. O vakitler MİT’in CIA’in Ortadoğu masası olarak çalıştığını bizzat yetkilileri söylüyordu.
Devletin istihbaratı bu örgütün elindeydi. Başbakan S. Demirel, “Afrika’daki darbeden haberim oluyor ama burnumun dibindeki darbeyi olduktan sonra öğreniyorum” diye boşuna hayıflanmıyordu.
Darbeler karşısında bilgisiz, yetkisiz ve sorumlu zavallı başbakanlara da şapkalarını alıp gitmek kalıyordu.
Evet, bu gizli yapı kendini eğitim şemsiyesi altında saklayarak tüm kurum ve kuruluşlara sızdı.