Ayetin meali şöyledir: “Sonunda yaptıklarının kötülüğü yine kendilerine dokundu ve alay ettikleri şey onları kuşattı”.
Ünlü şair Nâzım Hikmet eşi Vera için yazdığı ‘Saman Sarısı’ şiirinde, dostu Abidin Dino’ya şu dizelerle sorar: “Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?”
Abidin de, hasretle yandığı dostuna ‘Mutluluğun resmi’ şiiriyle yanıt verir: “Buna da ne tual yeterdi, ne boya...”
Manasını unutan insan, maddeyi putlaştırdı ve homoekonomikus (ekonomik insan) oldu.
Maddeyle (para) mutlu olacağını sandı ve onu yığdı.
Halbuki aradığı mutluluk aslında manevi bir hazdan ibaretti ve ona manasız, maneviyatsız, bir diğer ifadeyle sadece maddeyle ulaşılamazdı.
İnsanoğlu tapındığı maddeyle ‘Tanrı’yı öldürüp’, kendisini Tanrı insan ilan etmişti.
Bunun sonucu olarak ‘Ben! Ben!’ diyerek haddini aştı.
Çünkü oraya erişimin çok zor ve hatta mümkün olmadığını zannederdik.
Sonraları teknoloji hızla gelişti, öyle ki, koskoca dünya köy halini aldı. Adına küreselleşme dediğimiz küçücük dünyamızda köşe kapmaca oynamaya başladık.
Dokunmatik bilişim teknolojisiyle neredeyse zaman ve mekânı ortadan kaldırdık.
İstediğimiz her şey ayağımıza geliyor, istediğimiz her yerde olabiliyorduk. Bu denli bir zaman ve mekân da kayıtsızlık ve sözde fiziki birlikteliğin yanında ruhi uçurumlar meydana getirdi.
Zira altta kalanın canı çıkıyor, bunu görmemize rağmen umursamıyorduk.
Hız ve hayatımızdaki süratli akış aklımızı başımızdan almıştı.
Bindiğimiz bu alametle hızla kıyamete doğru gidiyorduk.
Bu hengâme içinde unuttuğumuz bir şey vardı, o da kendimizden başkası değildi.
Kötüler, kötü elleriyle dünyayı yaşanmaz, yaşanamaz kılarlar.
Kıyametin kopacağı zaman, dünya üzerinde bir tek iyi insan ve bir tek iyilik kalmamış olacaktır.
Yukarıdaki hüküm cümleleri semavi dinlerin buyruklarıdır.
Aklı başında olan herkes, dünya üzerinde olanlara baktığında kıyametin yaklaşmakta olduğunu anlar.
Tüm insanlık koronavirüs tehdidiyle karşı karşıya olup, hemen herkes ölümle yüz yüzedir. Bundan kurtulsak bile yarın daha büyük bir tehditle karşı karşıya kalmayacağımızın garantisini kimse veremez.
Çevreyi ve ruhunu tahrip eden insanoğlu, bunun bedelini elbet ödeyecekti.
Bu denli dehşetengiz hal bile akılları başlara devşirmeye yetmiyor ve inançlı veya inançsız gözüken yığınla insan, en mukaddes bildikleri değerleri bile istismar konusunda adeta yarış halindeler.
Birileri, bunu sırf din düşmanlığından dolayı yapıyor. Dinle yakından ve uzaktan bir alakalarının olmamasına rağmen din adına ahkâm kesiyor ve akıllarınca dini değerleri küçük düşürmeye çalışıyorlar.
Samimiyetsizliğimiz paçalarımızdan damlıyor.
Millet olmanın tarifini, ‘tasada ve kıvançta’ bir ve beraberlik şeklinde yazıp söylüyoruz ama bunun bir temenniden ve hatta vehimden ibaret olduğunu görüyoruz.
Hadi, iyi günde şımardık diyelim, kötü günde ne oluyoruz?
Ölümün kol gezdiği, tekin olmayan bugünlerde bile birbirini suçlamaktan, dışlamaktan ve birbirimize hakaretten zevk alıyoruz.
Halbuki ‘ölüm’ başlı başına bir öğüttür ve büyük bir ibrettir. Ölümden ibret almayana ne denir ki?
Biz(!) ne ara bu hale geldik?
Küçücük yüreklerimiz, bunca kini ve öfkeyi nasıl sığdırabilmiş?
İnsaf nedir bilir misiniz? Arapça ‘nısf’ kökünden gelir ve yarım anlamındadır. En azından yüzde 50’lik bir iyi niyet beslemek, insaf sahibi olmanın gereğidir.
Önlem almada geç kalan ülkelerin dramatik hallerini görüyoruz. Çok şükür ülkemiz, o kategoride değil. Bu demek değildir ki, uzmanların ikazlarına dikkat etmeyelim ve hayatımızı normal akışı içerisinde sürdürelim.
Devletimizin uyarılarına harfiyen uyalım ve önemli bir neden olmadan sokağa çıkmayalım.
Pozitif bilimlerin gereği, nasıl ki her şey sebep-sonuç (determinizm) ilişkisine tabiyse, dinimizde de Allahü teala her şeyi bir sebeple yarattığını bildirmektedir. Bunun tek istisnası mucizelerdir.
Dünyamız gittikçe artan bir şekilde çeşitli musibetlere sahne olmaktadır. Bu durumun maddi olduğu kadar manevi sebepleri de elbette vardır.
Evrende fizik, kimya, biyoloji vb müspet bilimlerin kurallarının geçerliliğini görmemize rağmen, insanoğlu olarak bu kurallara ne kadar uyduk? Bize tertemiz bir şekilde emanet edilen doğayı ne hale getirdik?
Dünyanın çeşitli beldelerini karıncalar, çekirgeler ve hatta son olarak maymunlar istila ediyor.
Akdeniz, ölümden kaçan mülteci teknelerinin, kendilerini medeniyetin beşiği addeden ülkeler tarafından hunharca batırıldığı ölüm gölü haline getirildi.
Türkiye olarak, ülkemizin sınırlarında yaşanmakta olan mülteci feryatlarının en yakın tanığı ve yegâne yardımcılarıyız. Dünya, değil bunlara yardım etmek, daha ne kadar insanı mülteci yapabilirimin derdinde.
Böylesine sıkıntılı bir durumda tüm ülkeler mahut virüse karşı çare arayışlarını sürdürürken, hastalığın yayılmasını durdurabilmek için de önlem üzerine önlem alıyorla
Zira önlemde geç kalan ülkeler (İtalya, İran) aymazlıklarının bedelini ağır ödüyorlar.
Koronavirüs denen bu illet, yüzde 98 oranında bir benzerlikle SARS virüsünü andırıyor. Malum, SARS ekim ayında başlayıp haziranda bitmişti.
Bu yüzde 2’lik bilinmezlik, başta bilim adamları ve ülke yöneticileri olmak üzere herkesi kara kara düşündürüyor. Zira koronavirüs salgınının nereye ve nasıl evrileceği kestirilemiyor.
Çin’in aldığı zorlayıcı yasaklar yüzünden korktuğu başına gelmedi.
Ne kadar gelişmiş olursa olsun, tüm ülkelerin sağlık altyapıları bu denli bir salgın hastalıkta yetersiz kalır.
Bundan dolayı da mutlaka bulaşacak olan bu hastalığın yayılmasını önlemek gerekir. Yani erkenden tespit edip hastayı izole etmek gerekmektedir.
Türkiye önlem almada geç kalmadı, ancak vatandaşımız Sağlık Bakanlığı’nın ve Bilim Kurulu’nun almış olduğu kararlara gerekli özeni göstermedi, göstermiyor.
O makalede eski sistemle yeni sistemdeki milletvekilliğine değinmiş ve eski sistemde milletvekillerinin töhmet altında olduklarını belirtmiştim. Ve demiştim ki: “...Çünkü eski sistemde milletvekilleri adeta iş takipçisi olarak görülüyordu”.
Devamında da bu görülen olumsuz işlerin bazılarını (bürokrat tayini ve ihale takibi vb) sıralamıştım.
Daha sonra ise ironi yapıp aynen şöyle demiştim: “Daha açık ifadesiyle, milletvekilleri torpil aracı olarak görülüp kullanılıyordu. Bu durum milletvekillerinin de işine geliyordu. Zira böylece hem itibarları artıyor, hem de köşeyi dönüyorlardı!”
Dikkat edilirse cümle ünlem işaretiyle bitirilmiş.
Dolayısıyla tüm bu hüküm gibi görülen cümleleri yukarıdaki “...milletvekilleri adeta iş takipçisi olarak görülüyordu” cümlesindeki bağlamından koparmamak gerekir.
Öyle görülmek başka, öyle yapmak ise çok daha farklıdır.
Üstelik bu satırların yazarı da 23. Dönem İstanbul Milletvekilidir.
Hani, bir söz 100 manaya gelse 99’u kötüyü, yalnızca bir tanesi iyiyi çağrıştırsa, o sözün iyi olduğunu anlayan ve buna göre hüküm veren bir medeniyetin temsilcileriydik?
Su kıvrım kıvrım akar ve yokuşlardan adeta basamak basamak iner. Yumurta-tavuk misali, birbirinin tamamlayıcısı olan su ile bulut, birbirine inatla, biri inerken diğeri çıkar...
İnsanı suya benzetip suyu da Sakarya Irmağında sembolleştiren Üstat aynen şöyle der:
“Ne ağır imtihandır başındaki, Sakarya!
Bin bir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?
İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal.
Hamallık ki sonunda ne rütbe var, ne de mal
* * *
Sen ve ben, gözyaşıyla ıslanmış hamurdanız