Malum tüm insanlık yarıştaydık, anlamsız şekilde koşuşturuyorduk.
Nereye gideceğimizi, ne yapmak istediğimizi kendimiz de bilmiyorduk.
Ardımıza bakmadan koşuyorduk, dur durak bilmiyorduk.
Dünyayı tanımadan, dünya için koşuyorduk. Zira dünyayı tanısak böyle koşmazdık.
Dünyayı yakalayabileni görmememize rağmen koştuk. Başkaları yakalayamasa da kendimiz yakalarız zannettik. Halbuki dünya, peşinden koşanları, sürekli koşturur ve lakin asla kendini yakalatmazdı.
Yani herkes koştuğuyla kalırdı.
Korona günleri, tüm çekilmezliğine rağmen, insana bu muhasebeyi yaptırdı.
Evinde kalan insan ailesiyle tanıştı, eşim, çocuklarım, annem, babam, kardeşlerim, dost ve akrabalarım var dedi, diyebildi.
Bu başarıda, başta ciddi fedakârlık ve gayretle hizmet eden sağlık çalışanları en büyük paya sahiptir. Zira onlar, bizim yaşayabilmemiz için kendi hayatlarını tehlikeye atan gerçek kahramanlardır ve her türlü takdire fazlasıyla layıktırlar.
Allah c.c. eksikliklerini göstermesin, iyi ki varlar.
Elbette çok erken dönemde, salgınla ilgili gerekli tüm önlemleri alan ve hazırlıkları yapan Sağlık Bakanlığı ve devletimizin ilgili kademeleri üzerlerine düşeni özenle yerine getirmiş, dünyaya örnek teşkil edecek bir model inşa etmişlerdir.
Zira bizim medeniyetimiz insan temellidir, Batı’yla olan farkımız da budur. Onlar nükleer silahlar ve uçak gemileri inşa ettiler ama bugün gelinen noktada, maske ve solunum cihazı yokluğundan kırılıyorlar.
ABD’de kişi başına milli gelir 40 bin dolar ama gelin görün ki insanlar parasızlıktan tedavi edilemiyor, yaşlılar ölüme terk ediliyor. Çünkü hastalığın tespit edilip tanısının konması için 30 bin dolar gerekiyor.
Türkiyemizde ise maske, ilaç ve hastanedeki tedavi giderleri için hastalardan ücret alınmıyor. Özel hastanelerde bile yalnızca oda ücreti alınıyor.
Bu kapsamda COVID-19 rehberi ve pek çok konuda algoritma ve değişik dokümanlar, etkili ve yaygın filyasyon çalışmaları, erken tedavi imkânları, hastanelerde yüklenme olmadan kaliteli hizmete devam edilmesinin sağlanması, izolasyonu temine yönelik çok kapsamlı tedbirler, bu başarının elde edilmesinde büyük öneme sahiptir.
Başarıyla devam eden salgın süreci yönetiminde, vatandaşlarımızın belirlenmiş koruma ve kontrol tedbirlerine özenle uyumu sonucu belirleyecektir.
Tüm ülkeler teyakkuz halinde, sağlık altyapıları yetersiz ülkeler –ki bunlar süper güç de olsalar- sapır sapır dökülüyor. Başta ABD olmak üzere, Avrupa ülkelerinin hal-i pürmelali ortada.
Bir yandan bilim insanları aşı bulmaya gayret ederken (en erken bir-bir buçuk yıl sonra deniyor) diğer yandan elde kalan yegâne çare olan hastalığın bulaşmaması için önlemler alınıyor.
Bunun da esası, insanlar arasındaki fiziki mesafeyi koruyup teması kesmektir. Bu mesafe ne kadar korunup temas kesilirse, hastalığın yayılması da o nispette önlenmiş olur.
Tümüyle sokağa çıkmayıp evde kalalım demekle olmuyor, zira hayat devam ediyor ve bu yüzden belli işkollarında çalışanların sokağa çıkmaları zorunlu.
İşte işin zorluğu da burada başlıyor.
Başarı, idarenin zamanında gerekli önlemleri uygulamaya koyması ve halkın da bunlara uymasına bağlıdır. Dünyada çeşitli örnekler görüyoruz, zecri tedbirler alıp bunları baskı ve hatta şiddetle uygulayan ülkeler de var. Ama Türkiye bir demokrasi ve üstelik Akdeniz ülkesi, meselenin sakin bir şekilde özenle halledilmesi gerekiyor.
Sağlıkçılarımız hayati tehlike içinde canla başla çalışırken, güvenlik birimlerimiz de alınan önlemleri uygulamada gece gündüz demeden çırpınmaktalar.
Türkiye’miz işi başından beri sıkı tuttu ve bu yüzden Batıdaki gibi ipin ucu kaçırılmadı.
Türk siyasi tarihinin son elli yılına damgasını vuran en önemli liderlerden ilk ikisi, Özal’la Erdoğan’dır. İkisinin de benzeşen ve ayrışan tarafları olmasına karşın, başarılarına temel teşkil eden ortak özellikleri, dava adamı olmaları, bunun da gereğini son derece cesur bir şekilde yerine getirmeleri, vesayete ve statükoya karşı koymalarıdır.
İkisi de sivildi, Özal’ın Devlet Planlama Teşkilatı ve Başbakanlık Müsteşarlığı gibi kısa süreli memuriyeti vardı. Erdoğan ise gençlik yıllarından beri politikanın içinde yoğrulmuş ve siyasetin hemen her kademesinde görevler üstlenmişti.
Her iki şahsiyet de tarihe tabu yıkan liderler olarak geçti.
Özal, teşebbüs hürriyetini getirerek ekonomiyi dünyaya açtı. Ayrıca 141, 142 ve 146. maddeleri kaldırarak, fikir-ifade ve inanca özgürlük getirdi.
Turgut Özal, Türkiye’yi ithal ikamesi modelinden ihracat önderliğinde büyüme modeline dönüştürmeyi başarmış ve Türk ekonomisini rekabete açmıştır.
Otobanı Türkiye’ye Özal getirdi. Kendinden önce İstanbul-İzmit arasında 30 kilometrelik yol on yılda tamamlanamamıştı, o, İstanbul-Ankara arasını otoban yapıp hizmete açtı.
Erdoğan ise tüm şehirleri otobanlarla birbirine bağladı (toplam 26 bin 472 km).
Meyve veren ağaç taşlanır, her iki liderin hemen her kesimde, hem en çok seveni ve hem de en çok nefret edeni mevcut.
Bunu, yani birinden birini tercih ettiğinizde, tek kanatlı bir kuşu tarif etmiş olursunuz; eksik yapmış olursunuz.
Evrende her şeydeki denge gibi insanın yaratılışında da bir denge vardır.
İnsanın mutlu olabilmesi için bu dengeyi, üstelik hem maddesiyle hem de manasıyla gözetmesi gerekir.
Görünen o ki insan manasını ihmal etti ve homoekonomikus oldu, yani hep kişisel menfaatinin doğrultusunda kararlar aldı ve uyguladı.
Bu, şu demektir: Benimki benim, seninki de benim! Dikkat edilirse burada yürürlükte olan güçlünün hukukudur; altta kalanın canı çıksın anlayışı!
Bu yüzden insanlar bencil oldu. Yalnızca kendilerini düşünmekle yetinmediler, birbirlerinin haklarına da göz diktiler. Oysa bu hal tamamen hayvansaldır, zira hayvanlar birbirlerinin kemiğine musallattır.
Aslında insan olabilmenin asgari şartı, “Benimki benim, seninki senin” şeklindeki yaklaşımdır.
Adalet, yani terazinin kefelerinin denk gelmesi de herkesin haklarına riayetle onların korunup güvence altına alınmasıdır. Diğer bir ifadeyle, güçsüzün hakkının korunup savunulmasıdır.
Dünya üzerine indirilen insanoğlu sürekli arayış içinde oldu, çevresini sürekli araştırırken kendini hep ihmal etti. Bulduğu daireyle beraber tekerleği keşfetti.
...Ve o gün bugündür hız peşinde.
İnsanın yaratılışında mevcutla, elindekiyle yetinmek yoktur, hep daha fazlasını ister.
Zaten kutsal kitapların da ifade ettiği gibi, dünya hayatı, “...bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda karşılıklı bir övünme, çok mal ve evlat sahibi olmak yarışından ibarettir...”
Yarıştı da ne oldu?
Ölünce hepsi gittiğine göre bu yarışın kazananı olmasa gerektir.
O halde, bunca hırs, hiç ölmeyecekmiş gibi tamah niye?
İnsan hırslandıkça hızlandı, öyle ki bu hızla dünya kendisine dar geldi ve uzaya yöneldi.
Zira tüm bu kurum ve kuruluşlar, güçlünün hukukuna göre dizayn edilmişti.
Onlar da ellerindeki güçlerini, tüm güçsüzlere karşı, kan ve gözyaşı akıtarak sergiliyordu.
Mazlumların kanı, gözyaşları ve Arş’ı titreten feryatlarından başka bir şeyleri yoktu ama buna karşın zalimler her şeye malikti. Zahiren öyle görünüyordu.
Zalimler yeryüzünün kâşanelerine, şaşaa ve debdebesine sahipken, mazlumlara, yurtlarındaki mütevazı evlerini bile çok görüyor, başlarına yağdırdıkları bombalarla onları öldürüyor, sağ kalabilenlerini ise çoluk çocuk, yalınayak, aç biilaç göçe zorluyordu.
Belli ki zalim yığdığı servetine ve ölüm kusan silahlarına güveniyordu. Oysa bunların hepsini, mazlumları sömürerek elde etmişti.
Batı, sözde bir medeniyet inşa etmişti. Mazlum kanı üzerine inşa ettiği sözde medeniyetini de ölü yüzüne pudra misali makyajla örtmüştü.
Görünüşte tüm medeni değerleri kendinde toplamış ve bunların cakasını satmakla meşguldü.
Görünmeyen bir virüs, yalancının mumunu yatsı olmadan söndürdü. Makyajı döküldü ve altından gerçek yüzü tüm iğrençliğiyle ortaya çıktı.
Dikkat ederseniz bütün rejimlerde iktidar vardır ama yalnızca demokrasilerde muhalefet vardır.
Muhalefet, iyi ve hatta çok iyi yapılan bir şeye kötü demek değildir. Lakin bizdeki muhalefet anlayışı tam da budur. Üstelik bu absürd hali övünerek dillendirmekte ve böylece muhalefet yaptıklarını sanmaktalar.
Muhalefet elbette eleştirecek ve hatta iktidarı yerden yere vuracak ama yanlış ve eksik gördüklerini, milletin hayrına görmediklerini dillendirecek ve bu şekilde iktidara da yol gösterici olacak.
Bizdeki muhalefet sözcüsü Meclis sıralarından “Bu hükümet dünyanın en doğru işini yapsa bile bizim bu hükümeti alkışlayacak halimiz yok, milletin bize verdiği görev bu” diyor.
Yani, “Biz güzel olana da çirkin demek zorundayız” diyor.
Yok, millet size öyle bir görev vermedi. Millet kendi hayrına yapılan şeylerin eleştirilmesine iyi gözle bakmaz. Bakmadığı içindir ki yapılan bu denli yıkıcı muhalefeti sittin senedir iktidara taşımadı.
İyiye iyi demek çok mu zor?
Bakınız, bu hükümetin sağlıkta yaptığı reformları başından beri eleştiriyorlar. Oysa bu millet bu iktidardan önceki dönemleri de biliyor. İnsanlar insan yerine konulmuyor ve hastanelerde rehin kalıyorlardı.