Vesayetle illetli (hastalıklı) olması yüzünden demokrasiyi kâmil manada kurumsallaştırıp içselleştiremedik. Bu köhne yapıda, Sezar’ın hakkı Sezar’a verilmediği için, önüne gelen kurum, ‘Ali kıran baş kesen’ kesilmiş ve böylece bürokrasi millete hizmet etmek yerine, millete zulmeden, dayatan ve milleti canından bezdiren yapıya dönüşmüştür.
Biz, bu hali, Osmanlı’da Tanzimat sonrası oluşturulan ve özetle ‘Padişaha haddini bildirecek’ ve ‘Bundan böyle gavura gavur denmeyecek’ diskurundan (söylem) devşirmiştik.
Osmanlı’nın son yüz yılında ve onu takip eden Cumhuriyet döneminde uygulamaya koyduğumuz bürokratik sistemi Fransızlardan almıştık. Fransa bu sistemi Afrika’daki sömürgelerine uyguladı. Bir müddet sonra, uygulanmakta olan bu sistemin zalimliğine kanaat getiren Fransa bundan vazgeçti.
Ama gelin görün ki, Batı hayranlığı bizim gözlerimizi öylesine kör etmişti ki, bürokrasi adına halka dayatılan bu zulümleri görmediğimiz gibi, bunlara yenilerini de eklemekten geri durmadık.
Millete hizmet için, milletin işlerini görmek için görevlendirilen memurlar, halkı insan yerine koymadılar. Vatandaşın işini çözmek için değil, çözmemek için adeta yırtındılar.
Aynı insan tipinin, masanın önündeki ve ardındaki halleri arasında dağlar var. Öyle ki, masada oturan kişiye öz babası, herhangi bir işi için başvursa, babasını tanımaz ve herkese yaptığı gibi ona da ‘bugün git yarın gel!’ diyecektir.
Peki, yarın olduğunda iş çözülecek midir? Yarınlar bitmediğine göre iş de çözülmeyecektir.
Demokrasinin gerçeği olamadığından yaşanılan sistem kelimenin tam anlamıyla bürokratik oligarşiydi. Bu sistemde, atanmışların (bürokrat) halka ve halkın seçtiklerine (seçilmişler) tahakkümü söz konusudur. Bu sistemin adı sözde demokrasidir. Ve bu sistemi bize, Başkanlık sistemine geçtiğimiz (fiili olarak) 2018 yılına kadar demokrasi diye yutturdular.
Batı’nın elinde bütün bir insanlık taşıdığı tüm değerleriyle birlikte öldü, lakin ağlayanı yok.
Batı’nın süslü püslü cümlelerine, medeniyet diye sunduğu insan hakları manzumelerine, hak ve hukuk diye yırtındığı bildirgelere, uluslararası hukuk diye dayattığı metinlere, insan hakları diye sıraladığı bir dizi hükümlere bakıp sakın aldanmayın.
Bunların hepsi düzmece, aldatmaca ve yutturmacadan ibarettir.
Şahsında, insanlığı öldürenden (insanlıktan çıkandan) hangi insanlık beklenebilir?
Gazze’deki soykırım vahşeti Batı’nın sözde medeniyetinin tüm iğrençliğini gözler önüne serdi. Hani Batı’da fikir ve ifade hürriyeti vardı? Hani Batı, insan haklarına saygılı idi. Hani Batı için hayat hakkı kutsaldı, kimsenin hayat hakkına dokunulamazdı!
ABD’de fikrini söyledi diye profesörlere ters kelepçe vuruluyor, Avrupa ülkelerinde düşüncesini açıklayanlar işlerinden kovuluyor. Bu insanların suçu nedir biliyor musunuz; Netanyahu’nun katliamlarını dillendirmiş olmaları...
Yani Gazze’de işlenen cinayetlere ayna tutmuş olmaları...
Ortada bir insanlık dramı var; bebekler dahil savunmasız sivil insanlar kitleler halinde öldürülüyor ve bu öldürülenler, yalnızca Müslüman oldukları için soykırıma tabii tutuluyorlar. Bu vahşet karşısında en ufak bir tepki vermeyen sözde medeni ülke yönetimleri yangına körükle giderek zalime destek oluyor, bu caniye her türlü silah ve mühimmatı vermekle yetinmeyip yanında durarak ona güç veriyorlar.
Kadri bilinmeyenlerin ve hatta en yanlış bilinen ve kötülenenlerin başında da vatan ve millet sevdalısı gerçek siyasetçiler, devlet adamları (insanları) gelmektedir.
Devlet ve siyaset insanlarına çok acımasız davranılıyor; bilir-bilmez karalanıyor, fütursuzca iftira atılabiliyor ve araştırmadan suçlanabiliyorlar.
Hele de bizim gibi, günün 24 saatinde siyaset konuşulan ülkelerde (bizden başka böylesi bir ülke yok) devlet ve siyaset insanları sürekli olarak hedef tahtasında tutulurlar.
Devletin her kademesindeki görevler kutsaldır, sorumluluk gerektirir, devlette en sorumlu olan kişi ise, en üstün görevdeki devlet başkanıdır.
Rüzgarların en sert estiği yerler dağların zirveleridir, devlet görevlerinde de zirveye çıktıkça sorumluluk artar ve rüzgarlar fırtınaya döner. Devlette her bir makamın gerektirdiği işin, yapılıp yapılmamasına göre (niçin ve nasıl yapıldığına göre) hem bu dünyada ve hem de ebedi alemde mükafat ve mücazatı vardır.
Dedik ya, yönetimde bulunanlar, ağızlarıyla kuş tutsalar da takdir edilmezler, özellikle de siyasi iktidarlar. Nitekim bizdeki muhalefet, ‘iktidar dünyanın en güzel ve faydalı işine de yapsa ona güzel diyecek halimiz yok’ yaklaşımını sergiler.
Peygamber Efendimiz (aleyhisselam); ‘Bir günlük adaletle hükmetmek, altmış yıllık nafile ibadetten üstündür’ buyurmuştur.
Vaktiyle
Maalesef her kademedeki okullarımızda, sade suya tirit cinsinden bir tarih okutuluyor, tarih bilinci (şuuru) ise hiç verilmiyor. Nedense tarihi gerçeklerden korkar olduk. Özellikle yakın tarihimizin üzerine kalın bir şal örttüler ve yeni nesilleri yalanla-dolanla oyalamayı maharet bildiler.
Tarihin derinliklerinden süzülegelen Türk milletinin tarihinde acı gerçekler vardır lakin milletimizin yüzünü kara çıkaracak, utanılacak tek bir sayfa bile yoktur.
Bunun yanında milletçe en büyük kaybımız kültürümüzde olmuştur. Zira gün gelmiş mazi (geçmiş) ile bağımız bıçak gibi kesilmiş, bu yetmemiş gibi bir de komşularımızla ve Türk dünyası ile yani kültür dünyamızla bağımız koparılmıştır.
Nesillerin idealist yetiştirilmesi için, onların önünde örnek alacakları rol-modeller olmalıdır. Bunlar da elbette o milletin tarihi şahsiyetleridir.
Köklerinden koparılan nesillerimizin acıklı haline bakar mısınız?
Kendi tarihi şahsiyetlerimizi bir çırpıda inkâr ve iptal ettik; ne varsa Batıda var diyerek, Batının bizden alıp kendine mal ettiklerini, ‘batı malı’, ‘batı buluşu’, ‘batı giysisi’, ‘batı markası’, ‘batı ilmi’, ‘batı tarzı’ diyerek aldık. Bu durum bizde korkunç bir aşağılık kompleksi meydana getirdi.
Biz hiçbir şey yapamayız, yaparsa Batı yapar, her ne yapılacaksa Batı yapacak diye diye toplu iğne yapamaz hale getirildik.
Mimaride deha olarak
Bu yetmemiş, batının kanunlarını da almışız. Bize, şeklen dışarıdan bakan bizi batılı görüyor.
Bu durumdan kimse şikâyetçi olmadı; hemen herkes işine gücüne bakıp hayatına devam etti, ediyor.
Artık biz de tıpkı batılı ülkeler gibi, seçim yapacak, halkın seçtikleri eliyle idare edilecektik. Seçtiklerimizin idaresini beğenmezsek, bir sonraki seçimle onları değiştirmek elimizde olacaktı.
Buraya kadar her şey güzeldi ve kimsenin bir şey diyeceği olmazdı.
Olmadı da...
Yalnız, hesaplamadığımız bir husus vardı ki, bu durum bizi batılı toplumlardan ayırıyordu.
Batılı toplumlar demokrasi mücadelesini vererek elde etmişlerdi. Biz ise, toplumsal olarak böyle bir talepte bulunmadık; yeni bu yönetim tarzı bize tepeden (yöneticilerimiz marifetiyle) getirildi.
Demokrasi, batılı toplumların kendi talepleri olduğu için, bunu sindirmeleri kolay oldu.
Oysa DAEŞ’in üstlendiği tüm cinayetlerin gerçek faili ABD’dir. Zira DAEŞ’ı kurup geliştiren ve insanlığın başına bela eden ABD’nin ta kendisidir. Bunu yalnız biz söylemiyoruz, ABD’nin başkanı itiraf etti.
Malum Sovyetler dağıldıktan sonra, yıkılan komünizmle birlikte ABD düşmansız (saldırmak için bahane) kalmıştı. Çok önceleri alt yapısını hazırladığı yeni düşmanı buldu ve onu hedef tahtasına oturttu: İslamiyet ve Müslüman ülkeler.
İslamiyet’i ve Müslüman ülkeleri kötü gösterecek materyaller (Sözde İslamiyet adına savaşan onlarca terör örgütü), her daim elinin altında idi ve bunları adeta bir manivela gibi kullanıp dünyanın başına bela etti ve etmeye devam ediyor.
Kullandığı terör örgütlerinin eylemlerini bahane ederek Afganistan’a girdi ve ülkenin altını üstüne getirdi. Irak ve Suriye’de de bu kabil terör örgütlerini kullanarak, yalnızca bu ülkeleri değil, tüm bölgeyi yangın yerine çevirdi.
ABD İblis’inin yaptığı; tavşana kaç tazıya tut deyip, niyetindeki asıl oyununu oynamaktır.
Niyetindeki asıl oyunda(larda) neler yok ki: Bu bahanelerle ülkeleri işgal ediyor, mahut ülkeleri terör örgütleriyle ve hatta birbirleriyle savaştırıp güç ve kuvvetten düşürüyor, savaşan tüm taraflara silah satıyor, güçsüz bıraktığı ülkelerin yönetimlerine, kendine tabi olan uşak yaratılışlı tipleri getiriyor, istikrarsız hale getirdiği tüm bölgenin yer altı ve yer üstü kaynaklarını sömürüyor.
Kelimenin tam anlamıyla cambaza baktırıyor!
Rusya’yı kuşatarak, tabir caizse ümüğünü sıkarak, Ukrayna ile savaşa ABD zorladı. Şimdi de bu savaşın bitmesini istemediği gibi, Avrupa’nın da savaşa dahil olmasını istiyor.
Cumhuriyet sistemine geçip Meclis’in duvarına; ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir!’ diye yazdık ama bu durumu bir türlü kuvveden fiile çıkaramadık. Bunun da sebebi çok açıktı: Cumhuriyet elitleri (başta CHP) sürekli olarak halka tepeden baktı, onların nezdinde halk, cahil, ayak takımı ve göbeğini kaşıyanlardan ibaretti.
Böyle bir halkın seçtikleri de kendileri gibiydi; dolayısıyla böyle bir yönetime ülke teslim edilemezdi. Bu zihniyete göre kurucu irade kendileriydi ve yönetim de kendilerinin hakkıydı.
Partinin (CHP) adında halk vardı, lakin parti mensuplarının halkla yakından ve uzaktan bir ilgileri yoktu. Düşünün; CHP’nin il başkanı bulunduğu şehrin aynı zamanda valisi ve belediye başkanıydı. Fildişi kulelerinde yaşayan bu zevata halkın ulaşması, görüşmesi, derdini anlatması söz konusu bile değildi.
Milletle bütünleşen Adnan Menderes ve DP kadroları, tabir caizse iktidarı aslanın karnından çekip aldılar. CHP ve uzun iktidar yılları boyunca CHP’lileştirilen bürokrasi (asker ve sivil) halkın iktidarına, diğer bir deyişle milli iradeye yani demokrasiye tahammül etmedi, edemedi. Ve en karanlık bir günde, 27 Mayıs 1960’ta asker, yönetime el koydu. Milletin seçtiği halkın iktidarını ise al aşağı edip; Cumhurbaşkanı, Başbakan ve bakanlar dahil tüm DP’li milletvekillerini zindanlara gönderdi.
Uyduruk ve aşağılık bir mahkeme kurup sözde yargıladılar. Başbakan Menderes ve iki bakan arkadaşını darağacında astılar diğerlerini ise zindanlarda süründürüp işkencelerden geçirdiler.
Ve utanmadan bu yaptıkları kepazeliğe ‘Demokrasi ve Anayasa Bayramı’ dediler.
Delinin zoruna bakar mısınız? Demokrasiyi katlediyor, milli iradeyi darağacında sallandırıyor ve bunun adına demokrasi bayramı diyor ve bundan da vahimi millete de böyle söylemesini dikte ediyor!
Atanmışlar güruhundan olan bu vesayet kafası, seçilmişlere yani milli iradeye asla saygı duymaz ve onun meşruiyetine inanmaz. Onlara göre bu ülkenin asıl sahipleri kendileridir ve yönetim de kendilerinin hakkıdır. Başkalarının yönetimi ise -ki bu milletin seçtiği iktidar da olsa- gayr-i meşrudur.
28 Şubat davası, 28 Şubat sürecinde Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini cebren devirmeye, düşürmeye iştirakle suçlanan 103 sanık hakkında, Ankara 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen ve yalnızca askerlerin yargılandığı, eksik bir davadır.
Zira Mahkeme, aynı suça iştirak etmiş olan sivillere (iş dünyasına, bürokrasiye, medyaya) hiç dokunmamıştır. Halbuki askeri kışkırtan ve mahut darbeyi yapmaya itenler, yalnızca azmettirenler olmayıp, hükümeti devirmek suçuna bizzat iştirak edenler sivil cenahtı.
Ama dava, yalnızca askerlere açıldı, onlar yargılandı ve dolayısıyla yalnızca onlardan bir kısmı hüküm giydiler.
Oysa, 28 Şubat’ın mahut anlı- şanlı generalleri, 28 Şubat’ın bin yıl süreceğinden dem vuruyorlardı. Darbeci zihniyetin iktidarı ancak 3-5 yıl sürebildi. 2002 seçimleriyle, tüm destekçileriyle silinip gittiler. Tek başına iktidara gelen AK Parti iktidarı, demokrasi tarihimizde ilk defa demokrasiye kasteden demokrasi düşmanlarından hesap sordu.
Bu cümleden olarak; hem 12 Eylül’ün ve hem de 28 Şubat’ın demokrasi katilleri yargı önüne çıkarıldı.
Bu durum, gerçek demokrasiye doğru atılmış çok önemli bir adımdı.
Malum; demokrasi tarihi boyunca her on yılda bir darbe yapılıyor ve bunun demokrasi için, demokrasiyi rayına oturtmak için yapıldığı yalanı, ileri sürülüyordu.
Darbeli yıllarda da milli irade rafa kaldırılıyor, halka akla ve hayale gelmedik zulüm ve işkenceler yapılıyordu.