Her birinin tarihteki süreçlerine bakıldığında ne demek istediğimiz anlaşılır. Zira her üç ülke de insanlık ve insani değerler düşmanıdır. Kendilerinden başka kimseye yaşama hakkı tanımazlar. İşgal ettikleri yerlerdeki insanların köklerini kazımışlar ve varlıklarını tarihten silmişlerdir.
Bu durumun tipik örnekleri ise, koskoca Amerika ile Avustralya kıtalarıdır.
Bir avuç, savunmasız Gazzeliye uygulanmakta olan soykırımı, yalnızca İsrail’in mi işlediğini zannediyorsunuz? İsrail, yanında ABD ve İngiltere olmadan tek bir adım atmaz, atamaz.
ABD ve İngiliz savaş gemileri, küçücük Gazze şeridinin önünü ablukaya alıp, herhangi bir insani yardımın ulaşmasını engellemenin yanında, İsrail’e güç vermekte ve ona vaki olabilecek taarruzları önlemektedirler.
Diğer bir deyişle; Filistinlilerin ellerini, kollarını, ayaklarını bağlayıp İsrail’in önüne atıyorlar ve bu savunmasız insanlara ölüm ve ölümden beter hallerini seyrediyorlar.
Orta hiçbir sebep yokken aniden istifa eden İrlanda Başbakanı, Beyaz Saray’da ABD’li yöneticilerin gözlerinin içine bakarak: ‘Filistinliler’de kendi tarihimizi görüyorum’ dedi ve sözlerine şöyle devam etti: ‘Onların yurtlarından sökülüp atılması, mülklerinin ellerinden alınıp işgal edilmesi, ulusal kimliklerinin tanınmaması, ayrımcılık yapılıp göçe zorlanmaları, aç ve susuz bırakılmaları ve kendilerine ölümlerden ölüm beğendirilmesi...’
Bu zorba devletler ve bu büyük günaha ortak olan batılı müttefikleri, yalnızca Filistinlilere soykırım uygulamakla ve onlara yapılabilecek yardımları engellemekle kalmıyor, el birliğiyle bugüne dek savundukları ne kadar insani değer varsa hepsini inkâr ediyor, onlarla birlikte tüm insanlığı öldürüyorlar.
Bundan böyle hiç kimse; insanlıktan, insani değerlerden, hak ve adaletten, insan haklarından bahsedemez.
Parlamenter sistem denilip uygulamaya konulan yönetim şekli halkın belirlediği, halk için bir model olmayıp halka rağmen iş gördürülen bir sistemdi.
Bizde uygulattıkları parlamenter sistemde halk usulen sandığa gidiyor, lakin halkın seçtikleri şeklen iktidar olabiliyordu ve asla muktedir olmuyorlardı. Zira davul bu sistemde seçilmişlerin boynunda, lakin tokmak başkalarının (vesayet odaklarının) elindeydi.
Zavallı iktidarlar seçildik zannedip hükümetçilik oynamaya kalkışıyorlardı. Kör ebe yapıldıklarının farkında bile değillerdi; her an ‘kırmızı çizgi’ye basmaları mukadderdi, her bastıklarında da yanıyorlardı.
Belirlenen ve üzerine basılınca oyundan atılan oyuncuların (siyasetçiler) korkulu rüyası laiklikti. Laikliğin belirli bir tanımlanması yoktu; önüne gelen işine geldiği gibi laikliğe mana veriyor ve muhataplarını da bu şekildeki bir laikliğe karşı gelmelerinden dolayı suçluyordu.
N. Erbakan’ın kurduğu bütün partiler (Milli Nizam, Milli Selamet, Refah, Fazilet) laikliği ihlal ettikleri gerekçe gösterilerek kapatılmıştır.
Erdoğan’ın AK Partisi bile tek başına iktidarda iken aynı mahfiller tarafından (Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı) temelli kapatılmak ve o günün Cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül dahil Başbakan Erdoğan ve 71 kişinin 5 yıl süreyle siyasetten uzaklaştırılması istemiyle dava açılmış ve Anayasa Mahkemesi de bu davayı kabul etmiştir.
İddia hep aynı; laikliği ihlal (laikliğe aykırı fiillerin odağı haline gelmek)... İleri sürülen deliller ise somut en ufak bir delil gösterilmezken, yalnızca bir kısım gazete kupürleri delil addedilip dosyaya konuldu.
İktidardaki parti kapatılmaktan ve Cumhurbaşkanı ve Başbakan dahil bunca siyasi zevat, siyaset yasaklığından yalnızca bir oyla kurtuldu; iyi mi? Şayet o bir oy da aleyhte verilseydi siyasi yasak getirilmiş olacak ve Türkiye tek kelime ile yeniden kaosa sürüklenecekti.
Mevcut anayasa, onca değişiklik yapılmış olmasına rağmen, darbeci ruhunu muhafaza etmektedir. Demokrasimizin üzerinden bir türlü atamadığı ayıplarından ve eksikliklerinden birisi de darbe anayasalarıyla yoluna devam etmesidir.
Bundan önceki 61 anayasası da darbe ürünüydü ve o da vesayete endeksliydi.
Süleyman Demirel, başında bulunduğu AP ile yüzde 52 oy alarak tek başına iktidara gelmesine rağmen, bu anayasa yüzünden muktedir olamamıştır. Mesela bir TRT genel müdürünü bile atayamamıştır.
Demirel, iktidarların elini kolunu bağlayan bu anayasanın değiştirilmesi gerektiğini, yana yakıla dillendirmesine rağmen vesayet odakları ve muhalefet buna müsaade etmemiştir.
Demirel’in seçilmiş iktidarını görevden uzaklaştıran darbeci zihniyet idareyi ele alınca; mevcut anayasa ile ülkenin yönetilemeyeceğini görmüş ve anayasanın 35 maddesini değiştirmek zorunda kalmıştır.
Aynı darbeci zihniyet, 1980 yılında tekrar ülke yönetimine el koyunca, 1961 anayasasını toptan kaldırarak, yerine 1982 anayasasını getirmiştir.
Darbeci General Kenan Evren, yeni anayasa gerekçesini şöyle açıklamıştı: “O anayasa dediğimiz elbise bize bol geldi, içinde oynamaya başladık. Anayasanın içinde birçok açık kapılar vardı, düzeltilmedi. Kötü niyetlilere fırsat veren o açık kapılar kapanmadığı için 12 Mart’a geldik. 12 Mart’ta düzeltilmeye çalışıldı. Ama maalesef o kapılar gerekli ölçüde kapatılamadı, gene açık kaldı.”
12 Eylül darbecileri yargılanıp 765 sayılı TCK’nın ‘devlet kuvvetleri aleyhinde cürümler’ başlıklı 146. Maddesi uyarınca müebbet hapis cezasına çarptırıldılar ama yaptırdıkları darbe anayasası halen yürürlüktedir.
Özellikle bizim ülkemizdeki siyasette lider, partilerimizin olmazsa olmazıdır.
Demokrasi tarihimizi şöyle gözlerinizin önüne getirin, ne demek istediğimiz çok daha iyi anlaşılır. CHP denince İnönü, daha sonra Ecevit akla gelirdi: Niçin diğer genel başkanlar; Baykal, Kılıçdaroğlu değil de İnönü ve Ecevit hatırlanıyor biliyor musunuz?
Hatırda kalanlar, karizmatik kişilikleriyle lider olmuşlardı, diğerleri ise, kurumsal bir yapıda yalnızca genel başkanlık yapmışlardır.
Demokrat Parti denince Menderes, Adalet Partisi denince Demirel, Milliyetçi Hareket Partisi denince Türkeş ve Bahçeli, MNP-MSP- Refah Partisi denince Erbakan ve AK Parti denince Erdoğan akla gelmektedir.
Oysa; Adalet Partisi veya DYP çizgisindeki partilerde başka genel başkanlar da gelip geçti lakin hiçbirisi lider olmadığından siyasete damga vuramadan silinip gittiler.
Ama bir Demirel, bir Erbakan, bir Türkeş, bir Bahçeli ve bir Erdoğan unutulmaz.
Bunun da sebebi kalabalıklara yön veren ve onları sürükleyen lider olmalarıdır.
Bundan dolayıdır ki, karizmatik liderlerle siyasi partiler ‘
Genel seçimlerin sonucunda Cumhur İttifakı tek başına iktidar, mahalli seçimlerin sonucunda da Türkiye’mizin geneli itibariyle muhalefet partileri yönetimdeler.
Vaki olanda hayır vardır; milletimiz hem iktidara ve hem de muhalefete, bir yandan kredi açarken diğer yandan da sınava tabi tutuyor.
Demokrasinin güzel taraflarından biri de budur; seçmen, verdiği oylarla, seçtiklerini yarışa tabi tutar. Kim ya da kimler en iyi performansı gösterip millete hizmette öne geçerse, bir sonraki seçim sandığının galibi olmayı hak eder.
Millet, her iki tarafa da ‘hadi gösterin kendinizi’ diyor.
CHP, yeni genel başkanı olan Özgür Özel’le çok iyi bir çıkış yaptı. Kılıçdaroğlu’nun ve ondan öncekilerin ısrarla göremedikleri nokta budur. Millet kavga istemiyor ama şimdiye kadarki CHP, muhalefeti iktidarla kavga etmek ve iktidarın yaptığı en güzel şeyleri bile beğenmemek ve eleştirmek şeklinde anladı ve öyle yaptı.
Demokrasi tarihimiz, muhalefete düşmeyi bir türlü hazmedemeyen CHP’nin yıkıcı ve asla uzlaşmaz tavrıyla geçti. Demokrasi maceramız; İnönü-Menderes, Ecevit-Demirel, Baykal-Erbakan, Baykal-Erdoğan, Kılıçdaroğlu-Erdoğan arasındaki kıyasıya kavgalarıyla geçti.
Öyle ki, birinin ak dediğine diğeri kara demeyi marifet bildi. Ve hatta daha da vahimi, cenazelerde bile tokalaşmadıkları gibi birbirlerinin yüzlerine bile bakmadıkları oldu.
Peki millet, bu denli yalan ve iftira üzerine kurulu yıkıcı, ifsat ve imha edici muhalefete prim verdi mi? Elbette vermedi; millet bu anlayıştaki siyaseti sittin senedir muhalefete mahkûm etti. Ana muhalefet partisi olarak CHP yüzde 25 bandında çakılı kaldı.
Halkın seçtiği sivil otoriteye itaatsizlik; gelip geçen tüm başbakanlara (Menderes, Demirel, Özal...) yapıldı, N. Erbakan’ın başbakanlığı döneminde ise bu durum zirve yaptı. Asker, Milli Güvenlik Kurulu toplantılarında, Başbakan Erbakan’ı kendilerine karşı olan birisi gibi görüp terlettiler. Bir tuğgeneral bozuntusu daha da ileri giderek, televizyon ekranlarından bu ülkenin başbakanına küfretti, hakaretler yağdırdı.
Normal bir demokraside bu aşağılık eylem ve söylemleri düşünmek bile imkânsızdı.
O insan müsveddesi, başbakanın şahsında onu seçen millete sövüyor, millete hakaretler yağdırıyor, lakin ne Erbakan’dan ne de başka herhangi bir siyasi kişiden hiç kimseden ses çıkmıyordu.
Bu kaotik sistemin adı sözde parlamenter demokratik sistemdi. Gerçekte ise sistemin adı vesayet sistemiydi ve seçilmişlerin ülkeyi idarede yalnızca yüzde 20’lik bir payları vardı; o da devletin asıl konularında değil bayındırlık gibi tali işlerdeydi.
ABD başkanı bile 2003 yılındaki Irak Tezkere’si Meclis’ten geçmeyince; ‘Asker liderlik rolünü yerine getirmedi!’ diyerek serzenişte bulundu. Bu bir tek cümle bile demokrasimizin nasıl temelsiz ve tutarsız olduğunu göstermeye kafidir. Muhatap olarak, devletin başı olan Cumhurbaşkanını veya hükümetin başı olan Başbakanı almıyor, onların üstünde bir mevkide telakki ettiği askeri muhatap alıyor!
Onlara göre, demek ki henüz Yeniçeri Ocağı lağvedilmemiş; her an o meşum kazan devrilebilir! Nitekim her on yılda bir yaptığı darbelerle bu durumu apaçık ortaya koydu.
ABD’nin, İnönü eliyle bize dayattığı sözde demokrasi ‘vesayet’le illetliydi (hastalıklı).
Hele 1946 seçimlerinin demokrasiyle, hür seçimle, halkın oyuna saygı duyulmasıyla yakından ve uzaktan bir ilgisi yoktu. 1946 seçimlerinin sadece adı seçimdi zira millet sandığa boşuna gidiyordu. Zira seçilecekler, seçimler yapılmadan belirlenmişti.
Usulen sandığa gidiliyordu ama gidenler oylarını hür iradeleri ile bile kullanamıyordu. Çünkü halk, İsmet İnönü’nün çıkarmış olduğu; ‘açık oy gizli tasnif’ kanununa göre oy kullanabilecek ve bu oylar, yine İnönü’nün belirlediği zevat (kişiler) tarafından gizlice sayılıp tutanaklara geçirilecekti!
Sindirilmiş ve canından bezdirilmiş halk yığınları, jandarma nezaretindeki sandığa gidecek ve oyunu hangi partiye verdiğini göstererek (CHP’ye verdiğini gösterecek, aksi halde jandarmanın dipçiğini yer) oy kullanacak.
Bütün bu kepazeliklere rağmen halk, ölümü göze alarak, CHP’nin karşısındaki DP’ye oy verdi. Sandıklar kaçırıldı, yakıldı, denize atıldı ve hepsinden önemlisi DP’nin oyları CHP’ye yazılarak, seçim sonuçları CHP’nin zaferi (!) şeklinde ilan edildi.
İşte İnönü’nün demokrasi ve çok partili seçim diye uyguladığı sistem bu idi. 1950 seçimlerine mahut kepaze kanun kaldırılarak gidildi (ilk demokratik seçim). Gizli oy açık sayım şeklindeki seçim sonuçlarına göre DP oyların yüzde 55’ini alarak 416 milletvekili çıkararak Meclis’in yüzde 85’ini elde etti. Beyaz ihtilal diye tanımlanan bu seçimler sonucunda CHP, yalnızca 69 milletvekili çıkarabilmiş ve böylece 27 yıllık tek başına iktidarı sona ermişti.
DP de CHP’nin içinden çıkmış olmasına rağmen, CHP, muhalefete düşüşünü hiçbir zaman hazmedememiş ve muhatabını; CHP karşıtı diye, rejim düşmanı laiklik düşmanı diye suçlamayı adet edinmiştir.
O gün bugündür, CHP bir daha tek başına iktidar yüzü görmemiş; bununla birlikte iktidara gelen tüm partiler ve onların liderleri, CHP’ye göre rejim ve laiklik düşmanı olmaktan kurtulamamıştır.
Merkez sağdaki partiler tek başlarına iktidara geldiler (AP, ANAP) ama hiçbir zaman muktedir olmadılar, olamadılar. Bu durumu, daha açık ifadesiyle nasıl başbakanlık yaptığını siyaset duayeni Süleyman Demirel şu şekilde özetlemişti: ‘Merhum Menderes’in darağacında asılı hali, başbakanlık ofisimin duvarında her an gözümün önündeydi!’
Bu denli travmatolojik algıyla hangi başbakan ne tür hizmet yapabilir?
Burada bir parantez açmama müsaade edin; Adnan Menderes milletin baş tacı yaptığı bir başbakandı. Tek suçu millete hizmetti ama adına sözde mahkeme denilen aşağılık, pespaye, insan müsveddesi bir gurup tarafından; bebek davası, köpek davası, açtığı yollar için istimlak ettiği yerlerin parasını geç ödemek davası, 1957 seçimlerini erkene alması dolayısıyla kanuna aykırı hareket etmek davası, örtülü ödenek davası, devlet radyosunu siyasi çıkarı için kullanmak davası, Kırşehir’in ilçe yapılması davası, üniversite bastırmak ve halka ateş açtırmak davası gibi ya tamamen mesnetsiz ve iftira veya eften püften meseleler yüzünden bu ülkede başbakan ve iki bakanı idam edildi.
Menderes, idamından 18 ay önce gittiği İngiltere’de bir uçak kazası geçirmiş ve düşen uçaktan sağ olarak kurtulmuştu. Sirkeci Garı’nda on binlerce vatandaş tarafından, büyük tezahüratla karşılanmıştı. Kalabalık arasından bir kişi, bir elinde bıçak diğer elinde oğlan çocuğu olarak ileri atılır, Menderes’in ayaklarına kapanır ve ‘Başbakanım! Emredin oğlumu sizin için kurban edeyim!’ diye yeri göğü inletir.
Kolluk kuvvetleri müdahale eder ve çocuğu, babasından elinden alırlar.
Bu kişi kimdir biliyor musunuz? Üsküdarlı gece bekçisi Kara Kemal’di (Ayson).
Oğlunu Menderes’e kurban etmek isteyen bu kişiye; bu iğrenç, soysuz ve çukur sözde mahkeme Menderes’in cellatlığını yaptırdı. Apar topar İmralı’ya götürülen gece bekçisi olan bu Kara Kemal’e, darağacındaki Menderes’in ayaklarının altındaki tabure çektirildi.
Bizim medeniyetimizin bir ölçüsü var; biz, bize yapılan kötülükleri unuturuz, unutmalıyız ve aynı zamanda biz, başkalarına yaptığımız iyilikleri de unuturuz, unutmalıyız.