Nitekim Süleyman Demirel, ‘Bütün hizmetlerimizi görmezden gelir ve inkâr edebilirler lakin onca muhalefete rağmen yaptığımız Boğaz Köprüsü’ne bir şey diyemezler, onu görmezden gelemezler. Zira o köprünün ayakları öyle yüksek ve büyük ki onları sokup saklayabilecekleri, gizleyebilecekleri bir yerleri yok!’ demişti.
Türkiye, 22 yıl boyunca her sahada çağ atladı, eğitimde de maddi bakımdan (öğretmen ve öğrenci adedi ve her kademedeki eğitim kurumları, bina ve donanımları vb.) çok şeyler yapıldı.
Ama Sayın Erdoğan’ın da üzülerek ifade ettiği gibi eğitimin ruhunda, içeriğinde, müfredatta ve eğitimi verecek öğretmen kadrolarını yetiştirmede gerekenler yapılamamıştır.
Halbuki parola ne idi: ‘İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!’
Evet, her şeyin başı insan ve insanın eğitimidir.
Yine Sayın Erdoğan’ın yerinde tespitiyle şimdiye kadar ki eğitim iki kelime ile özetlenebilirdi, ezberciliğe dayanan, tek tipçi bir eğitim modeli. Oysaki, bunların her ikisi de hem akla hem bilime aykırı.
Araştırmaya, incelemeye, sorgulamaya, kritik etmeye, çeşitliliğe, tenkit etmeye, mukayeseye açık olmayan bir eğitim modelini benimsemiş ve bunun üzerine ‘dokundurtmayız ’diyerek tepinmişiz. Ve utanmadan bu durumu bilimsellik, Batıcılık ve çağdaşlık diye haykırmışız.
Batı’dan ne anladığımız, Batı’dan neleri aldıklarımızdan belli!
Bunlar ne tarihi ne coğrafyayı ve ne de sosyolojiyi okuyamadıkları gibi, aynı zamanda balık hafızalıdırlar.
Körü körüne Batı hayranlığı bunların gözlerini kör etmiştir ne dostu tanıyabiliyorlar ne de düşmanı ayırt edebiliyorlar.
Cumhuriyet tarihi boyunca Batı’ya bel bağlayan bu gafiller güruhu, sözde NATO şemsiyesi altında, tüm savunma girişimlerini iptal ettiği gibi yenilerinin üretimi için de parmağını kıpırdatmadı.
Bu gafillere göre, ABD bizi koruyacaktı, NATO bizim koruyucu şemsiyemiz olacaktı.
Başta ABD’nin ve diğer NATO üyelerinin, Türkiye’nin savunma sanayisine yardım etmediklerini bilakis engellemek için ellerinden geleni artlarına koymadıkları görmelerine rağmen, Batı’nın dümen suyunda gidenlere ne demeli?
Bu ülkeler sözde bize dost ve bizimle müttefikler; ABD ortak olduğumuz F35 projesinden çıkardığı gibi, paramızın da üstüne yattı. Almanya anlaşma yapmamıza rağmen Leopar tanklarının motorlarını vermedi, İngiltere uçak motoru anlaşmasından caydı.
Bunlarla yetinseler iyi, savunma ihtiyaçlarımızı tedarik edebileceğimiz ülkeleri de tehditle bundan vaz geçiriyorlar.
Kendini dünyanın jandarması gören ABD, Ali kıran baş kesen pozlarında Fransa’ya diyor ki: ‘Biz olmasaydık, şimdi Almanca konuşuyor olacaktınız’. Aynı şekilde, Körfez ülke liderlerine diyor ki: ‘Biz olmasak, o koltuklarda 15 günden fazla kalamazsınız.’
Tarih boyu biz Türklerin devlet ve millet ışığımız hiç sönmedi. Yıkılan her bir devletimizin külleri üzerinden yeni bir devlet (ler) kurmuşuz.
Devlet ve millet hayatımızda bizim de inişli çıkışlı günlerimiz (asır) oldu.
İslamiyet’le tanışınca bu kutlu son din (İslamiyet) ruhumuz, Türklük bedenimiz oldu. Diğer milletler gibi kılıç zoruyla Müslüman olmadık, İslamiyet’in umdelerini benimsediğimiz için gönül huzuruyla, isteyerek ve üstelik kitleler halinde Müslüman olduk.
Müslümanlığı içten, samimi (ihlas) olarak benimsedik ve o günden beri İslamiyet ile Türklük aynı derdin, davanın, idealin potasında eriyerek bu günlere geldik.
Öyle ki, atlarımızı Dinyester ırmağının kenarında sulayıp, Tuna’dan kafilelerle geçip Viyana önlerine geldiğimizde; 24 Viyana’dan (sur-kapı) 22’sini fethedip son ikisinde durdurulduk.
Laiklik uygulamalarını (kraldan fazla kralcı kesilerek) din karşıtlığı hatta din düşmanlığı ve dine, kendi kafamıza göre şekil ve mana verme ve rol biçme şeklinde anladığımızdan olacak ki, din ve dini eğilimler, yerin altına çekildi, çekilmek zorunda kaldı ve böylece, dindarlarla devletin arası açıldı.
Burada yapılan en büyük hata, devletin hakkını devlete, dinin hakkını dine (dindarın hakkını dindara) vermememiz oldu. Zorba (cebri) uygulamalarla devleti, dine ve dindarlara musallat ettik.
Böylece, devlet dinden ve dindardan, dindar da devletten çekinir ve korkar oldu.
Kantarın topuzunun kaçırıldığı mahut süreç, çok partili hayata (kısmi demokrasi) geçtiğimiz 1950 yılına kadar bütün şiddetiyle devam etti.
Kör döğüşü şeklindeki bu mücadele (ve hatta kavga), 1950’den merhum Özal dönemine (163. Maddenin kaldırılması) kadar da orta yoğunluklu ve o günden Erdoğan’ın iktidar dönemine kadar da düşük yoğunlukta devam etti.
Devletin hakkını devlete vermemek demek, devleti milli kılmamak yani, FETÖ (ABD-CIA) gibi unsurlara (iç ve dış vesayet odaklarına) teslim edilip çığırından çıkarılmasıdır.
1940’lı yıllardan başlayan bu denli teslimiyet süreci, gelip geçen tüm iktidarlar (sivil ve askeri) boyunca devam etmiş ve 15 Temmuz 2016’da ‘kazanın patlaması’yla ayyuka çıkarak, kralın çıplaklığı gözler önüne serilmiştir.
Ve bundan böyle, kuzgunun leşe gelmemesi için de devlet
O vakit şu ilahi ölçüleri nereye koyacağız? ‘Nasıl iseniz öyle idare edilirsiniz!’ ve ‘Amirleriniz (yöneticileriniz) amellerinizdir!’
Demek ki neymiş Müslüman toplulukların yöneticileri de kendileri gibi olurmuş.
Onlar adilse, teraziyi doğru tartıyorlarsa, alışverişte birbirlerini aldatmıyorlarsa, birinin başına bir felaket geldiğinde diğerleri hep birlikte yardımına koşuyorsa, haksızlık karşısında susmuyorlarsa, vb. yöneticileri de adildir.
Ve o ülkelerde, güçlülerin hukuku egemen olmayıp hukukun ve haklıların üstünlüğü egemendir.
Baştan sona tüm İslam ülkelerini gözlerinizin önüne getirin hangisinde hak ve adaletten eser var?
Vaktiyle Ziya Paşa’nın söylediği şu cümledeki ifadeler bugün bütün gerçekliğiyle tüm İslam ülkelerinde yaşanmıyor mu?
‘Milyonla çalan mesned-i izzette ser-efraz, birkaç kuruşu mürtekibin cay-ı kürektir!’ (Milyonla çalanlar yüksek ve şerefli mevkilerde başları dik ve alınları açık (!) olarak bulunurlar; birkaç kuruş çalan gariban hırsız ise kürek cezasına çarptırılır.)
Halbuki İslam inancına göre, haksızlık karşısında susan, tepki göstermeyen şeytandır. Hep şeytan deyip duruyoruz ama bunun ne manaya geldiğini bilmediğimiz gibi öğrenmek için de en ufak bir gayret göstermiyoruz.
Daha açık ifadesiyle, bütün bir İslam aleminin (2 milyarlık) bugün içinde bulunduğu halin adıdır şeytan. Şeytan, kötülüğün kişiselleşmiş (mücessem) halidir. İlahi huzurdan kovulma, tard edilme, rahmetten ırak olma manalarına gelmektedir.
Şeytan olmadan önce İblis de Cenabıhak’ın, itaatkâr ve saygın bir kuluydu. Hatta yaptığı ibadetlerle melekler tarafından örnek gösteriliyordu. Ziyadesiyle alim olup meleklere hocalık yapmaktaydı.
Allahutaala’nın, Adem’e ‘secde et’ emrine bütün melekler uydu, lakin İblis kendindeki meziyetlerden dolayı kibre kapılıp secde etmedi. Kendini, Adem’le mukayese etti; zanla hareket ederek tanımadığı, gerçeğini bilmediği Adem’i kendinden aşağı gördü.
Bilmediği hususta kıyas yapıp küstahlaştı ve haddini aşarak nefsine zulmedenlerden oldu.
Ve bundan sonra da ‘şeytan’ adını aldı; ilahi huzurdan kovuldu ve rahmetten ırak kılındı.
İblis, Cenabıhak’ın yalnızca bir emrine muhalefet ederek şeytanlaştı; ya günümüz ‘marka’ Müslümanları?
Her an Cenabıhak’ın onlarca emrine muhalefet ediyorlar. Bu yaptıkları yetmiyor kahir ekseriyetiyle birer mücessem şeytan olarak tüm şeytanlıkları sergiliyorlar.
Pandemi ile bütün dünya değişti; başta ekonomi olmak üzere tüm olumsuzluklar hızla artarak kitleleri umutsuzluğa sürükledi.
Dünya üzerinde yaşayan hiçbir kimse yarınından emin değil hem kendi açısından emin değil hem de başkaları açısından. Bu durum fert (birey) planında böyle olduğu gibi, toplumlar ve hatta devletler açısından da böyle.
Hiç kimse, hiçbir toplum ve hiçbir yapı (kurum ya da devlet) kendini güvende hissetmiyor.
Umutsuzluk içinde kıvranan insanlar (toplumlar), büyük bir şaşkınlık içinde yeni arayışlara yöneldiler.
Uluslararası hukuk, yerini, çoktan güçlülerin hukukuna terk etti. Artık güçlünün dediği doğrudur ve olması gerekendir. Sonuç itibariyle gelinen nokta, altta kalanın canı çıksın anlayışıdır.
Güçlüler belli, dünyanın ipleri toplam beş güçlü ülkenin elinde. Onların da başını ABD çekiyor.
O ABD ki, başkanının (Trump) iki küstah lafıyla koca Avrupa ülkeleri darmadağın oldu. Tehdit ettiği ülkeler, sözde dost ve müttefiki olan ülkelerdi (Almanya, Fransa ve NATO ülkeleri).
Denize düşen Avrupa ülkeleri kurtuluşu yılana sarılmakta buldu ve İtalya’sından, Fransa’sına, Almanya’sından Avusturya’sına ve hatta tüm AB’yi temsilen AB Parlamentosunda aşırı sağ partiler adeta patlama yaptılar.
Vesayetle illetli (hastalıklı) olması yüzünden demokrasiyi kâmil manada kurumsallaştırıp içselleştiremedik. Bu köhne yapıda, Sezar’ın hakkı Sezar’a verilmediği için, önüne gelen kurum, ‘Ali kıran baş kesen’ kesilmiş ve böylece bürokrasi millete hizmet etmek yerine, millete zulmeden, dayatan ve milleti canından bezdiren yapıya dönüşmüştür.
Biz, bu hali, Osmanlı’da Tanzimat sonrası oluşturulan ve özetle ‘Padişaha haddini bildirecek’ ve ‘Bundan böyle gavura gavur denmeyecek’ diskurundan (söylem) devşirmiştik.
Osmanlı’nın son yüz yılında ve onu takip eden Cumhuriyet döneminde uygulamaya koyduğumuz bürokratik sistemi Fransızlardan almıştık. Fransa bu sistemi Afrika’daki sömürgelerine uyguladı. Bir müddet sonra, uygulanmakta olan bu sistemin zalimliğine kanaat getiren Fransa bundan vazgeçti.
Ama gelin görün ki, Batı hayranlığı bizim gözlerimizi öylesine kör etmişti ki, bürokrasi adına halka dayatılan bu zulümleri görmediğimiz gibi, bunlara yenilerini de eklemekten geri durmadık.
Millete hizmet için, milletin işlerini görmek için görevlendirilen memurlar, halkı insan yerine koymadılar. Vatandaşın işini çözmek için değil, çözmemek için adeta yırtındılar.
Aynı insan tipinin, masanın önündeki ve ardındaki halleri arasında dağlar var. Öyle ki, masada oturan kişiye öz babası, herhangi bir işi için başvursa, babasını tanımaz ve herkese yaptığı gibi ona da ‘bugün git yarın gel!’ diyecektir.
Peki, yarın olduğunda iş çözülecek midir? Yarınlar bitmediğine göre iş de çözülmeyecektir.
Demokrasinin gerçeği olamadığından yaşanılan sistem kelimenin tam anlamıyla bürokratik oligarşiydi. Bu sistemde, atanmışların (bürokrat) halka ve halkın seçtiklerine (seçilmişler) tahakkümü söz konusudur. Bu sistemin adı sözde demokrasidir. Ve bu sistemi bize, Başkanlık sistemine geçtiğimiz (fiili olarak) 2018 yılına kadar demokrasi diye yutturdular.