Evet, NATO, komünizm tehlikesine karşı kurulmuştu lakin koruyucu ve kollayıcı postuna bürünen, başta ABD olmak üzere, Batılı ülkelerden bizi kimin koruyup kollayacağını düşünememiştik.
ABD bizi Sovyetler’den koruyacaktı ama ABD’den ve diğer NATO ülkelerinden bizi kim koruyacaktı?
Bunu düşünemediğimiz ve karşı önlemlerini almadığımız, alamadığımız için, NATO’nun ileri karakolu olmaktan başka bir işlevimiz olmadı.
Ne insanımızı istediğimiz şekilde yetiştirebildik ve ne de teknolojimizi ve özellikle savunma sanayimizi kurup geliştirebildik. Düşünebiliyor musunuz, koskoca devletimizin Kırıkkale silah ve mühimmat fabrikasında, yalnızca beylik tabancası üretebiliyorduk.
Halbuki aynı silahın çok daha gelişmişini, Karadeniz’in dağındaki Memiş Usta, kendi mütevazı imkânlarıyla ve eğeyle yapabiliyordu.
Bize reva gördükleri mahut parlamenter sistemle, havanda su dövdürdüler ve bizi adeta mankurtlaştırdılar.
Bize uygun bulup, uygulattıkları bürokratik sistemi, Fransa, vaktiyle Afrika’daki sömürgelerine tatbik ettirmiş; sonuçlarını, gayri insani bulduklarından vazgeçmişler.
Bu bürokrasiyle bir adım atabilmenin, bir şey keşfedebilmenin, geliştirmenin ve hatta bir yanlışı düzeltebilmenin imkân ve ihtimali yoktur.
Malum ramazanın sonu bağışlanmaktır. Bağışlanmanın şahika noktası da bu mübarek gecedir ve onu takip eden Ramazan Bayramı’dır.
Allahü Teala büyük peygamberlerden Musa aleyhisselama, Tevrat’ta şöyle buyurur: ‘Ey Âdemoğlu! Seni kendim için, eşyayı (bütün âlemleri - her şeyi) senin için yarattım. Kendim için yarattığım (kendini) şeyi eşyaya kurban etme!’
İşte insanoğlunun yaratılış sırrı! İnsanın mutluluğu da, mutsuzluğu da bu cümlede gizli.
Bunca keşfine rağmen insanoğlu mutlu olamıyor. Neden? Çünkü yaratılış gayesinden saptı, yaratılış hikmetini yitirdi. Eşyayı, olay ve hadiseleri hükmü altına almak için yaratılan insan, eşyanın hükmü altına girdi. Kendini olay ve hadiselerin akışına bıraktı; rüzgâr ne yönden eserse, kendini onun yönüne bıraktı.
Böylece insan, kendisinin başıboş bırakıldığını (bırakılacağını) zannetti.
Halbuki hiç de öyle değil; manasız ve sebepsiz yaratılan hiçbir şey olmadığına göre, bu denli mükemmeliyette yaratılan kendisi, manasız ve sebepsiz olabilir mi?
Allahü Teala, en üstün yaratılışta var ettiği kullarını (insanoğlunu) çok sevdiği ve onlara çok acıdığından, onları, günahlarından arındırmak, temizlemek ve bağışlamak için hususi zamanlar tayin etmiştir.
Kıymetli zamanların en değerlisi, bin aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesi’dir. Ki, o gece, insanlığın kurtuluş reçetesi olan Kuran’ı Kerim indirilmiştir.
Yerleşim alanları genişledikçe, insanlar fabrikalarla iç içe yaşamaya başladı. Öyle yerleşim yerleri var ki, havasını soluduğunuzda zehir soluduğunuzu hissedersiniz.
Ve soludukça, yavaş yavaş ölürsünüz.
Bu tesisler için gerekli altyapıyı yapmadık, zehirli atıkları en yakındaki dere, nehir, göl ve denizlere akıtmayı marifet bildik.
Milyarlarca yıldır, güneş, dünyamızı aynı şekilde ısıtmakta olmasına karşın, hiçbir zaman küresel ısınma olmamıştı. Ne zaman ki insan denilen ‘canavar’ dünyanın idaresini eline aldı ve doğayı çığrından çıkardı, küresel ısınma oldu ve dünya gitgide yaşanmaz hale geldi.
Dünya üzerindeki tüm olumsuzluklar, insanoğlunun açgözlülüğünden ve doyumsuzluğundan kaynaklanmaktadır.
Etrafınızdaki hemen her işkolundaki bir kısım doyumsuz insanlara dikkat edin; daha, daha derler, dünyanın, dünyalığın peşine ölümüne koşarlar, koştuklarıyla kalır, kavuşamadan ölüp giderler.
Muhteris (aşırı tutkuları olan) insanın gözünü ancak toprak doyurur!
Düne kadar suyunu içtiğimiz Sakarya Nehri’nde bugün balık yaşayamıyor. Neden? Neden olacak; piliç kesim tesislerini nehrin kenarında kurduk, tekstil sanayi tesisinin zehirli atığını borularla nehre akıttık.
Nitekim bu denli coğrafyalarda birçok devlet kurulmuş lakin bu devletler tarih sahnesinden silinip gitmiştir.
Her zaman söyleriz, Karadeniz Bölgesi’nin arazisi dik yamaçlardan oluşur. Ova şeklinde düzlük bir yeri yoktur. Dolayısıyla bu arazide her insan yaşayamaz; burada yaşamanın bir bedeli vardır.
Dik arazide ayakta durabilmek bile bir efor ister; boş bulunursan aşağıya yuvarlanırsın.
O yörede yaşayan insanımıza bakın, değişik bir tip görürsünüz. Hırçın, asabi, çabuk hareket eden, her an teyakkuzda, her an tehlikenin gözünün içine bakan ve öyle yaşamak zorunda olan bir insan tipidir bu.
Devletler arenasında Türkiye de aynı konumdadır. Zira burası, bir imparatorluk bakiyesidir ve o imparatorluğu parçalayan müstevlilerin gözleri hâlâ bu coğrafya üzerindedir.
Müstevliler, Sevr projesinden vazgeçmiş değillerdir. Gayeleri, bu coğrafya üzerinde büyük Kürdistan’ı ve büyük Ermenistan’ı kurmaktır. Türkleri, Orta Anadolu’ya hapsedip, İstanbul ve İzmir’i, bölgeleriyle birlikte Türkiye’den ayırmak ve onlara ayrı bir statü tanımaktır.
Bu projeyi dün tatbik etmek istediler, başarılı olamadılar. Zira bu milletin azim ve kararlılığı buna müsaade etmedi. Vermiş olduğu Kurtuluş Savaşı’yla, müstevlilerin bu heveslerini kursaklarında bıraktı.
Aynı plan, bugün de sahnelenmek istenmektedir.
Dolayısıyla devletin bizatihi kendisi, anayasal görevini yerine getirmemiş olur.
Mahut salgın, yalnızca küçük esnafı değil, büyük esnafı, işinsanlarını da zora soktu. Gıda sektörünün dışındaki tüm sektörler, az ya da çok darbe yedi. Zira canıyla uğraşan insanlar, zorunlu ihtiyaç maddesi olan gıdanın dışında herhangi bir satın alma yapmadı.
Çok büyük firmalar bile günlerini siftahsız kapattılar, halbuki onların giderleri de aynı ölçüde, büyük orandadır.
Bu arada ıstırabın en büyüğünü çekenler, emekliler olmuştur. Bu emekli kesimi, hele bir de büyükşehirlerde oturuyorsa, durumları içler acısıdır.
Büyükşehirde kirada oturan emeklinin hali ise, tek kelime ile felakettir.
Sadece doğalgaz faturasının 500 lirayı bulduğu bir ortamda, emeklinin geçinebilmesi imkânsızdır. Büyükşehir belediye başkanlıklarını kazanan CHP’li belediyeler, dar gelirlinin yanında olacakları vaadi ile işbaşına geldiler lakin salgın döneminde bile kimsenin gözünün yaşına bakmadan; doğalgaza, suya, toplu taşımaya zam üstüne zam yaptılar.
Hükümet, küçük esnafa nefes aldırdığı gibi, emekliyi de görmeli ve onu içinde bulunduğu sıkıntıdan bir an önce kurtarmalıdır. Emeklinin bayram ikramiyesine yapılan 100 liralık zam yetersizdir; en azından 250 lira olmalıydı.
Bizim milletimiz onuruna düşkündür, öyle bir kısım CHP’liler gibi; bir yandan viski yudumlarken, diğer yandan meydan yerine çıkıp açız, torunuma süt alamadım, diye çığırtkanlık yapmaz.
Yeni seçilen ABD Başkanı Biden, seçim vaadini yerine getirdi, Ermeni diasporasına verdiği sözü tuttu ve 1915 Olayları için hem ‘büyük felaket’ ve hem de ‘soykırım’ ifadelerini kullandı.
Kullandı da ne oldu? Hiç!
Birçok Batı ülkesi, üstelik parlamentolarında böyle bir kararı aldıklarında, ne olduysa, bundan böyle de olacağı odur.
Yani hiçbir şey olmayacaktır.
ABD’ye ve Batı’ya söylenecek tek söz; aynaya bakın, gerçek soykırımı da, dehşetengiz vahşeti de daniskasıyla görürsünüz.
Türk’ün tarihinde böyle bir şey söz konusu değildir lakin ABD ve Batı’nın tarihi baştan aşağı soykırımlarla doludur.
ABD’nin, daha dün; Hiroşima ve Nagazaki’ye attığı atom bombalarıyla 220 binden fazla kişi öldü. ABD’nin yurt edindiği yerde yaşayan Kızılderililer nerededir? Kızılderililer açlıktan ölsün diye önce, 65 milyon bizonu öldüren ve ardından 70 milyon Kızılderili’yi katleden ABD mi dünyaya insanlık dersi verecek?
İşin içyüzünü Ermenistan’ın ilk başbakanı
70 küsur yıllık demokrasi hayatımızda, milletçe hep bu denli zehirli dile muhatap olduk.
Demokrasilerde güvenlik güçlerinin görevi, elbette ki milleti her türlü tehlikelerden korumaktır. Diğer bir ifade ile millet adına içeride barışı, dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı da güvenliği sağlamaktır.
Demokrasilerde yargı, millet adına karar verir.
Yine demokrasilerde yürütme (hükümet) de millete hizmet için gayret eder.
Millet için değil, aksine millete rağmen iş tutan bürokrasi, yargı ve yürütme asla demokratik olmayıp baskıcı ve dayatmacı (jakoben), kısaca zehirli bir tavır sergilemektedir.
Demokrasilerde halkın üzerinde bir güç yoktur; yönetimde asıl olan odur. Demokrasilerde halk, hakemdir. Halkın seçtiklerini tehdit etmek ve onlara çeşitli bahanelerle gözdağı vermek, parmak sallamak, gerçekte halka diş bilemektir. Halkı aşağılamaktır.
Bizim demokrasi tarihimiz, bir bakıma darbeler tarihidir. Ne hazindir ki tüm bu darbeler yapılırken azınlıkta olan bir kesim bu işin destekçisi olmuş, karşı olan halkın kahir ekseriyeti ise susup sinmiştir; susturulmuş ve sindirilmiştir.
İlk dik duruş 27 Nisan 2007 e-muhtırasına karşı sergilenmiştir. TBMM’nin yüzde 65’ini teşkil eden AK Parti’ye cumhurbaşkanını seçtirmemek için envai çeşit hile ve desiselere başvuruldu.
KKTC Anayasası’nın mimarı Mümtaz Soysal’dır. Malum Soysal, Türkiye’de özelleştirmelere karşı duruşu ile ün salmıştı. Bu cümleye uygun olarak; Tansu Çiller’in Telekom’u özelleştirmesini Anayasa Mahkemesi’ne götürüp iptal ettirmiş ve böylece ülkeyi 40 milyar dolar zarara uğratmıştı. (40 milyar dolar o zamanki Türkiye’nin dış borçlarının toplamıydı.) KKTC Anayasası’nda bizdeki gibi, din kültürü ve ahlak bilgisi dersi zorunluluğu yoktur. KKTC’de çocuklar, küçük yaşlardan itibaren din bilgisi edinmeden tahsil hayatlarını sürdürürler.
Bilgi edinmeden, fikir sahibi olunamayacağına göre; KKTC’deki nesiller, din konusunda bilgisiz yetiştirilmektedir.
Bununla birlikte; Kıbrıs Barış Harekâtı sonucunda, Türkün tarihsel geleneği sürdürülmüş ve Girne’de inşa edilen büyük camiye, Nurettin Ersin Paşa’nın ismi verilmiştir (Kıbrıs Barış Harekâtı Komutanı).
Ayrıca KKTC’de Din İşleri Başkanlığı da kurulmuş; onca cami ve mescitlere imam-hatip ve müezzinler de atanmış. Bunlar da, okullarda verilmeyen dini eğitimi Kuran-ı Kerim kursları açarak vermeye çalışmışlar.
Sadece üç üyesi bulunan ‘Eğitim Sendikası’ Anayasa Mahkemesi’nde bu kursların kapatılması için dava açmış. Mahkeme de “Kuran-ı Kerim kursları laikliğe aykırıdır” diyerek, kapatılmalarına hükmetmiş.
Dedik ya; eski Türkiye’nin maketi diye: Burada da vaktiyle laiklik, laikçilik (din düşmanlığı) şeklinde algılanmış ve uygulanmıştı. Hâlâ aynı kafada olan sürüyle insan var.
Aynı kafa, KKTC’de imam-hatip lisesi açılmak istendiğinde kızılca kıyameti koparmıştı.
Laikliği din düşmanlığı (hatta yalnızca İslam düşmanlığı) şeklinde anlayan mahut kafa; din, diyanet, Kuran, ezan dendiğinde, aslan görmüş yabaneşekleri gibi kaçmaya başlıyorlar.