Mehmet adlı Türk başbuğunun, Roma imparatorluk tacını giydiği ve bir çağı kapatıp yeni bir çağı açtığının resmidir bugün.
Sultan Mehmet hem fen bilimlerinde ve hem de dini ilimlerde çok iyi yetişmişti. Doğu’yu ve Batı’yı bilen ve bunları gerektiği gibi sentezleyen entelektüel bir kişiliğe sahipti.
İstanbul’un fethi, genç padişahın yegâne tutkusuydu ve bu yüzden; ‘Ya İstanbul beni alacak ya da ben İstanbul’u alacağım!’ diyerek, bu yola baş koydu.
Aynı ismi paylaştığı sevgili peygamberinin muştusuna nail olabilmek için adeta çırpınıyordu. Asırlar öncesinden bu fethi işaret eden kutlu mesaj şöyleydi: ‘Konstantiniyye (İstanbul) elbette fetholunacaktır. Onu fetheden emir ne güzel kumandan ve onun ordusu ne güzel ordudur!’
Uyanıklığındaki hülyasında, uykusundaki rüyasında hep bu müjdeli haber vardı. Gecesini gündüzüne katarak 7-24 çalıştı, gerekli tüm önlemleri aldı. Sonuçta, elbette takdir yerini bulacaktı ancak o da bunu ziyadesiyle merak ediyordu.
Onca teşebbüse rağmen, bir türlü düşürülemeyen bu kadim şehrin fethi, kendisine nasip olacak mıydı?
Fatih’in ordusu, devrinin en gelişmiş silah ve mühimmatlarının kullanmasının yanında, Akşemseddin gibi mana erlerinin dualarıyla da destekleniyordu. Maddi ve manevi ordular onun hizmetindeydi.
Zira muharebenin en kızıştığı anda, manevi hocası olan
Milletlerin de kökleri (tarihi), gövdesi ve dalları (kurduğu devlet veya devletleriyle, bunların oluşturduğu medeniyeti), meyveleri (yarınlarını oluşturacak yeni nesilleri) vardır.
Milletler de tıpkı ağaçları gibi, köksüz, gövdesiz, dalsız ve meyvesiz yaşayamazlar.
Bunlar her ne kadar birbirinin tamamlayıcısı iseler de, asıl olan köktür.
Kök anadır, tarihtir, kültürdür, geleceğin muştusudur.
Ağacın dalları ve hatta gövdesi kesilebilir. Kökü sağlam oldukça, yeniden filiz verir, süzülür, boy atar; enli, boylu, devasa bir ağaç oluverir.
Kökü çıkarılırsa, büsbütün kurur veya köküne zehir dökülürse çürür ve bir daha asla sürgün vermez. Tarih sahnesinden silinir gider.
Gövdeye hasar vermek, dalları kesmek, ağaca zarar verse de, bunların telafisi zamanla mümkün olur.
Milletler (devletler) savaşlarda yenilse ve kırılsa bile, varlıklarını sürdürürler.
Dünyanın çeşitli yerlerindeki Yahudiler, Filistin topraklarına dağdan geldiler; geldikleri günden beri, bağdakileri (Filistinlileri) öz yurtlarından kovdular ve kovmaya devam ediyorlar.
Dile kolay, 500 sene Türklerin idaresinde kalan Kudüs’te kimsenin burnu kanamadı; her üç dinin mensupları da huzur içinde hayatlarını idame ettiler.
Türklerin Kudüs’ten ayrıldıkları tarih olan 1917’den beri, malum coğrafyada sürekli kan ve gözyaşı akmış, bölge halkı bir tek günü bile huzurla geçirmemiştir.
Şu hususu, sırası gelmişken ifade etmek lazım; İngiliz, Türklerle Araplar arasında nifak tohumları ekti. Türklerden de, Araplardan da kandırdığı ve birbirlerinin aleyhinde kullandığı aileler, gruplar oldu.
Mesela Bizim Cemal Paşamız, Şam’da genel vali iken, Arap kabilelerinin ileri gelenlerinin kızlarını, zorla alıp sarayına getirdiği, onları taciz ettiği ve bütün bu kepazeliklerin payitahta mal edildiği bilinen bir gerçektir.
Yine İngilizlerin, saltanat ve Hilafet vaadiyle kandırdığı Suud ve Haşimi gibi birkaç Arap aile ve aşiretin isyan ettiği ve Türkleri arkadan vurduğu da bilinen tarihi gerçeklerdir.
Mevzi olan ve hatta kendilerinin zorlamasıyla yapılan bu densizlikleri İngilizler köpürttü ve ‘Türkler, Hilafet makamını gasp etti ve Arapları sömürdü’ ile ‘Araplar, düşmanla işbirliği yaparak Türkleri sırtından vurdu’ yalanlarını yaydı; bunları okul kitaplarına koyarak, böylece her iki tarafın gelecek nesillerine de zehrini saçtı.
Bu trajik hali, Filistinli bir aydın, şu ibretli cümleyle özetliyor:
Rus İmparatorluğu’nun sözde sınırlarını genişletmek amacıyla başlattığı işgal, bir buçuk milyondan fazla Çerkesin vatanından sürüldüğü, 500 binden fazlasının yollarda hayatını kaybettiği, 600 binden fazlasının doğrudan öldürüldüğü bir soykırım olarak tarihe geçmiştir. Toprak işgalinden öte doğrudan Çerkes halkının yok edilmesinin amaçlandığı, etnik temizliğe dönüşen katliam 3-5 yıl değil 150 yıl sürmüştür. Çerkes köyleri basılmış, kadın-çocuk demeden binlerce insan korkunç şekilde katledilmiştir.
21 Mayıs 1864’te Çerkes’lerin yenilgisi ile resmi olarak savaş sona ermiş, teslim olup itaat etmeyen herkes hunharca öldürülmeye başlanmıştır. Sağ kalanlar ise, en ağır şartlarda Osmanlı topraklarına sürgün edilerek, ölümün envaı çeşidiyle yüz yüze bırakılmışlardır.
Yeme-içme, barınma, taşınma veya tıbbi ihtiyaçlar gibi hiçbir insani koşulun sağlanmadığı sürgünlerde insanlar adeta telef olmuştur. Bazı gemiler, gittikleri limanlara vardığında yolculardan sağ kalan olmamıştır. Rusya, katliam şeklindeki bu denli toplu ölümleri görmesine rağmen, hiçbir tedbir almadan sürgünlere devam etmiştir.
Karadeniz sahillerine sürülen yüz binlerce Çerkesin perişan haline şahit olan Rus tarihçi Berje’nin sözleri 1864 gerçeğini gözler önüne sermiştir: “Novorosisk Körfezi’nde toplanmış 17 bin dağlının bende bıraktığı korkunç izlenimi hiç unutmayacağım. Yılın bu sert zamanında neredeyse tamamen gıdasız kalan, tifüs ve çiçek salgınıyla kırılan bu halkın hali içler acısıdır. Gökyüzünün altında çıplak arazide yırtık elbiselerinin içinde katılaşmış cesediyle yatan genç Çerkes kadının ve biri can çekişen diğeri annesinin göğsünden süt emmeye çalışan çocukların manzarası hangi kalbi sızlatmaz? Benzer pek çok sahne gördüm...”
Çerkesler yolculuk ücretini ödeyebilmek için tüm mallarını hatta bazen aile bireylerini köle olarak satmak zorunda kalmıştır.
Osmanlı kıyılarına varmayı başaran insanların bir kısmı ise hastalıktan, bakımsızlıktan yine ölüme terkedilmiştir. Sürgün edilen Çerkesler için bu yolculuk ikinci bir soykırım gibi olmuş, sürülen halkın yarısı yollarda kötü şartlardan, hastalık ve gıdasızlıktan ölmüştür.
Beklenin çok çok üzerinde bir sürgünün yaşanması sebebiyle sığınılan Osmanlı topraklarında da sağ kalanların bir kısmı mevcut şartlarda hayatta kalamayacağından köle tacirleri tarafından satın alınmıştır.
Rus milliyetçileri her yıl 21 Mayıs’ı Kafkasya işgalinin sona erdiği
Artık hak, güçlünündür; güçlüyseniz haklısınızdır.
Hak, hukuk ve adalet adına kurulmuş tüm uluslararası kurum ve kuruluşlar, yalnızca tabela kuruluşlarıdır ve ‘desinler’ diye, göstermelik olarak vardırlar. Bunların yaptırım güçleri, güçlülerin arzuları istikametinde olmaktadır.
Günümüz güçlüleri ise, zalimlerin ta kendileridir.
Gücü elinde tutan, BM Güvenlik Konseyi’ndeki beş korsan devletten adalet beklemek, sırtlan sürüsünden merhamet dilenmeye benzer.
İşte Siyonist İsrail; tüm dünyanın gözleri önünde, Filistinli Araplara karşı, sistemli bir şekilde soykırım uyguluyor. Masum sivillerin üzerine bomba yağdırıyor; savunmasız kadınları, çocukları, bebekleri hunharca katlediyor.
İşlediği cinayetler görülmesin ve seslendirilmesin diye, basın merkezlerinin bulunduğu binayı, füzeyle vurup enkaza çeviriyor.
Malum beşli çeteden biri olan ABD, tüm bu olanları görmezden gelerek, ‘İsrail’in kendini savunma hakkı vardır!’ diyerek, Siyonist zulme tüy dikiyor!
ABD’nin yeni Başkanı
Kiminin davası para-pul edinmek ve zengin olmaktır. Kimininki şöhrettir, yani desinler için siyaset yapmak... Kiminin davası makamdır, baş olma sevdasıdır, vb.
Olması gereken ise Hakk’a ve halka hizmettir.
Nedense, hemen herkes, hizmet etmek için siyaset yapmak istediğini söyler lakin lafla peynir gemisi yürümez. Zira Ziya Paşa’nın dediği gibi, ‘Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz. Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde’. İnsanın aynası iştir, lafa bakılmaz. Bir kişinin aklının seviyesi yaptığı işte görülür.
Ali Babacan, Ahmet Davutoğlu ve Abdullah Gül gibi isimleri ve yanlarında yer alan eski AK Partilileri, biz, siyaset sahnesinden tanıyoruz.
Bir vakitler, söylemleriyle bizi, dava insanı olduklarına ve Hakk’a ve halka hizmet için siyaset yaptıklarına inandırmışlardı.
Sayın Erdoğan’ın liderliğinde siyasi parti kurmuş ve iktidara gelmişlerdi. Sayın Erdoğan’ın iradesi, vefası, diğerkâmlığı ve tensipleriyle; milletvekili, komisyon başkanı, bakan, başbakan yardımcısı, başbakan ve cumhurbaşkanı olmuşlardı.
Bizdeki siyasi sistem (Siyasi Partiler Kanunu ve Seçim Kanunu) lidere endekslidir. Özellikle genel seçimlerde insanlar, lidere ve liderin sürüklediği siyasi partiye oy verirler. Hele büyükşehirlerde milletvekillerini tanımazlar bile. Küçük illerde de liderin belirlediği kişiler aday olabilir.
İktidar olan siyasi partinin lideri başbakan olur ve bakanlar kurulunu belirler.
Söz dinlememeyi ve gerekli olan önlemlere uymamayı maharet bildik. Bir anlık gafletimizin, umursamazlığımızın, bize ne denli bedeller ödeteceğini bilmemize rağmen vurdumduymazlığa devam ettik.
Hükümet, ürpertici manzara karşısında, (kısmen) tam kapanma kararı alınca da, hop oturup hop kalkıyoruz.
Kapanmanın beraberinde getirdiği ekonomik, ruhsal, bedensel ve sosyal yıkımları dillendirip yakınıyor ve kendimizden başka herkesi suçluyoruz.
Ölüm, en tesirli vaizdir; ondan ibret alıp kendine, ailesine, etrafına çekidüzen vermeyene söz kâr eder mi? Etmez elbet.
İbn Arabi hazretleri ne güzel ifade etmiş: ‘Herkes kendi yaptığının rehinidir’ ve ‘Varlıkların en yoksulu insandır, zira muhtaca muhtaç olan kimsedir’.
Maddi ve manevi kurtuluşumuzu bile birbirimizle olan dayanışmaya ve birbirimizin duasına borçluyuz. Şu halde karşımızdakinin kıymetini bilmeden rahat ve huzurlu olamayız.
Salgın hastalık döneminde kendimizi koruduğumuz gibi, en yakınlarımızdan başlayarak başkalarını da korumakla sorumluyuz; buna mecburuz.
Bilerek ve isteyerek kul hakkına giriyoruz. Bu vebalden kurtuluş ancak helalleşme ile mümkündür. Oysa bizim sorumsuzluğumuz yüzünden kimlerin hasta olduklarını ve hatta kimlerin öldüklerini bile bilmiyoruz.
Vaktiyle Yahudiler, İngilizlere, ‘Bizim için Filistin’de bir devlet kurun; biz o devletimizle, sizin ileri karakolunuz olalım!’ demişlerdi.
Onlar da İsrail devletini kurdular lakin kendileri İsrail’in karakolu oldular.
Zira İsrail, ‘Siyonizm’i devlet politikası haline getirmiş ve başta ABD olma üzere, birçok Batılı devleti kendi güdümüne almıştır. Herkes zanneder ki, İsrail’in arkasında ABD var; gerçekte ise, ABD’nin arkasında İsrail vardır.
Birleşmiş Milletler ya da Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin, İsrail’in aleyhinde aldığı tüm kararları ABD ‘veto’ ederek geçersiz kıldı. İsrail de tüm pervasızlıkları sergileyerek kan dökmeye, Filistinlileri sürmeye ve yurtlarını işgale etmeye devam etti.
Kudüs, her üç semavi dinde de kutsal olmasına karşın, Yahudiler ve Hıristiyanlar, Kudüs’ün yalnızca kendi dinleri için kutsal mekân olduğunu ileri sürerler ve diğerlerini dışlarlar.
Yalnızca Müslümanlardır ki, ilk kıbleleri olan Kudüs’ü, hem kendileri için ve hem de diğer din mensupları için kutsal mekân bilirler ve öyle davranırlar.
İsrail, Mescid-i Aksa’yı bile yıkıp yerine Süleyman Mabedi’ni inşa etmek istiyor. Bunun için de yıllardır sürdürdüğü sözde arkeolojik çalışmalarla caminin altını oyuyor.
Ağlama duvarının önündeki Yahudi erkeklerine dikkat edin; hepsinin saçları uzundur. Bunun sebebi, kıyamette zorlanan Tanrı’nın (!), bugünün öncesinde dünyaya gelip, has kulları olan Yahudileri saçlarından tutup semaya (sözde kendi katına) çekecek ve kıyamet dehşetinden kurtaracak olmasıdır.