Daha da vahimi ise, Sultan’ın hal (tahttan indirme) fetvasının gerekçesinde; padişahlar içinde en dindarı olan şahsa yakıştırılan iftira, “Din kitaplarını yaktırması” idi. (Halbuki yakılan bozuk, yanlış, hatalı kitaplardı.)
O günkü vesayet (dış ülkelerin güdümündeki İttihat ve Terakki), iktidar olunca, sözde milliyetçilik adına ülke genelinde cadı avı başlattı.
Cumhuriyeti, Kuran-ı Kerim hatimleri, Buhari-yi Şerif kıraatleri ve dualar eşliğinde ilan ettik. En sonunda ise, din işlerini devlet işlerinden ayırmakta karar kıldık ve anayasaya “laiklik” ilkesini koyduk.
Laiklik ilkesine göre, devletin tüm inançlara eşit mesafede olması ve dinlere müdahale etmemesi gerekirken, tam tersini yaptık.
Özellikle halkın çoğunluğunun mensup olduğu İslamiyet’e kafamıza göre şekil vermeye yeltendik. Daha da vahimi dindarla, dinciyi (dini alet eden sahtekârları) birbirine karıştırdık. 1949 yılında kabul ettiğimiz maddeyle (163. madde) ise, dindarlar için adeta giyotin kurmuş olduk.
Bu yüzden son yüz yıllık yakın tarihimize “cadı avı tarihi” dense yeridir.
Bütün bu kepazelikleri kanunlarımızdaki müphemiyet yüzünden yaşadık. Kuruyla yaşı, Demirel’in tabiriyle, “tetik çekenle tespih çekeni” bir tuttuk.
Dindarla dinciyi ayırt etmek devletin görevidir; devlet, bu ikisini bir mütalaa ettiğinde zulmün daniskasını yapmış olur. Dindarla dinciyi ayırmayan devlet, görevini yapmıyor demektir.
Bu çetin ve iştah kabartan coğrafyada iki şekilde hayat sürdürülebilir. Biri, peyk olarak; yani büyük bir devletin emrine girerek, onun himayesinde; bir diğeri ise, kimseye muhtaç olmadan, kendini koruyabilecek güçte olarak.
Birincisinde, zillet içinde yaşarsınız, kolunuz kanadınız kırıktır, başkalarının himayesinde ve elbette ki vesayet altında sürünerek hayatınızı idame ettirirsiniz.
Batı (ABD ve avaneleri) bize, demokrasi yerine vesayeti dayattı. Bizzat Amerikalılar buna, “düşük yoğunluklu demokrasi” diyorlar. 1945-2015 (FETÖ’nün Kırmızı Kitap’a girmesi) arası, tam 70 sene vesayetle yaşadık. Nasıl yaşayabildiğimiz ise, hemen herkesin malumudur.
Birinci Kurtuluş Savaşı öncesi, düşman(lar), dışarıdan gelerek her yanımızı işgal etmişti. Destansı bir mücadele ile düşmanı yendik lakin o zamanki düşman karşımızda ve görünürdeydi. Ama gelin görün ki, bugünkü düşman da her yanımızı işgal etmiş, aksine bu düşman içimizde.
Evlerimizde, sokaklarımızda, çarşılarımızda, okullarımızda, tüm kurum ve kuruluşlarımızda...
Bizim evlatlarımız devşirilerek, hem bize hem de devletlerine düşman edilmiş.
Bu kadarla da yetinilmemiş, başta PKK gibi dünyanın en kanlı terör örgütü olmak üzere, envaı çeşit terör örgütleriyle hem içeriden ve hem de dışarıdan saldırılarla ülkemiz parçalanmak istenmektedir.
Ülkemizi bölmek istedikleri sınırlarımıza komşu iki ülkede, iç savaş çıkartılarak, o ülkelerle birlikte, mahut sınırlarımız da istikrarsızlaştırılmış; dahası, o ülkelerden kaçan milyonlarca mülteci bize sığınmıştır.
Yirmi yıla yakın bir süredir tek başına iktidardadır ve her iktidar gibi, AK Parti de bu uzun süre zarfında ister istemez yıpranmıştır. İşte siyasi partiler, bu denli yıpranmışlıktan kurtulmak için kadrolarını yenileyen kongreler icra ederler ve böylece taze başlangıçlar yaparlar.
Bu kadar uzun bir süre, böylesine büyük bir partiyi bölünmeden ayakta ve iktidarda tutmak kolay olmasa gerektir. Parti bölünmemiş lakin partiden ayrılmalar olmuştur. Ayrılanlardan bir kısmı diğer rakip partilere girerken, diğer bir kısmı da kendi partilerini kurarak ayrı bir yol tutmuşlardır.
AK Parti ilk döneminde vesayetle yürüdü. Yönetimde şeklen ortak görünen, gerçekte ise tek başına yöneten ve ülkenin tüm kurum ve kuruluşlarını kuşatan vesayet, siyaseti de bitirmeye ve onun da yerine geçmeye kalkıştığında, ipler koptu.
Ve o gün bugün kıyasıya savaş olmakta; devleti elinde bulunduran vesayet ilk kez bu savaşı kaybetti. Zira şimdiye dek hep kazanan vesayetti. Malum, o zamana kadar hükümetlere ve hatta parlamentoya “git” diyorlardı, onlar da tıpış tıpış gidiyordu.
Ne oldu, nasıl oldu da vesayet kaybetti derseniz?
Bunun iki sebebi var: Birincisi, benim de içinde bulunduğum parlamentonun çıkardığı kanunlarla, o ana kadar her biri ayrı telden çalan istihbarat birimlerinin bir havuzda toplanmasıdır. Böylece MİT, ABD’nin Doğu Akdeniz’deki istasyon şefliğinden çıkarıldı. Yani gerçekten milli oldu.
Bu denli birlikteliğin hayırlı sonuçlarını terörle mücadelede almaktayız. Artık MİT, Genelkurmay İstihbarat, Jandarma İstihbarat, Emniyet İstihbarat; hepsi el ele ve gönül gönüle, bu devlet ve millet için çalışmaktadır.
İkincisi de lider konumundaki Sayın
Siyasetçi, davasının adamı olup, halka hizmeti şiar edinmişse; biri bayramlık, bir diğeri idamlık iki gömlek sahibi demektir.
Türk siyasi tarihi, nice idare-i maslahatçı (işleri oluruna bırakan) siyasetçiler gördü lakin bunların her birisinin yerinde yeller esmekte ve hiç birisinin esamisi okunmamaktadır.
Malum bizdeki demokrasi, dışarısının dayatmasıyla geldiğinden; halkımız onu gereği gibi sindirememiş ve ayrıca onca badireler yüzünden, bir türlü olgunlaştıramamıştır.
Süleyman Demirel; “Başbakanlık koltuğunda, her başımı kaldırdığımda, merhum Menderes’in darağacında sallanan resmini görürüm!” ve dahası; “Karısı dul, parası pul olmak isteyen varsa siyasete talip olsun!” derdi.
Malum; Birinci Büyük Savaş’tan, yenilerek ve vatanımızı kaybederek çıktık. Kurtuluş Savaşı ile canımızı zor kurtardık lakin galip güçler, dünyayı parselleyip, kendi kurallarını koydular ve dayattılar.
İkinci Büyük Savaş’a girmedik ama savaşın tüm olumsuzluklarını iliklerimize kadar yaşadık.
Sonunda; bu kez yeni galip güçler, bize demokrasiyi (güdümlü-vesayet) dayattılar; onu bile çok gördüler ve devlet ve milletini kalkındırmak adına, bir adım atmak isteyen siyasetçileri alaşağı ettiler. Darağaçlarında sallandırdılar, siyasetten men edip dünyayı kendilerine zindan ettiler.
Bu uğursuz eylemi on yılda bir tekrar ettiler; dolayısıyla milletin parıltılı beyinlerinin kahir ekseriyetini siyasetten soğuttular. Öyle ki, aklı başında insanlar, evlatlarına vasiyet ederken, siyasetten uzak durmalarını salık verdiler.
Dedik ya; konu çok hassas ve hemen herkesin üzerinde ittifak ettiği bir konu olduğu için, TBMM’de gerektiği gibi irdelenmeden, bütün partilerin katılımıyla (oybirliğiyle) yasalaşmıştı.
Malum Avrupa’nın birçok ülkesi bu denli netameli bir sözleşmeye çekincelerini koymuş; diğer bir kısım ülkeler ise metni imzalamalarına rağmen uygulamamıştı.
Bu arada en dikkat çekici tavrı Polonya göstermiş ve doğuştan olmayan, sonradan, kişilerin belirleyeceği cinsiyet anlayışını toplumlara dayattığından (toplumsal cinsiyet, ne demekse); sözleşmeden çekilmek için yasal süreç başlatmıştır.
Bu arada, birileri, bilerek veya bilmeyerek, Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ı bu kararından dolayı eleştiriyorlar. Meclis’ten çıkan kanunu, Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi iptal edemez diyorlar.
Elbette edemez; zaten o kanun halen yürürlükte.
Cumhurbaşkanlığı Kararnamesiyle Türkiye, uluslararası bu sözleşmeden çekildiğini ifade ediyor. Bu ise hem bu sözleşmeye ve hem de uluslararası hukuka uygundur. Bunun aksini kimse iddia edemez.
Meclis’ten çıkıp yasalaşan ve yürürlükte olan kanuna gelince; ona yeni şekil verecek (bütünüyle kaldırmak, bir kısmını çıkarıp, bazı ilaveler yapmak, aynen kabul etmek vb) yine elbette ki TBMM’dir.
Fakat bizdeki asıl ayıp nerede biliyor musunuz?
Bu durum, başta HDP’liler olmak üzere, hemen herkesin beklediği bir karardı.
Evet, HDP’liler de böyle bir girişimi bekliyordu ve bilerek ve isteyerek ‘lades’ dediler. Zira görünen köy kılavuz istemez; şimdiye dek onca belediye başkanı, belediye meclis üyesi, il ve ilçe başkanı ve parlamenteri yargılanıp mahkûm edilmişti.
Halen daha da bu denli araştırma, soruşturma ve kovuşturmalar (TBMM’deki fezlekeler dahil) devam etmektedir.
Bütün bunlardan ibret almadığı gibi, dağdaki terör örgütüyle arasına en ufak bir mesafe koymadı ve ısrarla örgütün uzantısı olduğunu gösterdi.
Hemen belirtmeliyiz ki hiç kimse Türkiye’nin siyasi partiler mezarlığı haline gelmesini istemez. Siyasi partilerin kapatılmasından hiç kimse hoşnut olmaz.
Ama gelin görün ki HDP, kurulduğu günden beri hiçbir gün bir siyasi parti gibi davranmadı. Öyle ki milletvekilleri bile birbirini Meclis’te tanıdı. Zira her birini dağdaki terör örgütü elebaşları belirlemişti!
Nasıl seçildikleri ise apayrı bir garabettir; mahut yöredeki seçim sandıklarındaki oyların ful HDP’ye çıkması, tehdit ve baskının eseri değil de nedir?
Bir siyasi parti düşünün: Bu devletin hazinesinden yardım alacak, bu milletin dişinden tırnağından arttırarak verdiği vergilerden maaş alacak, bu devletin Meclis’inin çatısının altında faaliyet gösterecek lakin tüm beyan, tutum, davranış ve kararlarıyla bu milletin ve devletin aleyhinde bulunacak.
Uluslararası çaptaki hiçbir terör örgütü, dışarıdan devlet veya devletlerin yardımı olmadan yaşayamaz. Bu cümleden olarak El-Kaide’yi de Taliban’ı da FETÖ’yü de PKK’yı da DEAŞ’ı da YPG ve PYD’yi de kurup geliştiren, silahlandırıp eğiten ve her türlü lojistiği sağlayan, Türkiye ile dost ve müttefik görünen ülkelerdir ki, bunların başında ABD ve AB’nin belli başlı ülkeleri gelmektedir.
Bu örgütlerin sözde İslami olanlarını, İslamiyet’le ve Müslümanlarla savaştırmak için kurup yönetiyorlar.
Bakınız: Bu emperyalist güçler, 80’li yıllarda, 8 yıl sürecek bir İran-Irak savaşı çıkardılar. İki taraftan da milyonun üzerinde insan öldü, onca yıl her iki ülkenin de kaynakları bu savaşa aktarıldı. Sonuç, her iki ülke için sıfır; kimse bu savaşın niçin çıkarıldığını ve sonucunun ne olduğunu bilmiyor.
Bilinen tek şey, iki taraf için de yıkım olduğu...
Aynı merkezler Vehhabi–Şii (Suudi Arabistan-İran) savaşı çıkarmak için çok uğraştı, başaramadılar. Bölge ülkelerini Türkiye ile savaştırmak istediler, buna cesaret edebilecek ülke bulamadılar.
Bölgemizde İran (Şii) yayılmacılığının önünü açarak, bir Sünni-Şii savaşı çıkarmak istediler; buna da şimdiye dek muvaffak olamadılar. Aynı oyunu yeniden sahnelemek için Papa, Irak’a bir ziyaret düzenledi. Orada bundan sonra ne yapılmak istendiği de açıkça dillendirildi ve Papa’ya aynen şöyle denildi: “Gelecekteki savaş, Mesih’in çocukları ile Yezid’in çocukları arasında olacaktır.” (Reyan el-Keldani. Haşdi Şabi’nin Katolik Keldani komutanı). Yezid’in çocukları dediği yani ehl-i sünnet inancında olan Müslümanlar...
Emperyalizmin hedefi belli: Bölgedeki ülkeleri parçalayıp küçük lokmalar halinde İsrail’in önüne atmak. Nil’den Fırat’a değin kurulacak büyük İsrail’in elini güçlendirmek ve kendi batıl inançları gereği, kıvılcımı bu bölgeden çıkacak kıyamet savaşı için haşa Tanrı’yı bu savaşa zorlamak...
Şu inancın sapıklığına bakar mısınız? Sözde Tanrıları bile bunların zorlamalarına göre hareket ediyor!
Din savaşları, insanlık tarihi kadar eskidir. Günümüzde, laik toplumlara bakıp da din savaşlarının bittiğini zannetmek ahmaklıktır. Zira insan olduğu müddetçe din de olacak ve bu oluşum kıyamete değin devam edecektir.
Nitekim kimyasal silah yalanını uydurup Irak’a saldıran ABD’nin başkanı Bush, bu uğursuz savaşı dünyaya ilan ederken, bunun bir haçlı savaşı olduğunu ifade etmişti.
Savaş düşmanla yapılır; dünün düşmanları, karşıt din mensuplarıydı (aynı din mensupları da yine inanç temelli (mezhepsel) ya da diğer saiklerle savaşmıştır) lakin bu savaşlar öyle durduk yere olmaz, haklı ya da haksız, mutlaka bir sebebe dayanırdı.
Dünün savaşları, savaşan tarafların karşılıklı iradeleri ile yapılan savaşlardı; günümüzde ise savaş konsepti tamamen değiştirilmiştir ve yaptırılan savaşlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Daha açık ifadesiyle, hiçbir devlet kendi iradesiyle savaşmıyor, başkaları tarafından savaştırılıyor.
Günümüz savaşlarının yegâne aparatı terör örgütleridir. Artık ülkeler, bu terör örgütlerini kurup geliştiriyor, eğitip donatıyor ve düşman bellediği ülkelerin üzerine salıyor.
Sovyetlerin dağılmasından sonra tek kutuplu kalan dünyada yeni düşman; İslamiyet, İslam devletleri ve halkı Müslüman olan ülkelerdi. Özellikle ‘değerli’ olan ülkeler...
‘Değerli’den maksat, petrolü, altını, kıymetli madenleri olan ya da coğrafi olarak stratejik konumdaki ülkeler. Diğer bir deyişle, emperyalizmin iştahını kabartan ülkeler.
Emperyalist ülkeler malum, bunlardan bir kısmı sinsi düşmanlık yaparken diğer bir kısmı da düşmanlıklarını alenen sergiler. En sinsi hareket eden ülke İngiltere’dir; açıktan düşmanlık sergileyen en yaman ülke ise ABD’dir.