Figen Batur

Mutfağa Ekrem Muhiddin Yeğen’le girdim Mösyo Reboul ile devam ettim

19 Mart 2005
Annemin yüzünü kara çıkarmayıp yemek yapmayı öğrendikçe, kütüphanemdeki yemek kitaplarının ve sağdan soldan topladığım tarifleri yazdığım defterlerin sayısı arttı. Kitapların çoğu zaman içerisinde edindiğim yabancı kitaplar. Defterler ise Rita’nın pastası, Ferduş’un çorbası, orospu dolması gibi sadece benim anlayacağım tariflerle dolu.

Bir de elbet Necip Usta’nın kitabı var. Ona haksızlık edemem. Ettirmem de. Okuduğunu anlar, kuyumcu terazisine ihtiyaç duymadan ne yapmak istiyorsan yapar, hayal kırıklığına uğramazsın. Üstüne üstlük eğlenirsin. Kütüphanede yabancı yemek kitaplarının olması benim o tatlara düşkünlüğümden değil. Bizim evde Türk yemekleri yenir. Gel gör ki uzun yıllar bu alanda yayımlanmış kitap handiyse yoktu.

Ama ne olduysa oldu son yıllarda herkes yemek kitabı yazma sevdasına tutuldu. Sökün ettiler.

Geçen gün Remzi Kitabevi’ndeki yemek kitapları bölümüne gittim. Neler yok ki?

İçlerinde büyük emek isteyen; uzun araştırmalar sonucu yazılmış olanlar da var, benim defterler gibi annesinin defterinde okuduğu tarifleri peş peşe sıralayıp yemek kitabı yazdığını sananlar da.

Pırıl pırıl ciltli, her yemeğin fotoğraflandığı pahalı kitaplar da var, neredeyse saman kağıda basılı olanlar da.

Beş ana başlık altında toplanabilirler: Anı-Yemek kitapları, Dedemin Mutfağı, Annemin Sofrası, Bizim İller, Ah O Güzelim Günler diyenler...

İçinde Takuhi Tovmasyan’ınki gibi yemek faslından ötesini anlatanlar varsa ne ala. Yoksa, fena...

Şeflerin yazdıkları, mantıklı. Adamın yaptıklarını seviyorsan kitabını alır nasıl yaptığına bakarsın. Olur a, deneye yanıla, sen de onun kadar mahir olur, günün birinde küçük bir lokanta açarsın.

Yöre yemekleri; borani, şıllık gibi çarpıcı adları olan tarifleri ihtiva edenler. Amik Ovası’ndan getirtilen otlarla kotarılmamışlarsa ne ala!

Her biri hamarat bir hanımefendi tarafından yazılanlar: Baş tacı edilen hamur işleri, oklavanın ucunda döndürülerek açılan yedi kat yufkalar, baklavalar tatlılar... Avrupa’da iyi şeflerin nedense hepsi sıskadır, bizim hamarat hanımlar tahmin edilebileceği üzere hayli şişman. Olsun varsın, yüksek kolesterol yerine iri kalçalara katlanırsın.

Bir de yemek kültürü üzerine yazılanlar.

Akmerkez’deki Remzi Kitabevi’ni duymuşsunuzdur, içinde sigara içilmesine izin verilmeyen bir kahvesi var.

Kitap-dergi, canınız ne çekiyorsa alıp küçük masalardan birine oturmak ve istediğiniz kadar okumak mümkün.

Raflardan ilgimi çeken yirmi kadar kitap çıkardım, küçük masanın üzerine yaydım. Kararım karar: Araştırmacı gazetecilik yapıp yazımı öyle yazacağım ve içlerinden beğendiklerimi de alacağım.

Araştırmacılığım iki-üç saat sürdü. Arada kapı önünde verdiğim sigara molalarını saymazsak, o süre içerisinde rahat rahat seçtiğim kitapları karıştırdım, notlar aldım, üç-beş tanesini satın almak için ayırdım. Gel gör ki hiç birini alamadım. İki tane cimcoz kız tarafından çarpıldım. Remzi’deki personelin dikkati sayesinde çantam bulundu ama paralar gitti. Buna da şükür, hiç olmazsa aldığım notlar gitmedi.

MERAKLISI İÇİN ÖNERİLERİM

3 Tuğrul Şavkay’ın Şekerbank tarafından yayımlanmış Osmanlı Mutfağı. 3 Marianna Yerasimos’un Boyut Yayınları’ndan çıkan 500 Yıllık Osmanlı Yemek Kültürü ve Günümüze Uyarlanmış 99 Osmanlı Yemeği adındaki kitabı. 3 Murat Belge’nin Tarih Boyunca Yemek Kültürü. İletişim Yayınları.3 Yapı Kredi Yayınları’ndan Artun Ünsal’ın Ölmez Ağacın Peşinde’si. 3 Dharma Yayınları’ndan Tijen İnaltong’un Mutfakta Zen’i. Sanırım, ilk ve tek vejetaryen yemek tarifleri kitabı bu.

3 İş Bankası Yayınları’ndan Picasso’nun Mutfağı.

3 Andrew Dalby’nin Antik Çağ Yemekleri adlı kitabı. (Homer Yayınevi’nden)

EKREM MUHİDDİN İLE MÖSYO REBOUL FARKI

Geçenlerde bir arkadaşımla konuşurken neden bilmem laf döndü dolaştı Ekrem Muhiddin Yeğen’e geldi.

Eminim genç kuşak adını bile bilmez.

Oysa bizim için Ekrem Muhiddin demek, mutfak çıkmazında kaybolmamanın yolu demekti. Evden ayrılan her genç kıza ya annesi ya teyzesi tarafından bir adet tuğla kalınlığında Ekrem Muhiddin kitabı verilirdi. ‘Aman tariflerdeki tuz miktarını az tut’ diye sıkı sıkı tembih edilir, yıllarca ellerini soğuk sudan sıcak suya sokturmadıkları gül gibi kızlarının verilen tariflere harfiyen uymaları halinde iyi kötü yemek yapmayı öğrenecekleri, zaman içinde de ustalaşacakları düşünülürdü...

Tuz, önemliydi. Usta, ya yemekleri tuzlu seviyor, ya da tuz ayarını bilmiyordu. Ama kimsenin aklına rahmetlinin o kitabı yazdığı tarihlerde Türkiye sınırları içerisinde rafine tuz bulunmadığı, dolayısıyla da garibimin verdiği ölçünün kendi bildiği tuz için olduğu gelmiyordu.

Bavuluma sıkıştırdığım kitapla yad ellere gittim. Ve felaketle sonuçlanan bir iki denemeyi önce kendi beceriksizliğime verdiysem de, bir süre sonra tariflerdeki sorunun tuz miktarı ile sınırlı olmadığını anladım. Ne yaparsam yapayım ortaya bol salçalı bir bulamaç çıkıyordu. Ve korkunç yağlı.

Hiç unutmam; bir akşam parasızlıktan üniversite lokantasında çıkan yemeklere talim eden ve annelerinin yemekleri burunlarında tüten bir iki arkadaşımı eve çağırmış, dolma yapmıştım. Yaprak dolması. Cahillik ve cesaret ilişkisi işte. Önlerine gelen yemeğe bakışları hálá gözümün önünde. Adı dolmaydı ama tadı başkaydı. Sası, fena bir tat. Yenilir, yutulur gibi değil. O kadar kötü bir şeydi ki adım dolma dolduramayana çıktı. Bu gün bile ne zaman onlardan birini eve davet etsem, ‘Aman ha ne yaparsan yap, sakın ola dolma yapma’ derler.

O deneme sanırım son Ekrem Muhiddin denemem oldu. Adını defterimden sildim, kendime yıldırım hızıyla başka bir kılavuz seçip bir günde Türk mutfağından Fransız mutfağına geçtim. Yeni öğretmenimin adı La Cuisiniere Provençale’dı. Adına ve kitabın kapağındaki gravüre bakılınca önlüklü bir kadın tarafından yazıldığı izlenimini verse de, yazarı 1862 tevellütlü kaytan bıyıklı bir Marsilyalıydı: J. B. Reboul.

Önce korkarak, sonra rahatlayarak okuduklarımı uygulamaya başladım. Soğanlara karanfil saplamayı, kalan yemeklerden yeni yemekler yapmayı, hangi mevsimde ne pişeceğini, iyi yemek yapmanın sırrının mübayada yattığını, kuzunun kolunu, dananın budunu seçmeyi, sebzenin iyisini, tatlının hafifini kısaca işin a-be-ce sini ondan öğrendim. Yıllar içerisinde rengi soldu, cildi yamuldu, kimi tarifler bulaşan yağ lekeleri yüzünden okunmaz oldu; hatta ve hatta bitmez tükenmez taşınmalar sırasında bir ara ortadan bile kayboldu ama içinde 1120 tarif barındıran o kitap yıllarca benim en iyi dostum oldu.

Geçen yıl eski dostuma veda edip kendime yeni bir baskısını aldım. 27’nci baskısı. İlk kez 1897’de basılmış. Yüz yıllık bir kitabın içindeki tariflerin modasının geçeceği, yeni yeme alışkanlıklarının eskisini kovacağı düşünülür ama öyle değil. Geleneksel Fransız mutfağını sevenler verilen her tarifi gönül rahatlığı ile, hálá deneyebilirler. Al sana Ekrem Muhiddin ile Mösyö Reboul farkı.
Yazının Devamını Oku

Sibel Asna ektiği lavantalar gibi, sert rüzgarlara dayanan salınsa da kırılmayan

12 Mart 2005
Madem gün bizim günümüz, yazmak için öyle bir kadın bulmalıyım ki, 8 Mart’ın şanına yakışsın diye düşünürken Ethem Efendi 36’nın halkla ilişkilerini yürüten Ece Kutluca aradı. Davet ediyorlar. Her zamanki gibi gidilecek mekanları kendimin değil, konuklarımın seçtiğini söyleyip özür diledim. Ama aklıma da düşmedi değil. Karşı yaka aydınlarının vazgeçilmezlerindendir Ethem Efendi 36. Nur Çintay-Emre Aköz ikilisinin ya da Altan ailesi fertlerinin káh sabah kahvaltısı káh akşam yemeği için orayı yeğlediklerini yazılanlardan biliyorum. Belli ki İstanbul’un ‘kurtarılmış’ bölgelerinden.

Orası ile ilgim sadece okuduklarımla sınırlı değil. Önünden her geçişimde asırlık ağaçların gölgelediği bakımlı bahçeye ve bahçe içindeki nakışlı köşke bakıp, iki adım ötedeki herc-ü-merce karışmadan, daha da önemlisi şimdiki zamanın hoyratlığına bulaşmadan burada kimler yaşıyor acaba diye düşünürdüm.

Çok várisli bir mülkün paylaşılamayan mirasına konan açık gözler mi, yoksa ona sahip çıkan genç nesil mi? Akbabalar ne yapar eder kendilerini belli ederler. Sokaktan geçerken bile hissettiğiniz zarafeti yerle bir etmekte üstlerine yoktur. Demek ki müştemilattan bozma lokantanın sahipleri akbabalar değil. O zaman orada yaşamanın keyfini bilen ve bunu sürdürmek isteyen birileri var demektir. Sadece bunun için bile Ethem Efendi 36’ya gidilir.

Telefonu kapatınca iki yılı aşkın süredir yazdığım bu yazılarda karşı yaka lokantalarına nasıl da haksızlık ettiğimizi fark ettim. Arkadaşlarım arasında -Pakize Suda hariç- kimse orada bir mekan önermemiş, dolayısıyla gidilmemiş.

Kararım karar: Kural delinecek, bu hafta Ethem Efendi 36’ya gidilecek. İyi de kimle, demeye kalmadan buldum: Sibel’le.

Her zaman bu kadar denk düşmez. Sibel, yani Sibel Asna, hem 8 Mart Kadınlar Günü’nün şanına yakışan biri, hem de biliyorum ki Ethem Efendi 36’nın isim annesi.

Onunla ilk kez 1986 yılında Şişli Beymen Mağazası’nda karşılaştım. Ben dışarıdan Beymen’e mal yapıp satan biri, o, Beymen’in Halkla İlişkilerini yürüten anlı şanlı A&B şirketinin yöneticisi. O güne dek, Halkla İlişkiler benim için şirket sahiplerinin sesini kamuoyuna duyuran bir tür ‘Sahibinin Sesi’ idi. Açılış, kapanış, özel günler, basınla ilişkiler... Hepsi bu. Daha doğrusu bizim ülkede yapılış biçimi bu.

Cahilim ya, Mc Luhan’ın adını duymuşsam da, ne dediğini anlamamışım ya; anladığım kadarıyla da ‘Türkiye’de işler böyle yapılmıyor’a gönülden inanmışım ya; burun kıvırıyor, küçümsüyorum.

Sibel ile konuşmaya başladık. Yarım saat geçti geçmedi, ayaklarım yerden kesildi. Sibel yapmak istediklerimi bana bırakıyor ama bu hayalleri hayata geçirebilmenin yollarını anlatıyordu. Evet, Türkiye’nin en iyi sanatçıları çizebilirdi, evet bu yola Avrupalı sanatçılar da çıkabilirdi, evet böyle bir sergi kotarılabilirdi, evet bu hülyaya sponsor bulunabilirdi, evet başarılırdı, evet başarabilirdik... Yeter ki isteyelim, yeter ki bir araya gelelim!

ÖNCE PUF BÖREKLERİ SONRA SİBEL’İN KİTABI

Onu dinledikçe, hayallerimin nasıl gerçekleştirilebilir olduğunu keşfettim. Ufkum genişledi. Kendimi koşullarla kısıtlamamayı öğrendim. Ve insanın hayalini paylaşan ‘ötekinin’ eğer donanımlıysa, o hayalleri nasıl ete kemiğe büründürebildiğini fark ettim.

Kimdim ki ben koskoca A&B şirketi için? Cim karnında nokta.

Ama Sibel için cim karnında nokta ya da Cim; hatta ve hatta cin, fark etmezdi. O, inanırsa, düşünüzü düşünceye, düşüncenizi söze, sözünüzü duruşa, duruşunuzu kimliğe çevirebilirdi. İşi buydu: İletişimciydi.

Geride duran, hep payanda olan.

Tembelliğimden ve havailiğimden ötürü o sergiyi gerçekleştiremedik.

Ama o gün bu gün Sibel’in peşini bırakmadım. Kimi zaman yanında durdum, kimi zaman uzaktan baktım. Yaptıklarını gördükçe, yapamadıklarına yandım.

O hep arkada kaldı. Tuvalin tersini imzalayan ressamlar gibi, adını hep arkaya yazdı.

Kar fırtına aldırmadık, köprüyü aştık, saat iki sularında Ethem Efendi’ye vardık. Günlerden salı. Bir iki masa dışında lokanta boş. İçerideki Yeşil Salon’da sanırım bir dergi için çekim yapılıyor. Ve mekanın sahibi Mihrişah Hanım alçılı ayağı ile köşedeki koltukta oturuyor. Kendisine bir şey söylemiyorum ama bir insanın bir mekana bu kadar yakışması için, adının bile Mihrişah olması gerektiğini düşünüyorum.

Biraz sonra bütün ihtişamı ile bahçeye açılan pencerenin önündeki masamıza geçiyoruz. Lafa başlayamadan puf börekleri, tulum peyniri, zeytinyağı ve ev yapımı ekmekler geliyor. Şarabı da söyledikten sonra konuşmaya başlıyoruz.

Görüşmediğimiz süre içerisinde Sibel’e neler yaptığını soruyorum. Önce iş. Koca bir kitap getirmiş. A&B Halkla İlişkiler’in 30. yılı için yayımladıkları, son yıllarda ses getiren kampanyalarını gösteren ve yaptıkları işin felsefesini anlatan özlü sözlerle desteklenen bir kitap. Bülent Erkmen tasarlamış.

İçerisinde Turkcell ve ÇYDD ile birlikte yürüttükleri beş bin kız çocuğuna eğitim sağlayan kampanyadan Cüzamla Savaş Derneği’ne verdikleri desteğe, depremzede kadınlara ördürülen şalların Benetton mağazasındaki satışından, Garanti Bankası’nın Anadolu Sohbet Toplantılarına, Çatalhöyük kazılarının duyurulmasından Platform Sanat Galerisi’nin kuruluşuna kadar ne ararsan var.

Hiç şaşırmadım. Sibel bu. Durmaz, yorulmaz.

Sonra hayattan söz ettik. Yaşadıklarımızdan, yaşayamadıklarımızdan.

Murat Can’dan.

Akmeşe Köyü’ndeki çiftliğinden, o çiftliğe akıttığı terden, toprağı ve doğayı nasıl sevdiğinden konuştuk.

Eğilip çantasından sarı bir zarf çıkardı. Açmasıyla etrafı lavanta kokusu sardı. Hayrola der gibi yüzüne baktım. Zarftan gülümseyerek eflatuna kesmiş tarla fotoğrafları ve her biri birbirinden güzel işlemeli lavanta keseleri çıkardı.

Boş durmamış; dinlenmek, dostlarıyla zaman geçirmek için aldığını söylediği çiftlikte lavanta ekimine başlamış. Derdi elbette para kazanmak değil. Uzun süredir susuzlukla uğraşan yöre köylüsüne cesaret vermek. Onlara, arpadan buğdaydan, iri baş hayvancılıktan başka yapabilecekleri şeyler olduğunu göstermek. Ferda Mutlu kese yapımlarını üstlenmiş. Henüz yağ çıkarmaya başlamamışlar ama LAVA markasıyla o şirin keseleri dağıtmaya başlamışlar.

Zamanımız dolmasa daha neler anlatırdı kim bilir?

Akşam eve döndüğümde Sibel’i düşündüm. Hani Kızılderililer her insanın dünyada bir bitki bir de hayvan idolü var derler ya, Sibel sanki bu inancın canlı örneği.

Kendi de tıpkı ektiği lavantalar gibi. En sert rüzgarlara dayanan, salınsa da kırılmayan. Kıraç toprakta boy veren, susuzluğa aldırmayan. Mis kokan, sağaltan. Değdiğini mutlu kılan.

Bundan böyle lavanta benim için Sibel Asna demek.

Sibel Asna, lavanta.
Yazının Devamını Oku

Her lokmayı taşra usulü kör gözüm parmağına sunuyorlar ama yemekler müthiş

5 Mart 2005
Tam çıkacağım, telefon.<br> Buluşacağım arkadaşım gelemeyeceğini söylüyor. Yerdeki gazeteyi almak için eğilmiş, bir daha da dikilememiş. Bir yandan acil şifalar diliyor, bir yandan çevremde sağlıklı insan kalmadı diye söyleniyorum. Paltomu çıkartmaya bile yeltenmeden telefon defterini karıştırıyorum. Ne yapmalı, yerine kimi çağırmalı? O olmaz, bu olmaz, onu yazdım, bu çıkmaz. Şu kasvetlidir (sıkar), bu molladır (yorar), beriki acılıdır (dağlar).

Eleme. Aslında aradığım bir hercai menekşe. Boş olacak, yarım saat içerisinde hazırlandığı gibi benimle buluşacak. Nerdeee? Vazgeçiyorum. Peki ne yazacağım?

Şıklar belli:

a) Bu hafta yazılmayacak.

b) Hazır dansözle bir fotoğrafım var; Nurçin’in, Gallavi’de kutladığımız yaş günü anlatılacak.

c) e-maillere bakılıp oradan bir yazı kotarılacak.

d) Strasbourg’a uzanılacak.

e) Hepsi.

A, olmaz. İki hafta mola vermişsen, olamaz.

B için Nurçin’e danışmak gerek. İster mi istemez mi? O da yetmez, diğerleri de var. Tamı tamına otuz beş kişi.

C, haftanın her günü yazanların hakkı.

D’nin derdi ayrı.

E?

Tamam, hepsi.

Aslında bir yerlere gitmeye bayılıyor ama döndükten sonra oralardan söz etmekten hoşlanmıyorum. Oralardan yazmamam, üşenip yanımda götürdüğüm bilgisayarın kapağını açmamam da bundan. Yad ellerde beni müthiş heyecanlandıran bir şey, bir diğeri için anlamsız olabilir. Herkesin serüveni kendinedir.

Geçen yıl Hindistan’da tek başıma dolanırken, buralar anlatılmalı duygusuna kapılmıştım. Udaipour yakınlarındaki Jain Tapınağı’nı görmek için git git bitmez yollardan geçmiş, dağ, tepe, koyak aşmış sonunda ancak huzur sözcüğünün somut karşılığı diye tanımlayabileceğim mermer bir mabede varmıştım. Bir iki rahip, uzaklardan, çok uzaklardan geldiğini söyleyen alaca sarileri içinde bir iki yalınayak Hintli, gölgesinde serinlediğiniz ağaçların dallarında zıplayan ve geriden gelen dua seslerine saygı gösterircesine çığlık atmayan yüzlerce maymun. Tapınağın her biri birbirinden farklı sütunları arasında dolaşırken burayı yazmalıyım demiştim. Yazmadım ama bir süre sonra oralara gittiğini bildiğim birilerine yollarını Ranakhpour’a düşürmelerini hararetle tavsiye ettim.Ve şimdiye kadar kimseden işitmediğim azarı onlardan işittim. Neymiş? Benden bunu beklemezlermiş. Doğru dürüst yemek yiyecek bir yer bulamamış, doya doya alışveriş yapamamışlar. Üstelik yol boyu ‘Vahşi Hayatı Koruma Alanı’ levhalarını gördükçe, korkmuşlar. Böyle yerlere gitmemek gerekirmiş. İsteyen, Discovery Channel’ı izlermiş. Bir serzeniş ki sormayın gitsin.

Fas yolculuğu sonrası da aynı şey oldu. Kimileri Marakeş’i fazla turistik, kimileri Fez’i feci pis buldu. Oralara kadar gideceğime Samanpazarı’na giderim diyenler de cabası.

Dediğim gibi çıkılan her yolculuk, kişiye özel. Allanmamalı, pullanmamalı asla ve kat’a anlatılmamalı.

Ama serde atalet varsa, yazılar yedeklenip saklanmıyorsa, dönüş saati yazı günüyle çakışıyor, bir sonraki hafta buluşacağın arkadaşının da beli çıkıyorsa. Yapılacak bir şey yoktur. Paris’i de yazarsın, hızını alamayıp Strasbourg’a da uzanırsın.


Hani kıyıda kalan her şehir bir yerin incisidir ya, Strasbourg da Alsace’ın incisi. Ve Fransızdan çok bir Alman şehri. Tarih boyunca iki ülke bu yüzden çatışmış, şehir kimi zaman birinin kimi zaman diğerinin sınırları içerisinde kalmış.

Bir yanda Vosges sıradağları, diğer yanda Karaormanlar, ortada da Ren Vadisi var. Şehir vadiye kurulmuş.

Heybetli bir katedralin yükseldiği güzel bir meydan, yaya yollarıyla örülü şirin mahalleler, çok iyi olduğu söylenen iki üniversite, her ayın bir haftası orada toplanan Avrupa Parlamentosu, terazi biçiminde inşa edilmiş Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, biraz daha ileride sanat programları ile ünlü Arte televizyonu.

Orangerie denilen, bahar aylarında binlerce çiçekle renklendiği söylenen geniş park. İstisnasız bütün pencerelerin önünde sardunya saksılarının olduğu, dik çatıları, sıvalarının üzerinden geçen putrelleriyle yana yana dizilmiş şirin evler. Ve kanallar. Ve köprüler ve kanal boyu yürüyüş yapan zengin Strasbourglular. Trafik yok denecek kadar az. Ne korna sesi ne hava kirliliği. Nasıl demeli, orta ölçek bir Avrupa şehri işte: Temiz, düzenli, uygar. Tutucu ve sıkıcı.

Saat sekiz oldu mu el ayak çekiliyor, kepenkler iniyor.

Süm, sekiz aydır orada. Memnun gibi. Ankara’da politika, İstanbul’da para, burada da yemek konuşuluyor diye Strasbourg’u özetliyor.

Gerçekten de Alsace, Fransa’nın en iyi yemek yenen bölgelerinden biri. Beyaz şarapları nefis, neredeyse her köşebaşında anlı şanlı şeflerin lokantaları. Bol yıldızlı.

Ünlü mü ünlü Route du Vin, Strasbourg’u çevredeki küçük kasabalara bağlıyor. Yol üzerinde göz alabildiğine bakımlı bağlar. Durup tatmak, istenirse satın almak mümkün.

Michelin’in ünlü rehberini ya da Relais-Chateau zincirlerini gösteren bir diğerini incelediğinizde çevrede gerçekten de mükemmel yemek yenilebileceğini görüyorsunuz.

Hiçbiri ucuz değil ama fiyatlar Paris’teki gibi uçuk da değil.

Bir akşam giyindik kuşandık, Fadik’in yaş gününü kutlamak için, Süm’ün daha önce gittiği ve çevredeki en iyi lokanta olduğunu söylediği Relais de la Poste’a gittik. Şefin adını unuttum ama yediklerimizin tadı hálá damağımda.

Strasbourg’dan çıkıyor, kıyı mahalleleri geçtikten sonra lokantaya varıyorsunuz. İki katlı rustik bir bina. Girişte kolalı peçetelerini kollarından sarkıtan bir garson ordusu tarafından karşılanıyor ve şimdiye dek görmediğim sertlikteki beyaz örtü serili masanıza geçiyorsunuz. Güzel bir yer mi? Değil. Ne o kocaman cam vazoların yöreye özel, boyama ahşap dolaplarla ilgisi var ne devasa Çin heykellerinin o alçak tavanlı mekanla. Olduğu gibi bırakılsa, iddiadan çatlanmasa daha iyi olurmuş. Bütün bu ayrıntıları görmezden gelmek mümkün eğer o şaşaalı ve handiyse itici karşılama olmasa.

Yerinize oturmanızla, o garson ordusu çevrenizi sarıyor.

Yemek seçmek için maitre-d’hotel’in uzun açıklamalarını dinlemek zorundasınız.

Şarap için de somellier’nin önerilerini.

Bütün bunlar bittikten sonra da işkence bitmiyor. Şefin ardı ardına yolladığı tadımlıkların ne olduğunu anlatmak için şişman bir sarışın başınıza dikiliyor ve ders verir gibi bir dikişte içtiğiniz veloute’un, beyaz şarap buharında pişirilmiş tere yaprağı, bir kaşıkta yuttuğunuz somonun dereotu yatağında dinlendirilmiş ve Kolombiya biberi ile tatlandırılmış Norveç somonu, karides tempuranın şu, bunun bu olduğunu açıklıyor.

Ismarladıklarınız geldiğinde de aynı seremoni devam ediyor.

Gene de hakkını vermek gerek. Belki insanı rahat bırakmıyor ve her lokmayı taşra usulü kör gözüm parmağına fazla alayişle sunuyorlar ama yemekler müthiş.

Kendi payıma, orada yediğim kurbağa bacağı kadar leziz kurbağa bacağı yemedim. Hep kurbağa bacağı mı yersin diye sormayın. Elbette değil. Ama severim.

Cabillaud -bu balığın Türkçesini bilmediğim gibi, Türkiye’de olup olmadığını da bilmiyorum- olağanüstüydü.

Ama o tatlı yok mu o tatlı? Onun için ölünür.
Yazının Devamını Oku

Paris’te ilk günümde rahatlarım, ikinci gün şehir kendini ele verir, üçüncü gün hep orada yaşamışım duygusuna kapılırım

26 Şubat 2005
Paris’te ne kadar kalacağımı hiç bilemedim... On günlüğüne gidip, aylarca kaldığım da oldu, uzun kalmaya niyetlenip apar topar döndüğüm de.

Bunca bilet yaktım, bunca paradan çıktım, hálá uslanmadım: Emniyet supabı zahir, hiç dönüş tarihi açık bilet almadım. Ve bir kez olsun sözümü tutamadım. Şu gün döneceğim diye yola çıktımsa da, varır varmaz yoldan çıktım. Bilinir: Paris, aylaklar şehridir.

O, orada durdukça ben kocamam sanırdım. Hayat üstüme gelmeye görsün; kaçacağım yer belliydi: Paris.

Yıllarca da öyle yaptım. Sıkılıp bunalınca hep Paris’e kaçtım. ‘Nereye gidersen git, bu şehir arkandan gelecektir’e kulak asmadım. Olur da yakamı bırakmaz, peşime takılırsa onun bileceği işti. Şerbetliydim, izimi kaybettirmeyi bilirdim...

Paris’te uçaktan iner inmez, taksiye yüz vermeyip metroya binmek bile yeterdi. Nasılsa vagona bir çalgıcı girer, bir iki şarkı tıngırdattıktan sonra              -mahcup- para isterdi. Verenlere alçak sesle teşekkür eder, görmezden gelenlere bıyık altından güler, bir sonraki durakta inerdi. Tecrübeyle sabit: O kırık şarkı bana hep iyi geldi.

Invalides ya da Alma; yer altından çıkar çıkmaz burnumu havaya diker, uzaktan gelen kahve kokusuna seğirtirdim. Elim doluymuş, hava soğukmuş, ne gam: Olmazdı, ayaküstü kahve içmeden, homurdanan garsonları izlemeden Paris’e gelindiği anlaşılmazdı.

Apartmanın kodu değişir, kokusu değişmezdi. Madam Da Silva camekanlı dairesinden başını uzatır, ‘Hoş geldiniz’ derdi. Akabinde eklerdi: ‘Ne kadar kalacaksınız?’ ‘Kim bilir?’ diye cevap verirdim.

Gerçekten de hiç bilemedim... On günlüğüne gidip, aylarca kaldığım da oldu, uzun kalmaya niyetlenip apar topar döndüğüm de. Bunca bilet yaktım, bunca paradan çıktım, hálá uslanmadım: Emniyet supabı zahir, hiç dönüş tarihi açık bilet almadım. Ve bir kez olsun sözümü tutamadım. Şu gün döneceğim diye yola çıktımsa da, varır varmaz yoldan çıktım.

Bilinir: Paris, aylaklar şehridir.

Yazının Devamını Oku

Sedef Bozok çift yanlı ayna gibi uzaktan bakanlar için başka

5 Şubat 2005
Ona uzun yıllar uzaktan baktım. Şimdilerde değilse de o zamanlar, magazin sayfalarının değişmez simalarındandı. Okuduklarımdan, Atatürk’ün yaveri Salih Bozok’un torunu olduğunu, solaryum denilen icadı Türkiye’ye getirdiğini, Nişantaşı yörelerinde bir dükkan açtığını, biraz da o dükkanın reklamını yapmak için olsa gerek, yaz-kış yanık tenle dolaştığını biliyordum. Kural kaide tanımayan, deli fişek, gümrah saçlı sarışın. Ona reva görülen, buydu. MAGAZİNİN BEDELİ ÖLÇÜLEBİLİR MİHavada yedi perende de atsa, ağzıyla kuş tutup önünüze de koysa fark etmezdi. İçinde yer aldığı magazin ona böyle bir gömlek biçmişti. Eğer kuzini yakın arkadaşım olmasa, muhtemelen ben de pek çokları gibi Sedef’in bundan ibaret olduğunu düşünürdüm. Oysa onu yakından tanıyanlar başka bir kadından söz ediyorlardı. Hayatını kazanmak zorunda olan, sabahın köründe kalkıp işinin başına koşan, doğru bildiğinden şaşmayan, titiz mi titiz bir kadından. Yalansız, dolansız, sözünün eri. Yel yepelek bir kelebek olarak tanıtılması canını sıkıyor muydu? Önceleri üzülmüş sonra aldırmamıştır. Magazin denilen bu meretin iki yanı keskin bir bıçak olduğunu çabuk kavramıştır. Onlar seni, sen onları kullanırsın, bedeli de buysa, aldırmazsın.Bir işle, tek dükkanla kalmadı. Oradan oraya atladı. Dışarıdan gel keyfim gel görünse de hep aynı gaile: Para kazanacak, ayaklarının üzerinde duracaksın. Kimseye minnet etmeyecek, boyun eğmeyeceksin. Bir ara Cihangir’deki Susam’ı çalıştırdı. İşletmeciliğe orada başladığını sanıyorum. Sonra sesi soluğu çıkmaz oldu. İşleri devretti, bir süreliğine buralardan gitti.MERIDIAN ICE TARİFİ ZOR BIR MEKANKısa bir süre önce Meridian Ice’ta çalışmaya başlamış. Daha doğrusu orayı ele almış. Dediğim gibi, lokanta Pera Palas’ın karşısındaki apartmanın üst katında. Cahide On Beş’i geçip yukarı çıkıyorsunuz. Benim gibi merdiven çıkmaktan hazzetmeyenler için asansör de var. Meridian Ice, 50 kişilik küçük bir yer. Oraya sadece lokanta demek doğru mu bilmiyorum. Tarifi zor mekanlardan. Hani yemek yerken eğlendiğiniz yerler vardır ya, Meridian de onlardan. Köşede büyük bir bar ve haftanın iki gecesi canlı müzik var. Ece’nin Kuruçeşme’deki barına ve Moda Deniz Kulübü’ne gidenlerin yakından tanıdığı bir ikili, Pınar’la Cihat çarşamba ve cumartesi geceleri çalıyor, söylüyorlar.Mekanın ortaklarından Cem Öztimur hep aşçı olmak istermiş. İstermiş ama hayat da buna izin vermezmiş. Aile şirketi, sorumluluklar derken bu güne kadar gelmiş. Bir gün yolu buraya düşüyor. Haliç manzarasını ve yaz aylarında püfür püfür esen rüya gibi 120 kişilik terası görür görmez kararını veriyor. ‘Aşçı olamadım ama pekala lokanta sahibi olurum’ diyor. Tamam manzara şahane ama daire virane. İki arkadaşı ile birlikte kolları sıvıyor, yenileme çalışmaları, dekorasyon, mutfak altyapısı, ekip, ruhsat, izin derken; canları dişlerinde, yaz sonu Meridian’i açıyorlar. Kısa bir süre önce de Sedef’le birlikte çalışmaya başlıyorlar. ÖDÜLLÜ AŞÇIDAN DANA MEDALYONAşçıbaşı ise benim bu güne dek tanıdığım en genç aşçı. İlker Çifçi daha 20 yaşında. Dokuz yaşında Mengen’deki ünlü okula girmiş ve orayı dereceyle bitirmiş. Bitirir bitirmez de, Türk yemeklerini yurtdışında tanıtacak milli takıma seçilmiş. İki ödülü var. Pazartesi akşamı, niyetim erken bir saatte Meridian’e gitmek, Sedef’le buluşup bir içki içtikten sonra gene erken bir saatte eve dönmekti. Kar serpiştiriyor. Soğuk, puslu bir hava. Niyetim gerçekten de bu. Peki ne oldu? Kendimi önce Changa’da buldum. Orada arkadaşlarımla buluştum, içki içtik. Sonra hep beraber gidip Meridian’de yemek yedik. O kadarla da kalmadık, kara pusa aldırmadan Tophane-i-Amire’deki Kırmızı Ödül Töreni’ne yollandık. Sadece Burhan Öçal’ı kaçırdık. Böyle geceleri seviyorum. Oradan oraya seğirttiğim için değil. Her şey kendiliğinden geliştiği için. Bu arada, Paris yolcusuyum... Bavulu indirdiler bile. Sözü uzatmadan yazıyı bitirmeliyim. Ama bir tavsiye: Meridien’e gidecek olursanız, mutlaka dana medalyon yiyin. Çift yanlı aynalar vardır hani.Hangi yanına bakacağınızı, neyi görmek istediğiniz belirler. Dev olanına bakanlar ayrıntıları görür, bütünü ıskalarlar. Diğer yana bakanlar bütünü görseler de ayrıntıları kaçırırlar. Oysa suret aynı surettir, değişmez. Ama iki görüntü zerre kadar birbirine benzemez. Geçen akşam, Pera Palas’ın karşısındaki apartmanın üçüncü katında, Cahide On Beş’in üstünde yeni açılan Meridian İce’dan çıkarken o aynaları düşündüm; Sedef’ten ötürü. Benim için Sedef Bozok da tıpkı o aynalar gibi. Uzaktan bakanlar için biri, yakından tanıyanlar için başka biri.Peki Sedef hangisi?Meridian İce, Asmalı Mescid Mahallesi, Meşrutiyet Caddesi 193-4 Beyoğlu. Tel: 0212 243 33 75-76. Fiyatlar kişi başı 65-75 YTL. Hafta sonları ve canlı müzik olan geceler başta olmak üzere rezervasyon yaptırtmakta fayda var.
Yazının Devamını Oku

Kapıdan girdiğim anda kuşkularım bitti Süreyya efsanesi Mel’s ile devam edebilirdi

29 Ocak 2005
Geçmişten söz ederken tarih vererek konuşanlara bayılırım. Durur, ‘Şu yılın şu ayıydı’ derler. Bense, 1699 Karlofça Antlaşması gibi zorla bellediğim tarihler dışında tarih bilmem. Zaman benim için ya dün gibidir ya da fi’dir. Dodo ile tanışmamız da dün gibi. Körfez Savaşı günleri.

Hiç unutmam, Şişli Beymen’de Banu Birkan’ın odasında kös kös oturmuş, ruhumuz mengene, allak bullak olan işleri neyleyeceğimizi konuşurken içeri maytap gibi genç bir adam girmişti. Elinde o güne dek gördüğüm en güzel kır çiçekleri buketi... Tanıştırıldık.

Maytap gibi demem boşuna değil. Gerçekten de sirayet eden bir neşesi vardı. Aslında gamsız ruhları sevmem ben. ‘Dünya bir yana, benim dünyam öbür yana’ diyenlerden fazla hazzetmem. Gel gör ki, Dodo onlardan değildi. Neşeliydi de demek doğru değil belki. Ondan yayılan ve bize iyi gelen şey, sanırım, iyimserliğiydi.

ÇİÇEKÇİ, TAKI TASARIMCISI, İÇ DEKORATÖR, İŞLETMECİ...

İlk gün sezdiğiniz genellikle en doğru olandır ya haklıymışım. Dodo hiç değişmedi. Gün oldu başı sıkıştı, gün oldu dünyası karardı ama o hep iflah olmaz bir iyimser olarak kaldı. Doğası böyle. Yüzü güzele dönük olanlardan. Acıyı bilen, ondan çok şey öğrenen ama yerleşmesine izin vermeyenlerden.

Tanıştığımız günlerde çiçekçilik yapıyordu.

Çiçeklerin jelatine sarıldığı, çirkin kurdelelerle bağlandığı, üstlerine de toplu iğne ile; yapan sanki sanat eseri yaratmış da imzasını atmasa olmazmış gibi adreslerin iliştirildiği günlerde, aldığınızda hayran kaldığınız buketler hazırlardı. Sümbüller, nergisler, güller...

Sonra takı yaptı. Eline altın tozu bulaştı.

Orada da durmadı. Zevkini evlere taşıdı. Önce arkadaşları derken diğerleri, evlere ruh kattı.

Zeynep Fadıllıoğlu ile bir süre Etiler 29’da çalıştı. Beraber bir ilke imza attılar. 29’u bir ev gibi tasarladılar ve bütün arkadaşlarını orada ağırladılar.

İşletmeciliği sevmiş olmalı. Yıllar sonra Salopet’le başlayıp; Ritz Carlton’un altına, oradan Tarlabaşı’na, Kuruçeşme’ye dolaşması bundan.

İki yıl boyunca İstanbul’un değişik semtlerinde, içinde yer aldığı ekiple birlikte başarılı yerler açtılar. Ama gel gör ki, Dodo yalnız çalışmayı sevenlerden. Bir işi yapacaksa, günahı da vebali de benim olsun diyenlerden.

Ne de olsa adını kısaltan, soyadına sığınmayan birinden söz ediyoruz.

Baba, İhsan Çakıt Tercüman Gazetesi’nin kurucularındanmış. Çocukluğu, sekiz dil bilen oturaklı tumturaklı bu baba ve sessiz ama bir lafıyla yürek dağlayan bir annenin kanatları altında; devrin ileri gelenlerinin ağırlandığı kalabalık bir evde geçmiş. Okulu da okumayı da sevmemiş. Liseyi bitirir bitirmez de bu defteri kapattığı gibi kendini dışarı atmış: Sokaklara, hayata.

BİR İŞE KALKIŞIRSA LAYIKIYLA YAPAR

Kaç zamandır görüşmüyorduk. Yılbaşı öncesinin hay huylu günlerinde Nişantaşı’nda karşılaştık. Her zamanki gibi acelesi vardı. Ayaküstü yeni bir yer açacağından söz etti: Adını da söyledi Mel’s.

Dodo bir işe kalkışırsa onu layıkıyla yapar. Bundan en ufak bir kuşkum yok. Gene de yeni yerin Bebek’teki BP istasyonunun üzerindeki Eski Süreyya’nın yeri olduğunu öğrenince irkildim. Orada çok lokanta açıldı. Kimi uzun dayandı, kimi açıldığıyla kapandı. Bundan mıdır neden bilmem, orası bana Süreyya’nın gölgesinin düştüğü o yüzden de farklı tarzların tutunamadığı bir yer gibi gelir.

Dün akşam Mel’s’e giderken de aynı şeyleri düşünüyordum. Kapıdan girdiğim anda kuşkularım bitti. Süreyya efsanesi Mel’s ile devam edebilirdi.

Gerçekten de Mel’s İstanbul’daki başka hiçbir yere benzemiyor. Bırakın İstanbul’u Avrupa’da ya da Amerika’da da benzerine sık rastlanan bir yer değil. Zorlama bir benzetme yapacak olsam; Mel’s Philippe Starck’ın açıldığı yıllarda çok ses getiren ünlü Costes Otelinin lokantasına benziyor, derim. Şu farkla: Evet, Costes, Ampir döneminin bütün ihtişamını yansıtan dekoru ile anında Parisli dandiler tarafından keşfedilen popüler bir yerdi ama çok kötü yemek yenirdi. İnsanlar oraya daha çok Philippe Starck’ın dekorunu ve yolu Paris’e düşen ünlüleri görmeye giderdi.

Mel’s’e gelince, Mel’s dekoru kadar yemekleri ile de iddialı. Hatta en iddialı olduğu alan, mutfağı. Şef, Herve Maurice Pronzato, iki Michelin yıldızıyla taçlandırılmış bir şef. Unutmayın, alması her şefin rüyası bu yıldızlar bedava dağıtılmıyor. Bir mekanın iki yıldızlı olması demek, iyi dekor, iyi servis ve çok iyi yemek demek. Mel’s’de hepsi var.

Ağır kadife perdeler, yuvarlak kapitone kanepeler, siyah lake, kristal avize, dev çiçekler. Gümüş tepsilere dizilmiş billur karaflar, suyunuza renk katan egzotik meyveler, özel yaptırılmış rakı kadehleri. Ve aynalar...

Ağır, barok dekor, Barbara Pensoy ve Dodo tarafından yapılmış.

Masaya geçmedik. Şöminenin önündeki rahat koltuklarımızdan kalkmaya üşendik ve yemeklerimizi Dodo’nun önerdiklerini usul usul yanan ateşin karşısında yedik.

Porto şarabı ile tatlandırılmış, frambuaz jöleli foie gras (kaz ciğeri), ıstakoz köpüğü gezdirilmiş tempura edilmiş karides ve üzerine altın varak yayılmış bitter çikolatalı ‘palet’. Nasıl olduklarını söylememe gerek var mı? Bunları yedim ama aklım diğerlerinde kaldı. Mönü zengin ve belli ki hepsi özenle seçilmiş. Trüf, havyar gibi pahalı malzemeler kullanılmış ve kullanılırken eller titrememiş.

Bunca şaşaaya karşın fiyatlar uçuk değil. Ucuz dersem ayıp olur. Ama böyle bir yemeği Avrupa’da yemeye kalksan ödeyeceğinin yarı fiyatına. Adam başı 100 YTL’yi gözden çıkarmak gerek. İnsanın kendini ya da bir sevdiğini şımartması için bu rakam fazla mı bilemedim...

n Mel’s: Cevdet Paşa Caddesi, Vezir Köşkü Sokak No:2, Bebek. Tel: 0212 257 70 40 Rezervasyon gerekli.

NEDEN FİKRİM DEĞİŞTİ?

Yaş günümü Mel’s’in arka odasındaki uzun masada, Dodo’nun hazırlatacağını bildiğim pastanın mumlarını üfleyerek kutlamaya karar verdim. Giderseniz, hep unutmaya çalıştığım doğum günümü bu yıl neden dört gözle beklediğimi de şıp diye çözersiniz.
Yazının Devamını Oku

Pınar ve Hiko 25 yıldır hem kavga eder, hem de gül gibi geçinir gider

8 Ocak 2005
Bir arkadaşım, ona Zındık derdi, allame-i-cihandı ve bilmeden konuşanlara katlanamazdı. Tanımadığı birileriyle bir araya gelince diğerlerini şöyle bir süzer ve kimin ne olduğunu şıp diye anlardı.Köftiden solcu mu? Canhıraş ulusçu mu? Memleket elden gidiyorcu mu, ağır Freud’cu mu; bize beklemek kalırdı. Gecenin bir saatinde patlayacağını bilirdik. Patlama dediysem, bağırıp çağırdığını görmedim. Tepkileri karşısındakinin bilgi birikimine göre değişirdi. En masum haliyle tek bir soru sorduğu da olurdu, ‘Ona öyle demezler’ diyerek, artık konu ne ise o konu hakkında pek az kişinin bildiği bir şeyi anlattığı da. Laf ebelerini sarakaya aldığı da... Bir gece hiç unutmam, o aralar feminist olmaya karar vermiş ama birlikte çalıştığı bütün hemcinsleri ile kavga etmeyi becermiş, üstelik gece boyunca onların ne kadar cahil olduğunu anlatmış birine kadınların neden ortaklık yapamadıklarını sormuştu. Gene öyle, en saf haliyle. ‘Yapamazlar da ne demek’ diye celallenen, ama hırsından uzun yıllar uyumlu çalışan birilerini bulup söyleyemeyen kızcağıza acımış, var demiştim. Bir iki isim de vermiştim. Pınar (Hakim) ile Hiko (Hikmet Nizamoğlu) o gece saydıklarım arasında değildi. Onları henüz tanımıyordum. Tanısaydım bile herhalde adlarını veremezdim. O zamanlar, 25 yıl boyunca durmadan kavga edeceklerini ve gül gibi geçinip gideceklerini nereden bileyim? Birbirlerine zerre kadar benzemezler. Ama uyumlu bir ortaklık için elzem bir zıtlık değildir bu. Biri konuşkan, diğeri suskun; biri cevval, diğeri temkinli olsa neyse...Dışarıdan bakıldığında aynı odada bulunmaları bile sakıncalı görülebilir. İkisi de kor, ikisi de alevdir. Sık parlarlar. Yanıp, yakarlar. Zeyrektirler. Leb demeden -leblebiyi geçiniz- mercimekten nohuda, bir çırpıda bütün baklagilleri anlarlar. İkisi de zevklidir. İkisinin de aklı paraya erer. İkisi de çalışkandır. Ortak arkadaşları vardır, şudur, budur. Ama gel gör ki birinin ak dediğine diğeri kara der. Ve dediğinde ısrar eder. Tartışırlar, kavga ederler ve kopma noktasında herkesi şaşırtıp anlaşıverirler. Yanlış anlaşılmasın; ne biri ne diğeri dediğinden döner. Akından, karasından vazgeçer. Ama ikisi de grinin nimetini bilir. Zaten ahenk dediğimiz bu değil midir? Hayatları da, o hayatı yaşayışları da farklıdır. Duruşları da. Yolları gençliklerinde kesişmiş. Üniversitede. Biri Arkeoloji diğeri Sanat Tarihi okurken. Sonra, konuştukça, çocukluklarında da aynı mahallenin farklı sokaklarında oynadıklarını, aynı insanları farklı zamanlarda tanıdıklarını, benzer serüvenleri farklı yaşadıklarını keşfetmişler. Okul bitince, hayat serilince, bir iş kurmanın zamanı gelince birlikte çalışmaya karar vermişler. Araya giren kısa bir intıka dışında da hálá birlikteler. Üniversitede kariyer yapmanın dışında fazla seçenek sunmayan Arkeoloji ve Sanat Tarihi gibi dallarda okumuş oldukları için mi antikacı olmaya karar verdiler, yoksa bambaşka bir şey okusalardı gene de antikacı mı olurlardı bilmiyorum. Bence ikincisi. Nasıl antikacı olunur? Önce antikadan anlayacaksın, sonra mal bulacaksın. Bir de o malları satmak için dükkan açacaksın. Onlar da öyle yapmışlar. Yola çıkıp, mal toplamışlar. Anadolu’ya gidilmiş, İstanbul talan edilmiş. Sıra dükkan açmaya gelince de yer olarak Çukurcuma seçilmiş. Bugün böyle bir işe kalkışacak birinin Çukurcuma’yı gözüne kestirmesinden doğal bir şey yok. Ama o zamanlar öyle miydi? Gerçekten de Çukurcuma şimdi olduğu gibi afili bir semt değildi. Hamamla bakkal arasına sıkışmış bir-iki eskici dükkanı, bir-iki tamirci, inmesi de çıkması da insanı yoran dik yokuşun çevresine dizili sobalı evleriyle küçük bir mahalle. Yağmur yağmaya görsün bodrumları su basar, kışın soğuktan, yazın sıcaktan durulmaz olurdu. Karanlık çökünce de tekinsiz. Gidersek, öğlen saatlerinde gider, eskicileri son hızla turlayıp yine Taksim’e dönerdik. Sakallı Ahmet, bir iki şalvar potur, mermer kurnalarla, ferforje balkon korkuluklarını kaldırıma serip satmaya ve ekmek parası çıkarmaya çalışan bir iki gezgin satıcı. Hepsi bu. İlk dükkanlarını işte o yokuşun bitiminde açtılar. Ve sonraları daha büyük dükkanlara taşınıp daha cakalı semtlere gitseler de Çukurcuma’ya hep sadık kaldılar. Onlarla tanışmam o yıllara rastlar. Yirmi küsur yıl olmuş. BİR BAKTIM ASMA KATTA OTURUYORLARYılbaşı öncesi, Nişantaşı Atiye Sokak’taki dükkanlarının önünden geçerken, ikisini de asma katta otururken gördüm. Sık rastlanır hal değil. Genellikle biri bir yerde ise, öbürü başka yerdedir. Girdim. İki hoş beş, acelem de var, kalamadım ama bir akşam yemeği sözü kopardım. Onlar seçecek, ben gideceğim. Salı akşamı MK 19’da buluştuk. MK 19, Mim Kemal Öke Caddesi 19 numarada, Sinan Akşin ve Şemsa Denizer’in birlikte açtıkları yeni lokanta. Eski Kulis’in olduğu yerde. Sonraları Cafe de Paris, Au Bar gibi değişik adlar altında değişik insanlar tarafından açıldı ama benim için hep George’un yeri olarak kaldı. Müdavimlerinin değişik hesap ödeme yöntemleri vardı. O yüzden duvarlarında resim asacak yer kalmamıştı. Başkası olsa söylenir. Ama George aldırmaz, bütün yıl içip bir gün ödeyeceğini söyleyerek deftere yazdıranların faturalarını her yılbaşı keyifle yakardı. Bu işten kim kazançlı çıktı hiç bilemedim. Ama galiba, George battı. İşte şimdi orada, MK 19 var. Şemsa’yı bilenler bilir. Bir süre basında da çalıştı. Ama sonra en sevdiği işe, yemek yapmaya başladı. Kantin’i, Nişantaşı’nda çalışanların öğle vakti doğru dürüst yemek yiyebilecekleri bir yer olmadığını düşündüğü için açtı. Ve salata yemek istemeyen, esnaf lokantalarından da bıkmış insanlara nefis yemekler yaptı. Mutfaktan çıkmazdı. Burada da çıkmıyor. Gittiğimde Pınar ve Hikmet henüz gelmemişti. Bara geçtim ve Şemsa’yı sordum. Mutfaktaymış, geldi. Kantin’i kapatmamış. Öğlen orada, akşam buradaymış. Mönü biraz farklı, dedi. Ama gene, Türk mutfağı... Çorbalar, tencere yemekleri, hamur işleri var. Salı gecesi olmasına rağmen kalabalıktı. İnsanlar, belli, birbirlerini görmeye değil, doğru dürüst yemek yemeğe gelmiş. Ben peyniraş yedim. Peyniraş, lor peyniri, karamelize soğan ve maydanozla doldurulmuş ravioli. Nefisti. Varak ayaklı kocaman abajurlar, yeşil bitkiler, beyaz örtüler. Şık, ferah. Dekorasyona Hikmet ile Pınar’ın eli değmiş gibi. Ya da bana öyle geldi. Ve makul fiyatlar. Üç kişi yedik içtik, 169 YTL ödedik. Lafımız elbette bitmedi, gelecek hafta için de sözleştik.ARAYIP BULDULAR PARAM MI YOK VERDİLERHem müşterileri hem arkadaşları oldum. Birlikte çok zaman geçirdik. Sıkı pazarlıklar ettik. Anlaşsak da anlaşamasak da dert etmedik. Antikacılığın olmazsa olmazı, ser verip sır vermemek, ustaların adresini gizlemek, gittiğin fuarları, gezdiğin şehirleri, tanıdığın çerçileri ölsen de söylememek bizim için geçerli değildi. Arayıp bulamadığım bir şey mi var. Buldular. Param mı yok, verdiler. Adres mi bilmiyorum, gösterdiler. İki elim kanda mı, yardım ettiler. Elbette, tersi de geçerli.
Yazının Devamını Oku

Yılın ilk günü koca bir tencere çorba yaparım

1 Ocak 2005
<b>Yılın ilk günü koca bir tencere çorba yaparım, bilenler bilir ve uyandıklarında bir kase içmeye bana gelir<br></b><br>Bugün uzun yazmanın anlamı yok. Muhtemelen geç kalkacaksınız. Başınızın ağrıması da muhtemel. Ağır ağır sokak kapısına yollanıp, kapının önüne bırakılmış gazete tomarına uzanacaksınız. Gazeteler yılbaşı eklerinden ötürü tuğla gibi olacak. Elinize almanızla içlerinden bir iki reklam sayfası kayacak. Başınızın biraz daha zonklamasını göze alarak eğilecek, paspasın üzerine saçılan sayfaları toplayacaksınız. Ve hepsini çöpe atacaksınız. Gazeteler birbirine benziyor gibi. İlk sayfalarında eğlenen insanların fotoğrafları var. Fonda havai fişekler. Manşet ise belli: 2005 Hoş geldi, sefa getirdi!

Koyu bir kahve yapıp evin en rahat köşesine seğirteceksiniz... Yatağa dönmeniz de muhtemel. İkinci sayfayı açmaya mecaliniz olursa, benzer fotoğraflarla karşılaşacaksınız. Aynı havai fişekler ama değişik şehirler. Times Meydanı, Kremlin, Champs-Elyssees’yi dolduran kalabalıklar. Başlarında kukuleta, zıplayan insanlar. Öpüşenler, gülenler.

Sonraki sayfa ünlülere ayrılmış olabilir. Kim nerede nasıl eğlendi? Falancanın tercihi şu otel, filancanınki bu lokanta, diğeri sokağı seçmiş, beriki yurtdışına gitmiş. İyi de kim kimdi?

İkinci fincana geçmeden bir şey yemelisiniz. Koyu kahve boş midede ters teper. Ayıltacağına beter eder. Okumayı kesecek, sürüklenerek mutfağa döneceksiniz.

Bir şeyler atıştırdıktan, iki de aspirin yuttuktan sonra tek isteğiniz olacak: Yeniden uyumak.

Uyandığınızda, ev de uyanacak. Sabah fark etmediğiniz ayrıntılar gözünüze batacak. Yeni yılı dışarıda kutlayanların işi daha kolay. Onları, fırlattıkları elbiseleri asmak, diğer tekini bulamadıkları ayakkabıları aramak, gömlekleri, çorapları kirli sepetine atmak gibi ufak tefek işler bekleyecek... Ya evlerinde kutlama yapanlar? İşte o vahim. Herkes gittikten sonra tablaları boşaltmış, evi havalandırmış, artan yemekleri özenle buzdolabına yerleştirmiş olsalar da fark etmez. Böyle gecelerin sabahında ev eve benzemez.

Karıncalar hemen işe girişir. Süpürgeyi kapar. Benim gibiler kapıyı arkasından vurduğuyla çıkar. Ama kimse gazete okumaz, sadece göz atar.

Hep yazdım, hep yazıyorum. Yılbaşı kutlamaları kadar bana anlamsız gelen başka bir şey yok. İnsan ne diye yaşlanmasını kutlar?

Gene de üç kez kandım, yılbaşı kutlamalarına katıldım. İlki Ortaköy’deydi. Sitare yememiş içmemiş, o sıralar Ortaköy’ün ahşap evlerinden birinde caz kulübü açmaya heveslenen, bunu da ancak üç ay sürdürebilen bir arkadaşına yardım etmeye karar vermişti. Tanıtımcı ya, akıllılık edip, açılışı yılbaşı gecesine getirdi ve hepimizi davet etti. Ih, mıh dediysek de olmadı. Kalktık, gittik diyemeyeceğim. Kalktık da gidemedik. Daha doğrusu ben gidemedim. O zamanlar oturduğum evden süslenip püslenip çıktım ve Beşiktaş’ta mahsur kaldım. Yarım saat, kırk beş dakika, baktım olacak gibi değil, ineyim de yürüyeyim dedim. İki adım atamadan, karşıdan gelen ve çoktan birer kasa bira devirdiği belli bir yeni yetme grubunun ortasında kaldım. Biri sendeledi, üstüme devrildi ve elbette beni de devirdi. Saç bir yanda baş bir yanda, topuğu çıkık, bileği burkuk kalktım, seke seke ilerlerken herkes durdu, saymaya başladı: Döörtt... Üüçç... İkiii... Biiir... Sıfırr ve tanımadığım bir adam boynuma sarılıp ‘Mutlu yıllar’ diledi. Bir sonraki yıl aksak topal geçti...

MADRİD YERİNE ANTALYA HAVAALANI

İkincisi evdeki partiydi. Kuzguncuk’taki ev şahaneydi. Manzaralıydı. Ve ısınmazdı. Sabahtan akşama şömine yakar, karşısında kakırdardık. Hele poyraz esmeye görsün, donardık. Ev ahalisi bu duruma alışmıştı da, konukların hali fenaydı. Paltolarını çıkarmayanlar, çıkarır çıkarmaz kalınca bir şal var mı diye soranlar... Nereden estiyse esti, yazı cennet, kışı eziyet bu evde yılbaşı partisi vermeye karar verdim. Çam, yemekler hepsi tamam. Soğuğa karşı önlem de aldım. Bir iki elektrikli radyatör buldum ve odunları sabahın köründe tutuşturdum. Son rötuş, mumları yaktım ve giyinmek için üst kata çıktım. O zaman oğlan ufak. Yalnız kalmasın, eğlensin demiş; onun da bir iki arkadaşını davet etmişim. İşte ne olduysa oldu, geçmiş gün unuttum, büyük bir şangırtı duydum. Aşağı inince bahçeye açılan koca kapının camını kırık ve bizimkileri suçlu suçlu bana bakarken buldum. Camları temizleyemeden insanlar geldi. Geldikleri gibi gittiler. Ertesi yıl, buz gibi geçti.

Üçüncüsünü anlatmak sayfalar sürer. Sadece Madrid’e gitmek üzere bindiğimiz uçağın Antalya’ya indiğini ve geceyi havaalanında geçirdiğimizi söyleyeyim, yeter. İzleyen yılın nasıl geçtiğini hatırlamıyorsam eğer, belli ki hatırlanmaya değer bir şey olmamış. Koca yıl en ufak bir iz bırakmamış.

Sonra tövbe ettim. Ve yeni yıla hep evde girdim. O geceye özel bir anlam yüklemedim.

Ama çocukluğumdan beri alıştığım bir şey var: Bizim evde yılın ilk günü işkembe çorbası olurdu. Koyu, meyaneli işkembe çorbası. Annemler ikindiye doğru kendilerine gelir ve hep birlikte çorba içilirdi. O tadı hiç unutmadım. O yüzden, evde oturacağımı, erken kalkacağımı, içki sersemi olmayacağımı da bilsem, koca bir tencere çorba yaparım. Bilenler bilir ve uyandıklarında bir kase içmeye bana gelirler.

Bugüne kadar hiç şaşmadı. O çorbadan içenler sonraki yılı keyifli yaşadı.

Üşenmezseniz eğer işte benim İŞKEMBE ÇORBASI tarifim

Artık hazır satılıyor. Öyle eskiden olduğu gibi alıp saatlerce yıkamaya, bıçağın tersiyle işkembeyi kazımaya gerek yok. Bol suda, varsa düdüklüde haşlayın. Ama iyi haşlayın. Sonra unu yağla yavaş yavaş kavurun. Aceleye gelmez. Un, kokmamalı. Meyaneye yavaş yavaş işkembeyi haşladığınız sudan katın. Karıştırmaya devam. İşkembeleri kesin. Nasıl isterseniz öyle. Kimi ince kesim sever, kimi tuzlama. Çorbaya atın. Tuzunu koyun. Ayrı bir tencerede tereyağı ve pul biberi kavurun, çorbaya katın. Sarmısaklı-sirke hazırlamayı da unutmayın. Afiyet şeker, yağ bal ve elbette yeni yılınız kutlu olsun.
Yazının Devamını Oku