Figen Batur

Neden ‘çocuklarınıza göz kulak olun’ tavsiyesi Fatih Ürek’ten gelir

6 Ağustos 2005
Neden ‘çocuklarınıza göz kulak olun’ tavsiyesi Fatih Ürek’ten gelir, neden bir kişinin elinde bile kitap yoktur, neden pet şişeler denizi boylar Son günlerin en gözde yazı konusu anladığım kadarıyla İstanbul plajlarının hal-i-pür melali. Bütün kalem erbabı ağız birliği etmişçesine bu konuya değiniyor: Açılan Caddebostan ve açılamayan Menekşe plajları ve plaja akın eden ahali...

Sadece kalem erbabı mı? İşin içine Büyükşehir Belediyesi bile girdi ve en yetkin ağızdan halkımıza iç çamaşırı ile denize girmemesi ve mangalda tavuk kanadı pişirmemesi yönünde çağrı yaptı.

Bakalım mayo satışlarında artış, mangal sefalarında düşüş olacak mı?

Sanmam ya...

Fişeği, bildiğim kadarıyla Mine Kırıkkanat’ın yazısı ateşledi. Mine’nin tepesinin tasını attıran sahil manzaralarını haşin bir üslupla eleştirdiği yazısına yanıt, Ahmet Hakan’ın köşesinden geldi. Mine bu, durur mu durmadı, yanıtı yanıtladı. Beriki kaleme sarılıp yanıtın yanıtını yanıtladı; derken iş iki yazar arasındaki polemikten çıkıp sosyo-kültürel analizlere dek uzandı.

Göç dendi, altyapısı olmayan kentlerin gecekondular tarafından ablukaya alınması dendi, kentlerin hızla kasabalaşması dendi, bu sonuç varoş kültürünün egemenliğinin göstergesidir dendi, müsebbip, bu günü hazırlayan koşullara yıllardır göz yuman siyasilerdir dendi, bunca aç yoksul, umutsuz insan varken başka ne bekliyordunuz dendi, hiçbir eğitim olanağı sunmadığınız insanları aşağılayamazsınız dendi, peki bu görüntüleri eleştirme hakkımız yok mu diye soranlara da üslup dersi verildi.

KALEMLER İKİYE BÖLÜNDÜ OKURLAR BÖLÜNMEDİ Mİ?

Kalemler ikiye bölündü de okurlar bölünmedi mi?

Yazarların yayımladıkları okur tepkilerine bakılırsa, onlar da bölünmüşler.

Belli ki siyasetin durgunlaştığı şu yaz günlerinde bu konu üzerine daha çok yazılıp çizilecek.

İstanbul elden gidiyor diye feryat edenlere diğerleri, onun neden gittiğini izah edecek.

Peki ama bu yeni mi?

Hani, gazetecilik okullarında okutulduğu söylenen iki ünlü ders vardır: Haber köpeğin insanı değil insanın köpeği ısırmasıdır örneği ve yıllar önce ünlü bir gazetemizin iri puntolarla attığı ‘Halk plajlara hücum etti, millet denize giremedi’ manşeti.

O manşete bakılırsa İstanbul plajlarının, plaj dışı görüntülere sahne olması yeni değil.

Yeni olan ve sanırım insanların infialine yol açan bu anlayışın iktidar olması.

Yıllardır yaz aylarında çoğunlukla da hafta sonları evin yanındaki küçük parka gelip piknik yapanları izlerim. Söz ettiğim, içinde bir kaydırak, iki salıncak, bir basket potası, dört beş bank bulunan; asırlık ağaçların gölgelediği küçük bir park. Öğleye doğru yandaki sokağa arabalar park etmeye başlar. İçine bu kadar insanı nasıl aldığına şaştığınız arabalar. İşte o arabalardan çoluk çocuk hayli kalabalık iki aile iner. Yorgun yüzlü kadınlar mis gibi yaygıları duvar dibine yayar, salıncaklara hamle eden çocuklar iki dakika geçmeden kavgaya başlar. İlk iş çaydanlıkla demliğin küçük bir tüp gaza yerleştirilmesi, evden gelen nevalenin yaygıya serilmesidir.

Kadınlar bu işlerle uğraşırken babaların işi mangal yakmak ve arabaların kaset çalarındaki kasetleri değiştirmektir. Bazen bu görev ailenin büyük oğluna verilir. Her arabadan farklı müzik yükselir ve herkes sesi sonuna kadar açar. Bir süre sonra kokular kokulara, sesler seslere, bağırtılar bağırtılara karışır.

İki adım ötedeki deniz, gözü pek gençler dışında kimsenin ilgisini çekmez. Ne bakmak, ne kıyısında yürümek için. Akşam olup da eve dönüş saati geldiğinde herkes tarhlara ekili çiçekleri koparmaya ve günün anısı olarak evine götüreceği buketi hazırlamaya başlar. Benden sonra tufan misali, iki adım ötedeki çöp kutusuna gitmek zahmetine kimse katlanmaz, çöpler olduğu gibi bırakılır ve çok geçmeden yeniden arabalara doluşulup oradan ayrılınır.

Oysa bir sonraki hafta gelinecek yer gene aynı parktır.

On yıldır manzara hiç değişmedi.

Hatta git gide kötüleşti.

MİLYON DOLARLIK EVLERDEN YÜKSELEN FOSEPTİK KOKULARI

Basının son günlerdeki gözde konularından bir diğerine gelince o da sahillerle ilgili.

Ama bu kez konu; Bodrum, Göcek, Çeşme gibi tatil beldeleri.

İşin magazin faslı ayrı, ondan söz etmiyorum.

Mesela İsmet Berkan son üç yazısını Bodrum, özellikle de Türkbükü’ne ayırdı. Her saptamasına yüzde yüz katıldığım üç nefis yazı.

Peki burada durum farklı mı yoksa işin özü aynı mı?

Buraya gelenler evin yanındaki parka gelen insanlar değil elbet. Onlar varsıl, onlar tok, onlar eğitimli olduğu varsayılan insanlar. Peki o zaman neden burada da sesler seslere, kokular kokulara, bağırtılar bağırtılara karışıyor? Neden milyon dolar verilerek alınan evlerin, yapılan tesislerin foseptiklerinden ağır kokular yükseliyor... Neden devasa iskelelerde adım atacak yer yokken denizde yüzen yok, neden jet ski’ye kim önce binecek diye kavgaya tutuşan çocuklara kimse karışmaz... Neden yat sahipleri aynı denize gireceklerini bile bile koyu kirletmekten kaçınmaz... Neden bir kişinin elinde bile kitap yoktur, neden ana babalara çocuklarına göz kulak olmaları tavsiyesi Fatih Ürek’ten gelir... Neden ünü kendinden menkul mimarların ucube yapılar yapmasına izin verilir... Neden pet şişeler doğruca denizi boylar, neden dünya güzeli koylar balık çiftliklerine peşkeş çekilir... Neden rüşvet aldığı malum belediye başkanları üst üste seçim kazanır... Neden eğlenmek gürültü çıkarmak demektir, neden neden neden?

Biraz daha düşünsem parka gelen yoksullar ve iskeleleri dolduran varsıllar arasında yüz tane daha ortak yan bulurum.

Uzatmak yersiz.

Bilmiyorum görünüşleri bunca farklı ama özleri aynı azınlıkla çoğunluğun, arada kalan ve ne ona ne buna ait olmayan insanlara acı çektirdiği bizimki gibi başka bir ülke daha var mı?

Sanmam.

Dolayısıyla sorun ne İstanbul ne Bodrum plajları ile sınırlı. Bence sorun yoksulluk, varsıllık sorunu da değil. Sorun, görgüsüzlük sorunu.

Görgüsüzlük ve kültürsüzlük.

Her ikisi de bir günden ertesi güne edinilemeyeceğine göre.

Daha çook yazılıp çizilir.
Yazının Devamını Oku

Sunset’teki öğle yemeğinde dünyanın en iyi şaraplarını içtim

16 Temmuz 2005
Geçen hafta küfemde sürüklediğim iki yazıdan söz etmiş ve Sunset’te yediğimiz beş kişilik öğle yemeği yazısı bu haftaya kalsın demiştim. Başlayalım... Bir ay kadar önce Mehmet Yalçın arayıp o hafta sonu Antik A.Ş’de yapılacak şarap müzayedesine gidip gitmeyeceğimi sordu. Şarap almasam da, küçük bir grup davetli için yapılacak şarap tadımının ilgimi çekeceğini düşündüğünü; satılacak şaraplar arasında Kavaklıdere’nin vintage’larının bulunduğunu, bunların da iyi senelerin iyi şarapları olduğunu söyledi. İçim cız etti. Cız etti, çünkü aynı gün aynı saatte başkalarına verilmiş sözüm vardı ve aynı anda iki ayrı yerde olunamayacağına göre, gönül şarap tadımından vazgeçmek zorundaydım. ‘Vazgeçtiğin bu olsun, üç beş yudum önemli mi’ diyeceksiniz. Evet önemli. Çünkü Mehmet Yalçın bir şarap için iyi diyorsa iyidir, üstelik onunla şarap üstüne konuşmak içtiklerinizi unutturacak kadar keyiflidir. Sadece şarap üzerine de değil... İçki kültürü diye bir şey varsa, Mehmet o kültürün adamıdır. Müthiş birikiminin yanı sıra dağarcığında içkiye, özellikle de şaraba ilişkin, yeri geldiğinde yüzlerce anekdot, fıkra, komik anı vardır. Şarapla yatar şarapla kalkar. Türkiye’de şarabın tanınması, yayılması için uğraşır: Dergi çıkartır, danışmanlık yapar, ders verir, özel tadım geceleri düzenler. Yolculuklarını bağbozumlarına denk getirir. Dünyanın dört bir yanında üretilen şarapları, üreticilerin sorunlarını, değişen iklim koşullarını ve bunun sonuçlarını bilir. Nasıl iyi bir filatelist, pulun tırtılından hangi pul olduğunu anlarsa, Mehmet Yalçın da bağ kütüğüne bakıp şarabın kalitesini anlayabilir. Velhasıl, Mehmet Türkiye’nin yetiştirdiği en iyi şarap uzmanlarından biridir. Neyse ki ikinci bir teklifi daha varmış. Sunset’te küçük bir öğle yemeği. Hemen evet dedim ve İstanbul’un sıcaktan kavrulduğu o öğle üstü koşa koşa, kuş bakışı Boğaz manzarası, püfür rüzgarıyla ünlü Sunset’e gittim.

Küçük bir öğle yemeği dendiğinde ne anlaşılır? Eğer üç beş kişilik bir grubun bir araya gelip yediği yemek anlaşılırsa; evet, gittiğim küçük bir öğle yemeği idi.

Yok eğer salata gibi hafif bir şeyler atıştırmak anlaşılırsa; katıldığım yemek bırakın küçük yemek olmayı, hayatımda yediğim en iyi üç beş yemekten biriydi.

Beş kişiydik. Ben, Mehmet Yalçın, Güngör Uras, Teoman Hünal ve Sunset’in sahibi Barış Tansever.

Önce bahçedeki bara geçtik.

Mevsim çilek mevsimi ve çilekle içeceğimiz şampanya, buz gibi Louis Roederer Cristal 1997.

Hani her davette özellikle de davetliler birbirlerini pek iyi tanımıyorsa küçük konuşmalarla geçen sıkıcı bir süre vardır ya; eğer bu süre sözünü ettiğim şampanyayı içerek geçiriliyorsa davet sahibi rahat olabilir. Kimse, ama kimse konuşmakta zorlanmaz!

Laf kendiliğinden lafı açar ve söz döner dolaşır, gelip Cristal’e bağlanır. Ne de olsa içilen şampanya herhangi bir şampanya değildir. O, Rus çarlarından Fransız krallarına, zadeganın tercih ettiği markadır ve her yudumla insana kendi ayrıcalığını hatırlatır.

TÜRKİYE’NİN EN ZENGİN KAVI

Masaya geçtiğimizde yemeğe ikinci bir şampanya ile, Pembe Taittinger Comtes de Champagne 1993 ile devam edeceğimiz söylendi. Şimdilerde özellikle de eski kıtada şampanyaya şarap muamelesi yapmak, başlangıç yemeğini havalandırılmış ve köpüğü sönmüş şampanya ile yemek modaymış. Taittinger’in yanında portakal ve rezeneli kılıç balığı carpaccio ve ızgara tarak geldi. Nefisti!

Ardından, gene portakal aromalı, tereyağlı pazı ile fırınlanmış ördek ve yanında Grands Echezenaux Rene Egel 1988, kırmızı. Enfesti!

Sonra, fesleğenli püre eşliğinde Sunset filet ile Chateau Haut Brion 1976. O da öyle...

Ve son olarak altın rengi Chateau d’Yquem eşliğinde hurma sufle, Muhteşemdi!

Bütün bu şarapların hepsi dünyanın en iyi şarapları arasında yer alan markalar ve o markaların en iyi seneleri.

Sunset’in kavı -kişisel kavları bilemem ama- şu anda Türkiye’nin en zengin kavı.

Barış Tansever, 1994 yılında açtığı lokantasının yemek kalitesinde Avrupa’nın kalburüstü lokantalarının standartlarını tutturmasına rağmen şarap konusunda cılız kaldığını düşünüp, bundan bir süre önce atılım yapmaya karar vermiş.

Dünyanın en nadir ve değerli şaraplarından oluşan bir kav oluşturmak için çalışmalara başlamış. Kimilerinin tarihi 19’uncu yüzyıla uzanan bu hazineleri toplamak elbette kolay olmamış. Büyük bir ön hazırlık gerekmiş. Mehmet Yalçın, alımlar ve kavın oluşmasından tutun, aksesuvarların seçiminden personelin eğitimine kadar yanlarında olmuş.

Elbette Paris’e gidilmiş. Paris’in en köklü ve en şık restoranlarından Taillevent ile Tour d’Argent’ın sahipleri ve sommelier’leri ile toplantılar yapılmış. Görüşleri ve önerileri alınmış. Şarapları ideal koşullarda yıllandırmak için büyük bir kav odası yapılmış. Sunset’in bütün personeli, garsonlardan maitre d’hotele kadar herkes günlerce süren şarap eğitimi almış. Billur karaflar, gümüş şarap aksesuvarları tedarik edilmiş, listeler hazırlanmış, fiyatlar saptanmış...

TURİST ÇEKMEK İÇİN KAPALIÇARŞI YETMEZ

Fiyatlara gelince...

Dünyanın hiçbir yerinde çok ama çok iyi bir şarap ucuza içilmez.

Burada da ucuz değil. Pahalı. Ama şöyle söyleyeyim; aynı şişeye Paris, Londra, New York’ta ödeyeceğinizden daha pahalı değil. Bunun altını önemle çizmek isterim, çünkü koşullarımız da oradaki koşullarla bir değil. Her gün arttırılan vergiler, navlun, şu bu derken aslında bu anlamda kavı olan bir lokantanın kár etmek istiyorsa saptaması gereken fiyatlar, şu an Sunset’in saptadığı fiyatların en az üç katı olmalı.

Onlar bunu yapmamış. Zaten Barış Tansever’in bu kavı oluşturma isteği de kár amaçlı değil. ‘Eğer İstanbul’u bir marka yapmak, dünya zenginlerini buraya çekmek ve adımızı duyurmak istiyorsak, onlara alıştıkları konforu da sunabilmeliyiz’ diyor. ‘Manzaramız var, lüks otellerimiz, iyi yemeklerimiz, Kapalıçarşı gibi egzotik çarşılarımız, camilerden müzelere anlı şanlı tarihimiz var. Tamam da, adamın hep içtiği ve şişesine şu kadar para ödemekten çekinmediği bir şişe şarabımız yok, işte bu olmaz’ diyor.

Şu anda binden fazla şişenin olduğu kavın en iyi müşterileri Türkiye’de yaşayan yabancılar imiş. Listeyi inceledikten ve aynı şarabı dünyanın başka bir yerinde daha pahalıya içeceklerini gördükten sonra gönül rahatlığı ile bir şişe açtırıyorlarmış. Başka otellerde konaklayan ünlüler de şarap, konyak, şampanya, armagnac konusunda titizlendiklerinde otel müdürleri tarafından Sunset’e yollanıyorlarmış.

O ÜNLÜ AİLENİN ŞARAPLARI SUNSET’TE

Bizim içtiklerimize gelince, içtiklerimiz dünya çapında değer ve öneme sahip, en önde gelen şarap koleksiyonlarından birine ait şaraplardı. Bu koleksiyon Türkiye’de TMSF tarafından kısa bir süre önce satışa sunulmuş ve satış bütün ayrıntıları ile medyada yer almıştı.

Ve Petrus adı o günden sonra, biz faniler için, Türkiye’den kaçtıktan sonra Bermuda Şeytan Üçgeni’nde turlayan o ünlü ailenin alamet-i farikası olmuştu.

İşte o müzayedenin en büyük alıcısı Sunset, o öğle yemeğinde içtiğimiz şaraplar da söz konusu koleksiyonun parçaları imiş.

Bir ara, kalkmamıza ramak kala, Chateau d’Yquem’imi yudumlarken aklıma firari aile geldi.

Kimbilir neredeydiler? Hangi korkularla cebelleşiyorlardı? Ne ummuşlardı ne bulmuşlardı? Daha doğrusu, yıkılmaz sanılan kaleler bir günden diğerine nasıl ufalanıp dağılıyordu? Açgözlülük, kibir, kıskançlık, oburluk, bencillik, tembellik ve şimdi sonuncusunu hatırlayamadığım yedinci günah, işleyenlere gerçekten de cehennemin yolunu mu döşüyordu?

Peki o insanlar, yola çıkarken, birbirlerine bakıp ‘Şerefe’ mi diyorlardı?

Kasvetli düşüncelerden sıyrıldım; yanımda oturan Teoman Hünal’a dönüp, ‘Kime niyet kime kısmet’ dedim, altın sarısı şarabımdan koca bir yudum aldım.

Sunset Restaurant, Tel: 0212 287 03 57. Rezervasyon yapılmalı. Bir yenilik olarak pazar akşamları ‘Bring Your Own Wine’ programı var. Evdeki değerli şaraplarınızı, ‘bouchon’ ücreti karşılığı Sunset’te içebilir, dostlarınızı kendi şaraplarınızla ağırlayabilirsiniz.
Yazının Devamını Oku

İsteyen magazin malzemesi olur İsteyen gizli köşesinde kafa dinler

9 Temmuz 2005
Bir aydır küfemde yazılmayı bekleyen iki yazı var. Araya hayat girdi, ölüm girdi, bir türlü yazamadım. Biri, Mehmet Yalçın’ın daveti üzerine gittiğimiz ve kime niyet kime kısmet diyerek TMSF’den alınan birbirinden nadide şarapları tattığımız öğle yemeği; ikincisi ise henüz ortalık bu denli kalabalık değilken Türkbükü Divan Palmira’da geçirdiğimiz hafta sonu tatili. Güngör Uras ile dünyanın en iyi lokantaları arasında gösterilen Cipriani’de yemek yerken, birbirimize ‘Geçen hafta yediklerimiz bundan kat be kat iyiydi’ dediğimiz; tattığımız her şaraptan sonra ‘Nerede bizim içtiklerimiz, nerede bunlar’ edasıyla bakıştığımız beş kişilik öğle yemeği yazısı gelecek haftaya kalsın. Bu hafta dilim döndüğünce Divan Palmira’yı anlatmaya çalışayım.

Türkbükü denildiğinde insanların tepkileri iki türlü. Ya gözleri parlıyor, ya suratları asılıyor. Kayıtsız kalan yok gibi.

Birinciler Türkbükü’nün, daha doğrusu yeni ve kuyruklu adıyla Göltürkbükü’nün Türkiye’nin en iyi sahil kasabası olduğunu, bu küçük balıkçı köyünün yirmi yılda evrilip devrilerek Portofino, Amalfi, Saint-Tropez gibi çekim merkezine dönüştüğünü söylerken; ikinciler gürültüden, kakafoniden, kirlilikten dem vuruyor.

Bana gelince; ben, Türkbükü’ne mümkün olduğunca sezon dışında gitmeyi sevenlerdenim. Değil sere serpe yatmak, adım atılacak yer olmayan iskelelerden denize girmek bana göre değil. O iskeleler yazın şu hay-huylu günlerinde başkalarının tapusunda.

TÜRKBÜKÜ KİMLERİN

O iskeleler; sabah saatlerinde Filipinli bakıcılara emanet şapka-şort asorti huysuz çocukların; afyonu patlamadığı için ağızlarını bıçak açmayan, muhtemelen afyonları patladığında da konuşacak fazla bir şeyleri olmayan ebeveynlerin; sepetlerinde ıslanmadan değiştirecekleri mayolarla arz-ı-endam eyleyen, konuşmalarını dinlediğinizde tek kaygıları yanmayan bacak içleri sandığınız genç kızların; onları çaktırmadan süzen ama nedense kızları tavlamak yerine cep telefonları ile konuşmayı yeğleyen delikanlıların hizmetinde.

Haa bir de yatlarının güvertesine konuşlanıp dürbünle kıyıda olup biteni izleyen, ya da en gözde işletmenin en orta yerinde şeş dü-dü beş tavla oynarken bir yandan buzlu içkilerini yudumlayan ve bu arada iş konuşmayı unutmayan adamlar ve onların, pareolarını zırh gibi kuşanıp kışın yedikleri tatlılar için durmadan hayıflanan ama nedense tek zevkleri yemek yemekmiş gibi duran eşlerinin...

Velhasıl eğlence merkezinde olunca eğlendim sanan insanların.

Peki Türkbükü bundan mı ibaret?

Hem öyle hem değil.

KÖPRÜNÜN ÖTE YANINDAKİ OTEL

Evet, 15 Temmuz ile 15 Ağustos arası, dere üstüne kurulu minik köprünün bıçak gibi böldüğü sahilin öte yanında kalan işletmeleri genellikle magazin basınının gözbebeği insanlar doldurur. Ama bir koy dönünce, bir tepe çıkınca, manzara değişir. Türkbükü aslında bilenler için saklı cennetler beldesidir.

Kalabalığa karışmak isteyen karışır, istemeyen karışmaz.

Herkesle birlikte olmak da mümkündür tek başına kalmak da.

Ama konumuz, Palmira...

Civcivli kıyı boyu uzanan işletmeler de Bodrum koyları gibidir. Hem birbirlerine benzerler hem benzemezler.

Kimi gecelerin mekanıdır. Variller içinde yanan ateşe vurgun pervaneler, çalan müziğe uyarak sallanır.

Kiminin barında içmeden olmaz, kiminin önünden geçmeden.

Kiminin havuz başı namlıdır, kiminin açık sofrası.

Kimi akşam üstleri dolar kimi gece yarısı.

Divan Palmira işte bu işletmelerin sıralandığı kıyının yani minik köprünün öte yakasının en ünlü otelidir.

En önemli otelidir, çünkü diğerlerinin hepsinden büyük, hepsinden konforludur.

Ucuz değildir. Gecelemek isteyenler haziran ortasından eylül başına, yani yüksek sezon diye adlandırılan zaman diliminde oda-kahvaltı yaklaşık 300 euro’yu gözden çıkarmak zorundadır.

Bu fiyat yenilenmiş ferah odalar için geçerlidir. Süitte kalmak isteyenler neresinden baksanız bunun iki katını öderler.

Rahat şezlongların sıralandığı iskelesi, bakımlı bahçesi, kortları, üzerinize soğuk buharların fışkırdığı ve yarımadanın en iyi Bloody Mary’sini içebileceğiniz barı sadece konaklayanların değil, Türkbükü’ne uğrayanların da gözdesidir.

Buraya kadar saydıklarım belki diğer otellerde de vardır ama Palmira’yı ayrıcalıklı kılan, insanı hiçbir koşulda sukut-u-hayale uğratmayan Divan kalitesidir.

Servis mükemmeldir.

Yemekler de öyle.

BAKALIM HAVA NASIL OLACAK

Bundan bir ay önce, tam da sevdiğim mevsimde; yani henüz sıcaktan bunalmaz, kalabalıktan boğulmaz iken Palmira’da bir hafta sonu geçirdik. Biz, yani 12 kişi. Ben ve o hafta sonu tanıştığım genç gazeteciler.

Bodrum’a indiğimizde Esra’nın, Divan Halkla İlişkiler Müdire’sinin yüzü kaygılıydı. Evet, hava şimdilik açıktı ama meteoroloji o hafta sonu için iç açıcı bilgiler vermiyordu. Yağmur bekleniyordu. Aslında iki hafta öncesi için planlanan, son dakika çıkan fırtına yüzünden iptal edilen geziyi ikinci kez ertelemek istememiş ama son yirmi yıldır bozmayan havanın bu yıl bozacağının tutması da özene bezene hazırladıkları davet programını altüst etmişti.

Bodrum gibi yüzü yaza dönük yerlerde B planı da olmaz.

Deniz ve denize ilişkin maddeleri listeden çıkarmayagörün, yapacak fazla bir şey kalmaz.

Esra bize bir şey söylemiyor ama cep telefonuna gelen güncellenmiş hava tahminlerine baktıkça kah kararıyor, kah ışıyordu.

Evet, akşam yemeği otuz beş çeşit mezesi, balıkları, kalamarları, inceden soğutulmuş şarapları ile hazır olmasına hazırdı. Tecrübe ile sabitti, beğenmeyen çıkmazdı.

ÖĞLEN SİESTA AKŞAMÜSTÜ İÇKİ

Evet, lobide hoş geldin kokteylleri içilmiş; üç gün sonra öpüşerek ayrılacak olsalar da, o an için birbirine yabancı olanlar için düzenledikleri ısınma turu iyi geçmişti.

Ama ya ertesi gün deli yağmur yağarsa, ya tekne gezisi iptal olursa; ya konuklar odalarından burunlarını çıkaramaz da sıkılırlarsa?

Korktuğu olmadı.

O hafta sonu yağmur yağmadı.

Diğerlerini bilemem ama benim için o iki gün mükemmel geçti.

Sabah kapıya asılı gazeteleri kaptığım gibi kahvaltıya gittim. Kalori, kolesterol aldırmadan yağlı ballı mükellef kahvaltı ettim.

Sade kahvemi deniz kıyısında içtim.

Bıkmadan usanmadan denize girdim. Ürperince güneşe serildim.

Akdeniz geleneğini unutmadım: Öğle yemeklerinden sonra siesta yaptım.

Akşamüzeri bara tünedim, alacalı içkiler içtim.

Akşam saatleri unutulmazdı.

Kıyıya kurulan uzun sofrada Kenan Usta’nın hazırladığı muhteşem yemeklerden tattık, uzun sohbetlere daldık.

Sayılı gün çabuk geçti.

Diğerlerini bilmem ama ben o hafta sonu hem eğlendim hem de uzun yıllardan bu yana ilk kez iliklerime kadar dinlendim.

Sadece bunun için bile bana o iki günü sunan insanlara teşekkür etmek isterim.

Teşekkürler Esra, teşekkürler Kamil Erenyatır, teşekkürler Ahmet Nart, teşekkürler Kenan Usta.

İnanın bu teşekkür içten... Taa iliklerimden.

Divan Palmira Oteli: Keleşharım Caddesi 6, Göltürkbükü. Tel: 0252 377 56 01. www.divanpalmira.com.tr
Yazının Devamını Oku

Kaybettiklerim üzerine kısa bir yazı

2 Temmuz 2005
Hiç bu kadar yakına düşmemişti. <br><br>Oysa biliyorduk. <br><br>Esiyor, gürlüyor, çakıyor, geliyorum diyordu. Beklemekten başka yol yoktu.

Biz de bekledik. Tam bir yıl.

Mucizelere bel bağladığımız, doğadan medet umduğumuz, Çin’den Maçin’e her umut kırıntısına tutunduğumuz o bir yılın sonunda olan oldu.

Düştü ve değdiği herkesi kavurdu.

Kimimizi taşlaştırdı, kimimizi kül etti.

Zaman her şeyin ilacı derler. Hiç inanmam ya, zaman geçsin o zaman.

‘Ama sen Kerim, sen Berran;

Bilin ki; bu gün hepimiz noksan. Hepimiz noksan.’

Ölümün tesellisi olmaz ama onsuz da olmuyor.

Bir haftadır teselli arayıp duruyorum. Boşa koydum dolmadı, doluya koydum almadı.

Olmadı, olmadı, olmadı.

Sonra tam yazının başına oturmuş, tiyatrocular gibi kuliste ağlayıp sahnede şakımaya karar vermiştim ki içerideki odada gece boyu açık kalmış televizyondan ‘Yaşlılık kadar saflığı kirleten başka bir şey yoktur’ diyen bir ses duydum. Kim bilir hangi filmin hangi cümlesi.

Benim de tesellim bu olsun.

İkiniz de gençliği severdiniz. Saflığını, masumiyetini...

Kirlenmeden gittiniz.

Benden bu hafta ancak bu kadar.
Yazının Devamını Oku

Türkiye’nin tanıtımı en iyi sanatla yapılır diyenlere teşekkürlerimle

18 Haziran 2005
‘MNG Havayolları’nın özel seferi ile Venedik’e gidecek yolcuların 312 numaralı çıkış kapısına gelmeleri ve biniş kartlarını yanlarında bulundurmaları rica olunur’ anonsu duyulduğunda yerimden kıpırdamadım. Üçüncü kahvemi içtiğim büfe kapının tam karşısında; önünde hiçbir hareket yok... Kimlerin geleceğini de bilmiyorum zaten. Sibel Asna telefonda ‘Ayın sekizini boş bırak, Venedik’e gidiyoruz’ dediğinde niye, neden, kiminle diye sormadım bile. Sibel çağırıyorsa bir bildiği vardır; kurcalamadım.


Nüfusu kış aylarında altmış binlerde seyreden, yaz aylarında milyonu geçen bu ünlü müze-şehre gitmeyeli neredeyse yirmi yıl olmuş. Neredeyse diyorum, çünkü tam olarak hatırlamıyorum bile.

Güz sonu olmalı... San Marco Meydanı ıssızdı. Sular yükselmiş, şehrin nabzının attığı meydana yayalar geçsin diye boydan boya kalaslar yerleştirilmişti. Meydanın asıl sahipleri güvercinler çatılarla kalaslar arasında mekik dokuyor; toplu halde havalandıklarında kalasların üzerinde ip cambazları gibi pür dikkat ilerlemeye çalışanların dengesini bozuyordu. Badireyi atlatanlar hızla yan sokaklara seğirtiyor, atlatamayanlar ıslak paçalarına bakıp küfrediyordu.

Gondollar çekilmiş, gondolcular gitmişti.

Belli ki karnavala kadar bu böyle sürecek; kepenkler inecek, ışıklar seyrelecek, her şeye rağmen kentlerini terk etmemekte ısrar edenler bu yıl da suların yükselmesini kaygıyla izleyecekti.

Venedik ölmeye yatmış bir şehirdi.

O gün öyleydi de, bugün değişti mi?

Hayır, Venedik yavaş yavaş ölüyor.

Ne UNESCO’nun dünya mirası listesinde yer alması, ne de dünyanın önde gelen şehircilerinin çabaları bu gerçeği değiştirmiyor; olsa olsa erteliyor. Tarih boyunca ona zenginliğin kapısını açan sular şimdi Venedik’i öldürüyor.

BAŞARILI İŞBİRLİĞİ DİYE BUNA DERİM

‘Bu yolcularımıza yaptığımız son çağrıdır...’ Kalktım.

Bir uçak dolusu Bienal yolcusu. Hepsi Venedik Bienal’ine gidiyor. İçlerinde tanıdıklarım, tanımadıklarım. Selamlaşa gülümseye ilerleyip boş koltuk aranıyorum. Her koltuğa Bienal ve Venedik hakkında bilgiler içeren, özenle hazırlanmış bir dosya konmuş. Gözümün iliştiği boş sıraya geçtim; ikramlardan arta kalan zamanda da dosyayı inceledim.

Artık duymuşsunuzdur: Türkiye bu yılki Bienal’e Hüseyin Çağlayan’ın ‘Olmayan Varolan’ adlı çalışması ile katıldı. Tek bir sanatçının etkileyici bir eseri ile katılma fikri, serginin komiseri Beral Madra’dan çıkmış. Uzun süre sergi mekanı aranmış, sonunda Büyük Kanal üzerindeki tarihi Levi Binası’nın ikinci katı kiralanmış. Bu büyük bir başarı, çünkü Bienal süresince önünden günde kırk beş bin kişinin geçeceği varsayılan bina gerçekten de can alıcı noktada. Guggenheim gibi turist akınına uğrayan müzelere iki adım, hayır, iki kulaç uzaklıkta.

Türkiye’nin ne yazık ki diğer kimi ülkeler gibi Venedik’te kalıcı bir sergi salonu yok. Bundan 151 yıl önce Bienal’in tohumu atılırken şehir meclisi San Marco’nun ilerisindeki Giardini Bahçeleri’ni sergi alanı olarak tahsis etmiş ve değişik ülkelere kendi pavyonlarını inşa etmeleri iznini vermiş. Yaptıran yaptırmış, yaptıramayan bizim gibi açıkta kalmış.

Dosyayı okudukça bu işte ne kadar çok insanın emeği olduğunu görüyorum... Liste uzun, kimler yok ki?

İstanbul’daki Galerist’in sahibi Murat Pilevneli koordinasyonu üstlenmiş.

Dışişleri Bakanlığı’nın Kültür İşleri Genel Müdürlüğü’nden Büyükelçi Şule Soysal, bakanlığın tüm olanaklarını seferber etmiş.

Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen, Turquality Projesi’nin dört sanatçısından biri olan Çağlayan’ı bu sergisinde de desteklemiş.

A&B İletişim, tanıtım için aylarca didinmiş.

Ve Garanti Bankası tıpkı Londra’daki Turks Sergisi’nde yaptığı gibi, gene büyük bir sanat etkinliğine gönül vermiş; Shop & Miles &Club kredi kartı olarak sponsor olmuş.

ROSA MARTİNEZ’İ DUYMAYANVAR MI

Programa bakılırsa önce ünlü Cipriani Lokantası’nda yemek yiyecek, otellerimize yerleştikten sonra Çağlayan’ın ‘Olmayan Varolan’ adlı deneysel video gösterimini izlemek için Levi Vakfı’na gideceğiz. Ertesi gün bizi başka bir koşuşturmaca bekliyor. Önce Giardini Bahçeleri’ndeki kalıcı sergi salonlarını gezecek, sonra biraz daha ileride Venedik tersanelerinin bulunduğu Arsenale bölgesine gideceğiz.

Venedik Bienali bu yıl tarihinde bir ilke imza atıyor. İlk diyorum, çünkü Bienal’in küratörlüğü 151 yıldan beri ilk defa bir değil, iki kişiye verilmiş; üstelik ilk kez bu iş kadınlara emanet edilmiş. Rosa Martinez adı Türklere yabancı değil. Martinez, İstanbul Modern’in baş küratörü. Altı sene önceki İstanbul Bienali’nin de küratörüydü.

Martinez, Venedik Bienali’nde Arsenale bölgesinden, Maria de Corral ise İtalyan pavyonundaki sergiden sorumlu.

Bienal’in bu yılki teması, şimdiki zamanla geçmişin ilişkisi.

Gondollara binip Levi Vakfı’na gittik. Kapıda Beral Madra ve Türkiye’nin Venedik fahri konsolosu ile eşi konukları karşılıyor. Alt katta yer alan İran ve Ukrayna sergilerine göz atıp, yıpranmış mermer merdivenlerden ikinci kata çıkıyoruz. Büyük video ekranlarının uzun bir duvarı kapladığı karanlık odada Çağlayan’ın filmini izliyor, derdini anlamaya çalışıyoruz.

Dünyada az sayıda oyuncuya nasip olan, hem erkek hem kadın karakterleri başarıyla canlandırmasıyla ünlü Tina Swington başrolde. Lavabonun önünde aynaya bakıp sıkı sıkıya örülmüş perçemlerini çözmeye çalışıyor. Yüzüne su çarpıyor. Bir daha, bir daha, bir daha... Su önemli; su akar, su arındırır, su temizler, su rahatlatır, su yansıtır, su anlatır. Suyun belleği vardır.

Başka bir ekranda, bir bekleme odasında dergiler karıştırarak bekleyen ve göçmen oldukları yüzlerine kazılı denekler görüyoruz. İngiliz bir bilim kadınını canlandıran Swington, lavaboya doldurduğu suda deneklerin giysilerini yıkıyor. Giysilerden alınan DNA’larla deneklerin kimlikleri saptanıyor ve Swington elini vurdukça bu kimlikler su yüzüne çıkıyor.

Benim anladığım kadarıyla Çağlayan göçmenlik olgusu, DNA ile kimlik tespiti, coğrafya ve genetik üzerine bir film yapmış. Anladığım kadarıyla diyorum çünkü kavramsal sanatı anlamak için insanın basamakları tek tek çıkması gerek. Ben çıkmadım. Ama filmin çarpıcı olduğunu kavramak için sanatın çetrefil yollarından geçmiş olmak gerekmez.

Fikir, çekim ve Swington öyle başarılı ki benim gibi sıradan bir izleyici bile sıra dışı bir işin karşısında durduğunu hemen anlıyor.

Ertesi sabah odalarımıza bırakılan İngiliz gazetelerinde sergiyi öven yazıları okuyup, bir de üstüne bu yıl Bienal’in en önemli dört sergisinden biri olarak Hüseyin Çağlayan’ın işini gösterdiklerini görünce ağzım kulaklarıma varıyor.

Danieli Oteli’nin kanala nazır terasında kahvaltı ettikten sonra Giardini’ye gittik. Orada kafileden ayrıldım. Bir akşam önceki sergi açılışında karşılaştığım ve bizi ‘Başınıza kaya mı düştü ne oldu, ilk günden beri Bienal bu kadar Türk ağırlamadı’ diye karşılayan Haldun Dostoğlu’nun tavsiye ettiği pavyonlara yollandım.

İngilizlerin işine bayıldım. Almanları kışkırtıcı buldum. Japonlarda hüzünlendim. Korelileri sevdim. İsrail fena değildi. Amerika pavyonu benim gezdiğim saatlerde kapalı olduğu, İtalyan sanatçıları da bu yıl Bienal’i boykot ettikleri ve alternatif sergiler düzenledikleri için neler yaptıklarını göremedim.

Sonra koşa koşa Arsenale’ye gittim.

Bu yıl Türkiye’nin Bienal’e tek sanatçı ile katıldığını yazıp duruyoruz ama doğru değil.

Evet, Türk Pavyonu tek sanatçıya, Hüseyin Çağlayan’a emanet edilmiş ama Rosa Martinez’in seçtiği sanatçılar arasında iki Türk daha var. Semiha Berksoy ve Bülent Şangar.

Semiha Berksoy’u tanımayan yok. Geçen yıl bu aylarda ölen ‘zamansız kadın.’ Şangar’a gelince, sanırım Türkiye’den çok yurtdışında tanınıyor.

Yerim bitti... Ne goril kızlara, ‘Feminist olunacaksa böyle olunmalı’ dedirten sanatçılara; ne de küçük not defterimde adının yanına yıldızlar çaktığım diğerlerine yer kalmadı.

Ama son satır Garanti Bankası’na.

Onlara teşekkür borçluyum. Beni davet ettikleri için değil, Türkiye’nin tanıtımının sanat aracılığıyla yapılacağına inandıkları ve sanatı destekledikleri için. Bir koca teşekkür de A&B’ye. Böyle büyük bir organizasyonun altından pürüzsüz kalkabildikleri için.
Yazının Devamını Oku

Yeniköy’deki hayatımdan ve yemeklerden çok memnunum

11 Haziran 2005
Yeniköy’e taşındığımdan beri arkadaşlarımın sızlanmaları bitmedi. Evet, İstanbul’un en güzel semtlerinden biriydi. Evet, cennet gibiydi. Evet, burada yaşamaya değerdi. Ama... ‘Ama’ dendiği anda bilirim. Bilirim ki arkasından ‘uzak’la başlayan bir cümle gelecek. ‘Sana uğramak istediğimizde gözümüzde büyüyor’ diyecekler. ‘Taaa oralara kadar gelmek zor’ diyecekler. ‘Biz oraya geleceğimize sen buraya gelsene’ diyecekler... Sonra sıra, ‘Senin yerinde olsam’ diye başlayan cümlelere gelecek. Orayı kiraya verip buraya taşınsana denecek. Merkezde yaşamanın rahatlığından söz edilecek. Dedim ya, sızlanmaları bitmeyecek. Ben ise hayatımdan memnunum. İstanbul’da uzağın açıklamasının olmadığını biliyorum. Bu şehir, insanı hep bir yere, hep birilerine uzak yaşamaya mahkûm eden bir şehir. Varsın benim mahkûmiyetim de Yeniköy’de geçsin.Yeniköy kış aylarında da güzeldir ama yazın gelmesiyle birlikte daha da güzelleşir. Çiçeğe durur, yeşile keser. Nisan yağmurlarının bitmesiyle birlikte evlerde bir hareket başlar. Kimi çatısını aktarır, kimi cephesini boyatır. Emektar bahçıvanlar arz-ı endam eyler, toprağı çapalar, dalları budar, don yemiş çiçekleri söküp fidanlar diker. Kışı karada geçiren kayıklar allanır pullanır, denize iner. Balıkçılar yaza çavelalarını boyayarak hazırlanır. Bu faaliyet bir ay kadar sürer. Mayıs böyle geçer. Haziran başında mahalle hazırdır. Yaza hazırlanan sadece ev sahipleri ile esnaf değildir elbet. Onlardan da telaşlı başka birileri vardır. Lokantalar. Yeniköy lokantaları denilince akla gelenler elbette burayı uzun yıllardır mesken tutmuş Aleko gibi eski balıkçı lokantaları. Ya da gene yılların Zeynel’i, Emek Mantıcısı, Emek Kahvesi. Akla ilk onların gelmesi doğal. Ama Yeniköy bir süredir başka lokantalara da ev sahipliği yapmakta. Birkaç yıldır yalılar lokantalara dönüşüyor. Circle Cafe, Gazebo, Suiss Cafe, Paul gibi kafeler, ya da kıyıdaki tekne-lokantalarının yasaklanmasıyla karaya çıkan Tuvana gibiler dışında bir tanesi var ki, sadece onun için bile Yeniköy’e gelmeye değer. Yelken.NESİNİ ANLATSAM Kİ? YEMEĞİ Mİ, SERVİSİ Mİ?Yelken, yüzünüz denize dönük durursanız Yeniköy İskelesi’ne giden yolun sağındaki ikinci yalıda. Eskiden ‘İzmirlinin Yeri’ diye bilinen yerde. Yelken olarak yeniden açılalı iki yıl oldu. İlk yıl iyi balık yenilen, temiz bir lokantaydı. Ama şimdi öyle mi? Sahipleri Ali Can Duran ve Bülent Ilgaz işi inada bindirdiler.Burayı öyle bir yer yapacaklardı ki İstanbul’da başka hiçbir yerde yiyemeyeceğiniz balık yemeklerini yiyecek, uzak muzak demeyip ha bire Yeniköy’e gelecektiniz. Öğle saatlerinde bile. Yaptılar da. Burnumun dibinde açılan bu lokantaya önce yüz vermedim. Ben hep bildiği yerlere gidenlerdenim. Sonra bir gün, bir arkadaşım ısrarla Yelken’e gitmemizi önerdi. Mırın kırın ettiysem de kıramadım gittim. O gün bu gün müdavimiyim.Bir kere geniş, ferah bir lokanta. Cafcaflı değil ama sıradan balıkçı lokantalarından da sayılmaz. İnce uzun bir koridordan geçip birkaç basamakla geniş bir mekana giriyorsunuz. Yere kadar inen sürgülü cam kapıların ardında ince uzun bir rıhtım ve kartpostal Boğaz var. Vapurlar burnunuzun dibinden geçiyor. Yosun kokusu yemeklere eşlik ediyor. Servis çok iyi. Ama yemekler daha da iyi. Hangisini anlatsam ki?Bildiğimiz balık çeşitlerinden söz etmiyorum bile. Balıkçı lokantası olduğu için onlar zaten elde var bir. Ama onlardan da ötesi gerçekten başka bir yerde kolay kolay yiyemeyeceğiniz balık yemekleri ve deniz ürünleri var. Bir de paella.Yıllar önce paella yemek için Palet’e giderdik. Pazar günleri boş masa bulmak ne kelime, Tarabya’nın bu ünlü lokantasının önünde resmen kuyruk olurdu. Sonra ne olduysa oldu İstanbul balık lokantalarında paellanın izine rastlanmaz oldu. Safran mı pahalı geldi, karidesi, tarağı, midyeyi tek bir yemekte sunmak mı bilmiyorum. Ama paella, Türkler onu tam anlamıyla keşfedemeden bu topraklardan çekildi, yok oldu bitti. Yelken’e ilk gittiğimde paella yaptıklarından haberim yoktu. Ben tanımadığım bir lokantaya gittiğimde ne yemem gerektiğini genellikle lokanta çalışanlarına sorarım. Önerdikleri yemek hangisi ise önce onu tadar, damak tadıma uygunsa devam eder, değilse bırakırım. O gün de öyle yaptım. Balık çorbasını önerdiler, ben de çorbayla başladım. Uzun süredir yemediğim lezzette bir çorba. Sonra kalamar dolması, ahtapot mantı, derken işin ucunu kaçırdım. Spesiyalitelerinin paella olduğunu söylediklerinde iş işten geçmiş, ağzıma lokma atamayacak hale gelmiştim.GERÇEKTEN MÜKEMMEL PAELLA YEDİMBir süre sonra bir arkadaşımla birlikte bu kez sadece paella yemek için Yelken’e gittim. Ve gerçekten de mükemmel bir paella yedim. Sonrası geldi. İlk zamanlar masa bulmakta zorlanmıyorduk. Şimdi işler değişti. İstediğim kadar kendime saklayayım, Yelken’in adı aldı yürüdü. Hafta sonları hem öğlen hem akşam yer bulmak zor. Rezervasyon gerekiyor. Hafta içi akşam saatlerinde de genellikle dolu oluyor. Öğlenleri daha makul. Bakın laf nereden nereye geldi. Yeniköy’ün yeni mekanlarından söz edecek, buraya sadece bunlar için gelinir diye size bir dizi seçenek sunacaktım. Yelken’de takıldım kaldım. Gene de olur da yolunuz bizim mahalleye düşerse; Gazebo’da kahvaltı edin, Passion kafede soluklanın, Yelken’e gidin.Ve buralara kadar gelmişken Süav’da açılan Art-Deco sergisine mutlaka uğrayın derim. Aziz Üstel’in kulakları çınlasın. ‘Biz buradayız, bekleriz efendim.’Yelken Restaurant: Köybaşı Caddesi 107-109, Tel: 0212 262 94 90.
Yazının Devamını Oku

Bugün dünya nüfusunun yüzde 60’ı lükse ulaşabiliyor

4 Haziran 2005
‘Kimse modanın dışında kalamaz’ diyor. ‘Moda giysi demek değildir’ diyor. ‘Moda; bindiğiniz arabayı, kullandığınız telefonu, dinlediğiniz müziği, izlediğiniz filmi, gittiğiniz ülkeleri, kaldığınız otelleri, yaşadığınız evleri, kullandığınız eşyaları, yediğiniz yemekleri, algılarınızı, düşüncelerinizi, kısaca hayatınızı biçimler’ diyor.

‘Günümüzde ne yazık ki devrimci diye niteleyeceğimiz büyük fikirler, büyük yaratıcılar çıkmıyor artık. Geçmişe özlemin bir nedeni de bu’ diyor.

‘Pazarlama, yaratıcılığın önüne geçti’ diyor.

‘Taklit ediliyorsan başarılısın demektir. Coco Chanel boşuna ‘taklitler asıllarını hatırlatır’ dememişti’ diyor.

‘Christian Lacroix bütün yeteneğine karşın taklit edilecek tek bir nesne yaratamadığı için battı’ diyor.

‘Çok değil, on yıl öncesine kadar dünya nüfusunun sadece yüzde otuzu lükse ulaşabilirken, bugün bu oran yüzde altmışı buldu. Lüks, ulaşılır olunca lüks olmaktan çıktı’ diyor.

‘Giyimde olsun, ev döşerken olsun, ikinci el değerli mallara rağbet bu yüzden arttı’ diyor.

‘Bu tüketim çılgınlığında kalıcı olmak için, insanlara kendilerini özel hissedecekleri şeyler sunmak gerek. Buthan’da gün boyu gizemli tapınakları gezdikten sonra Amankora Oteli’nin Spa’sına gitmek bunun için moda’ diyor.

‘Uzak her zaman çekici olmuştur’ diyor.

‘Ender olana ulaşmak insanı mutlu kılar’ diyor.

‘Keşif duygusu insana aittir; etnik akımların moda olmalarının bir nedeni de bu’ diyor.

‘Bilinmeyen bilinenin öteki yüzüdür’ diyor.

‘Gizem kışkırtıcıdır, Da Vinci Şifresi’nin başarısı buradan geliyor’ diyor.

‘Önümüzdeki yıllarda neyin moda olacağına bütün bunlara bakarak karar veririz’ diyor...

Kim mi bunları söyleyen? Laurent le Mouel.

ADDRES GERÇEKTEN FARKLI BİR KONSEPT

Kim mi Laurent le Mouel? Alanında dünyanın dört büyük ajansından biri olan Promostyle’in Yaratıcı Direktörü. Promostyle’in alanı mı ne? Promostyle bir kehanet merkezi. İşi, bize geleceğin ne getireceğini söylemek. Bize dediğim, müşterilerine.

Müşterileri de öyle sıradan firmalar değil. Kimler yok ki? Nokia’dan Ferrari’ye, dünyaca ünlü modacılardan kumaş fabrikalarına, dekorasyon şirketlerinden lokanta zincirlerine yığınla firma...

Laurent le Mouel de buraya zaten eylül ayında Şişli’deki Akın Plaza’nın altında açılacak Addres İstanbul’un davetlisi olarak gelmiş. Ve ayağının tozuyla Türkiye’de ilk kez yapıldığını sandığım şantiye partisine katılmış. Sonra da 2006-2007 kış trendlerini, bu trendleri oluşturan toplumsal, bireysel ve global etkileri anlattığı bir sunum yapmış.

Addres’ten öyle etkilenmiş ki, durup durup böyle bir dekorasyon merkezi ile karşılaşmayı ummadığını, buranın dünyada eşi benzeri olmayan bir yer olduğunu söylüyor. Bunu söylerken de içinde oturduğumuz cam fanusu gösteriyor. Gerçekten de Addres’teki dükkanlar cam fanusları andırıyor. Burada alışıldık sıra sıra mağazalar yok. Buradaki mağazalar binanın duvarlarına değmedikleri gibi birbirlerine de değmiyor ve dört yanları camla kaplı olduğu için havaya asılı gibi duruyorlar. Üç kata yayılmış bu kübik mağazaları birbirinden her mevsim değişeceği söylenen çiçeklerin ekildiği ince uzun yollar ayırıyor.

Farklılık bunlarla da bitmiyor. Bir kere giriş farklı. Mekana bildik alışveriş merkezlerinin aksine uzun ve loş bir koridordan geçilerek giriliyor. Bir tünelden. Zaten Mimar Emre Arolat da bunu bilinçli yapmış. Tünele adım atanlar şehrin gürültüsünü, karmaşasını arkalarında bıraksınlar ve farklı bir dünyaya girdiklerini hissetsinler istemiş.

Laurent le Mouel’le bakılırsa da bir ilki gerçekleştirmiş. Çünkü yakın gelecekte yorgun şehir insanları, her geçen gün gürültüden daha da yılacak, karmaşadan bunalacak ve onlara sakin ortamlar sunan mekanları yeğleyeceklermiş. Bu alacakları ev için de, gidecekleri lokanta için de, alışveriş merkezleri için de geçerliymiş.

ONUN ÖNGÖRÜLERİNE BENİM KAHVE FALIM

Addres İstanbul’un onu bu kadar heyecanlandırma nedeni mimarın burada bir vaha yaratması olduğu kadar, Funda Akın başkanlığındaki ekibin de konsepti oluştururken günümüz insanın beklentilerini çok iyi kavrayıp insanın beş duyusuna seslenmeyi bilmeleriymiş.

Le Mouel, ilk katı gezenlerin günceli yakalayacaklarını, ikinci kata çıkanların tıpkı Mondrian’ın bir tablosunun karşısında hissettiklerini hissedeceklerini, üçüncü kata gelenlerin klasik bir güzellikle karşılaşacaklarını, ortak kullanım alanlarının çok doğru değerlendirildiğini, işte bu yüzden de buranın bir benzerinin olmadığını düşündüğünü söylüyor.

Bunları başkası söylese pek aldırmam ama söyleyen bir uzman. Karşımda oturan ufak tefek adama, hepimizin hayatını etkileyen trendleri nasıl öngördüğünü soruyorum.

Bunu tek başına yapmadığını, büyük bir ekiple çalıştığını anlatıyor. Ekibinde filozoftan yazara, bilim adamından ev kadınına, politikacıdan işi sadece aylaklık olan serserilere kadar yığınla insan var. İşte bu ekip baş başa verip iki yıllık dilimler için nelerin gündeme geleceğini saptıyor; bu bulguları da yılda iki kez yayınlıyormuş. Özel müşterileri içinse çok daha ayrıntılı çalışmalar yapılıyormuş.

‘Zevkli bir işiniz var’ diyorum. ‘Zevkli olmasına zevkli ama bir o kadar da stresli’ diyor. Her dört ayda bir doğum sancısı çektiğini ve her seferinde istifaya yeltendiğini, Paris’te oturmasına karşın bir ayağının New York’ta, diğerinin Tokyo’da olduğunu; zaten bu iki kentin nabzını tutmadan bu işin hakkıyla yapılamayacağını anlatıyor.

Laurent le Mouel gerçek bir profesyonel. Her şeyi anlatıyor, hiçbir şey söylemiyor. Üç yıl sonrasının modasını genel ifadelerle çiziyor. Sezmenize izin veriyor. Bilmenizi istemiyor. Onu müşterisine saklıyor.

HER ŞEY DEĞİŞİR HİÇBİR ŞEY DEĞİŞMEZ

Konuşmalarından lüks olan her şeyin baş tacı edileceğini, uçaklarda kaldırılan First Class’ın geri döneceğini, modacıların gün doğumu ve gün batımı renklerini kullanacağını, etnik akımın bir süre daha devam edeceğini, giysilerin şaşaalı olacağını, en sıradan nesnenin bile müthiş paketlerde satılacağını, sürpriz sunan bütün eşyaların tutulacağını, insanın aurasını çeken fotoğraf makinelerinin yok satacağını, giysilerden yastıklara kadar çift yüzlü mallara rağbet olacağını, Spa’ların her yeri saracağını, dünyanın en pahalı ve en klasik modaevi Hermes’in ‘Her şey değişir, hiçbir şey değişmez’ logosunun her alanda geçerli olacağını, Gaultier’nin yıldızının daha da parlayacağını öğrenebildim..

Biraz daha otursam belki biraz daha öğrenebilirdim. Ama uçağa yetişmem gerekiyordu. Gene de kalkmadan önünde duran fincanı aldım, o ana kadar onun kehanetlerini dinlediğimi, sıranın bende olduğunu söyleyerek ona Türk işi bir kahve falı baktım.

Kim bilir belki günün birinde ekibine bir de falcı gerekir!
Yazının Devamını Oku

Asena, kum havuzu diye çamur deryasına giren, oyun diye tehlikeli oyunları belleyen bir çocuk

28 Mayıs 2005
Bu yazıda Ney’den söz etmeyeceğim diyordum ama galiba söz dönüp dolaşacak gelip Ney’e dayanacak. Çünkü Asena ile buluşmamı Ali Erten’e borçluyum. Ali, daha önce de iki kez yazdığım üzere benim eski arkadaşım. Sultans of the Dance ile girdiği gösteri dünyasına, o grup dağıldıktan sonra Ney ile devam etti. Ben de onu neredeyse gittiği her yerde izledim. Antalya’da, Londra’da. İlkinde yolun henüz başındaydı. İkincisinde sınırların dışında. Ali alem adamdır. Hani ‘yapamazsın’ denmeye görsün, çıldıran ve söz konusu her ne ise onu yapmadan duramayan insanlar vardır ya, Ali de öyle. İnatçıdır. Tuttuğunu bırakmaz. Hiçbir koşulda caymaz, kendi yaktığı ateşte yandığı da olur ama aldırmaz. Üstelik coşkusu bulaşıcıdır. Anlattıklarını önce inanmayarak dinler, lafı bittiğinde onun en ateşli taraftarı kesilirsiniz. Bir de başka bir huyu vardır. Kendini ona inanan dostlarına bütün gelişmeleri anlatmakla yükümlü hisseder. Telefonunuz çalar, Ali. Nereye gidiyorlar, nereden teklif aldılar, hangi kanalda hangi programa çıkacaklar, kim geldi, kim gitti üç dakika içinde bütün ayrıntıları anlatır. Sakın bunu halkla ilişkiler bağlamında yaptığını sanmayın. Ali, sevincini kendine saklayamayan çocuklar gibidir. Söyler ve rahatlar. GERÇEKTEN, KİM BU KIZ İşte bundan bir süre önce gene bildik aramalarından birinde topluluğa Asena’nın da katıldığını söyledi. Gene içi içine sığmıyor, gene sesi şakıyordu. Ona bir şey demedim ama Asena’nın katılımının Ney’e ne tür bir artısı olduğunu da doğrusunu isterseniz kestiremedim. Ali’nin sert disiplinini biliyordum. Öyle starmış, şuymuş buymuş dinlemezdi. Doğru dürüst çalışmayacak, şımaracak, topluluğun diğer üyeleri ile sürtüşecek insanı yanında barındırmazdı. Ama gene de içimde bir soru işareti... Ne de olsa söz konusu kişi şu son yıllarda adı dansından çok yaşadıklarıyla gündeme gelen biri. Hem de ne gündem. Sanıyorum o telefondan sonra, hayatımda ilk kez Asena kim diye düşündüm. Gerçekten kimdi Asena?Anlaşılan bizim gördüğümüzden farklı biriydi. Çünkü hem Ali, hem de daha önce onunla Angelina Akbar pojesinde çalışmış diğer bir arkadaşım ağız birliği etmiş gibi bambaşka bir kadından söz ediyordu. Ali, profesyonelliğini, alçakgönüllülüğünü, öğrenme isteğini vurgularken; diğeri onu içi dışı bir, aklından geçeni tartmadan söyleyen bir çocuk-kadın olarak tarif ediyordu. Her ikisinin de doğrucu Davut olduğunu bilmesem, anlattıkları bir kulağımdan girer ötekinden çıkardı ama çıkmadı. Asena adı aklıma bir soru işareti ile asılı kaldı. İspanya yolculuğu öncesi, o hafta kiminle yemeğe gideceğimi düşünürken neden onunla olmasın dedim ve Ali’yi aradım. Pazarlığımı da yaptım; yazarsam Asena’yı yazacaktım Ney’den söz etmeye niyetim yoktu. 25 YAŞINDA BİR ÇOCUKBebek Oteli’nin altındaki Ambassador Lokantasında buluştuk. Ben, Ali, Asena bir de Önay Miser. İki saatimiz var. Sonra onlar provaya gidecekler. Benim de işim başımdan aşkın. Önce yukarıda barda oturduk. Sonra aşağıya yemeğe indik. Ambassador’u seçme nedenimiz de belli. Ambassador şehrin en civcivli semtlerinden Bebek’te olmasına rağmen neredeyse saklı bir cennettir. Hem çok iyi yemek yer, hem kimse tarafından rahatsız edilmezsiniz. Aradan üç hafta geçti.Eğer aynı gün yazının başına otursam ortaya kuşkusuz şaşkınlığımı anlatan bir yazı çıkardı. Peki aradan geçen zamanla şaşkınlığım azaldı mı? Yoo, hayır. Hálá bir insanın, üstelik kurtlar sofrasına oturmuş birinin nasıl olup da bu kadar saf, bu kadar oyunsuz olduğunu anlayabilmiş değilim. Fazla mı cesur? Gözü mü kara? Vurdumduymaz mı? İnatçı mı? Çaresiz mi? Kaderci mi? Cahil cesareti mi? Herhalde hepsi...Ama bütün bunların ötesinde, bence Asena daha çocuk. 25 yaşında bir çocuk. Yüzünde muzip bir gülümseme ile her an hınzırlık yapacakmış gibi bakması, sormadan anlatması, karşısındakini kendi gibi sanması, lafın nereye varacağına aldırmadan konuşması bundan. Çocukluğundan. Zaten öyle olmasa kim sevdiği bir işi yapar, hayli de para kazanırken durduk yerde kum havuzu diye çamur deryasına girer, oyun diye tehlikeli oyunları beller?Biraz kendisinden bahsetmesini istediğimde, nesini anlatayım der gibi baktı. Çocukluğu ve gençliği Almanya’da geçmiş. Almanya onun ikinci vatanı. Canı yandıkça, başı sıkıştıkça oraya gitmesinin nedeni kendini orada güvende hissetmesi. Liseyi orada bitirmiş. Bütün arkadaşları ve hocaları ondan iyi bir sporcu olup madalyalar kazanmasını beklerken o dans etmeye başlayıp hepsini şaşırtmış. Üstelik ne çocukluğunda ne de sonra dansa meraklı değilmiş. Göbek dansı da hiç mi hiç ilgisini çekmezmiş. Bugün bile ne alaturka müzik dinlerim ne de sahne dışında dans ederim, diyor. Ama sahne deyince akan sular duruyor. Bir tek orada, o spotların altında dans ederken her şeyi unuttuğunu ve gerçek anlamda mutlu olduğunu söylüyor. Kimseden ders almamış. Kimseye öykünmemiş. Kimin nasıl dans ettiği ile ilgilenmemiş. Tek başına çalışmış, kendine özgü bir dans yaratmış. Bunları bir çırpıda anlattı. Bir yandan da iştahla yemeğini yedi. Öyle az buz da değil. Kalamarı, balığı, tatlısı. Yemek yapmayı sevip sevmediğini sordum. Bayılırmış. Peki en çok hangi yemeği seversin dediğimde, duraksamadan köfte, patates dedi. Bir de makarna, pilav. Anne yemekleri. Neden çocuk dediğim belli değil mi?MAGAZİNSİZ SOHBETBaşka neler sordum?Karases konusuna girmedim. Hatta tanışır tanışmaz, onunla dans konusunda konuşacağımı, özel hayatına ait hiçbir şey sormayacağımı bile söyledim. Aklımca rahatlatacağım. Aldırmadı. Ali ve Önay’ın yanında ya, Ali de benim arkadaşım ya, gardı yok. Sorsam anlatacak. Noktayı, virgülü koymayı da bana bırakacak. Öyle bir güven. Anne-babasının yanındayken başına hiçbir kötülük gelmeyeceğini düşünen çocuklar gibi. Bir ara bir dansın bir figürünü yapmaya neden bu kadar zorlandığını açıklarken, dünyanın en doğal şeyinden bahsedercesine bacağına konan platinden söz etti. Ben ki kendimi iyi bir magazin okuru addederim, önce anlamadım. Sonra hatırladım. Sahi, bu çocuğun bacağında kurşun yarası var. Onun derdi kurşunu çıkardıktan sonra takılan protezin uzun vadede dansını etkileyip etkilemeyeceği. Benim derdim başka. Yarası sarılsa da kapanacak mı acaba?Yemek bitti. Ayrıldık. Herkes yoluna gitti. O gün bu gün Asena denince aklıma düşen bir şiir var. Şiir de değil, dizeler. ‘Ya suya giden o küçük kızlar? onlar tıpkı o kuşlar gibi uçan daha bir süre sonra vurulduktan’ diyen dizeler.
Yazının Devamını Oku