Figen Batur

Genzimde yanma damağımda bal tadı

25 Aralık 2004
<B>G</B>eçen haftaki yazımda Büyükada yemekleri üzerine yazılmış, orada yaşayan kentsoylu Bilgütay Ailesi’nin sofra adabını anlatan bir kitaptan söz etmiştim. Bu kez aynı coğrafyanın öbür yüzünü anlatan başka bir kitabı tanıtırsam resim biraz daha tamamlanacakmış gibi geldi.

Önce Sevin Okyay yazdı. Ya da ben ilk kez onun köşesinde okudum. Şaşırdım ve öve öve bitiremediği kitabın adını aklıma kazıdım: Sofranız Şen Olsun. Şaşırdım, çünkü Sevin çok şeydir de lezzet avcısı değildir. O, aynı anda güç bir metni teklemeden çevirirken, karşısındaki ile Beşiktaş’ın hali pür melalini konuşabilir. Caz hastası, kitap kurdu, sinema delisidir. Ve kimsenin sırrına varamadığı bir tempoda üretirken, yemek yemeyi unutabilir. Eğer Sevin bir yemek kitabını övdüyse, bunda bit yeniği var demektir.

Davranıp kitabı alamadan Yıldırım Türker’in yazısı geldi. Yıldırım, zehir zemberek bir yazı yazmış: Ermeniler, daha doğrusu onlara reva görülenler üzerine. Yazı, aynı övgü ve öneri ile bitiyor. Yıldırım da Takuhi Tovmasyan’ın Aras Yayınları’ndan çıkan kitabını mutlaka okuyun, diyor.

Etti mi iki. Ertesi gün kitap elimdeydi.

MUHABBET YEMEKLERİ

İlk sayfayı açtım ve son satıra geldiğimde ikisinin de Tovmasyan’ın kitabını neden bu kadar sevdiklerini anladım. Kitap, son zamanlarda okuduğum en sahici kitap. Bir yemek-anı kitabı. Doğma büyüme Yedikuleli olan Takuhi Tovmasyan, yayalarından yani ninelerinden öğrendiğini söylediği yemek tarifleri aracılığıyla bir dönemi ve İstanbul Ermenilerinin gündelik hayatlarını anlatıyor. Bunu da lafı eğip bükmeden kendine özgü bir mizahla yapıyor. Okurken kah gülüyor, kah ağlıyorsunuz. Ve onunla birlikte yemek yemenin özellikle de sofra muhabbetlerinin hayatın can damarı olduğu evlere konuk oluyorsunuz.

Kitabı bitirdiğinizde ağzınızda kalan tadın ne olduğunu anlamanız uzun sürebilir. Ben bilemedim. Genzim yanıyordu. Acıydı. Damağımda da bal tadı.

Yazar, aile albümünden seçtiği fotoğrafları da koyduğu kitaba ‘Kimi evde yemek, yaşamak için yenir. Kimi evde yemek için yaşanır. Bizim evde ise yemek, muhabbet olsun diye yenirdi. Sofra muhabbet için kurulur, yine muhabbetle kaldırılırdı’ diye başlıyor. Zeytinyağlılar-tereyağlılar diye bir ayrım yapmadığını, Trakya ya da Anadolu yemekleri diye bir başlık atmadığını, verdiği tariflerinin ne kadarının Ermeni, ne kadarının Rum, Türk, Arnavut, Çerkez, Patriyot, Çingene olduğunu bilmediğini, bildiği tek şeyin bütün bu tarifleri Çorlulu Akabi ve adını taşıdığı Takuhi yayalarından öğrendiğini söylüyor.

İşte o andan itibaren, topikten midye dolmasına midye dolmasından, fırında palamuda çoğunu bildiğimiz, kimini bilmediğimiz tarifler arasından geçerken karşımıza önce 50’li yılların Yedikule’si sonra yavaş yavaş Akabi ile Takuhi Hanımların geldiği 30’lu yılların Çorlusu ve Birinci Dünya Savaşı’nın kanlı günlerinde İstanbul’a göç eden bir ailenin yaşlı genç fertleri çıkıyor. Her biri birbirinden renkli.

HAYATINI DA YAZMIŞ

Yazarın patates salatası tarifini verirken yazdığı gibi; ‘daha bitmediiii!’

Yedikule’de sırf onlar mı yaşıyor? Atına bağladığı tel dolaplarda ciğer satan Arnavut ciğerci, Bakırköy sokaklarını mesken tutan balıkçı Hayg Çavuşyan ve kardeşi, Beykoz’daki Surp Nigoğayos Kilisesi’nin sevgi yemeğinde midye dolmasının püf noktasını cemaat kadınlarına öğreten Papaz Efendi, Çatalca’da Jamanak Gazetesi’nin tek abonesi Digin Ağavni, işveli Ersinya, adını işteki başarısından alan Alev Usta.

Uç uca diziliyor ve bize alçakgönüllü insanların yüce gönüllü dünyasını anlatıyorlar. O dünyada acı, elem, yitirişler var. Ölenler var. Gidenler, dönmeyenler var. Bir o kadar da neşe, kahkaha, muhabbet var.

Kitap bütün bu duyguları verdiği için ağızda farklı tatlar bırakıyor.

Takuhi Tovmasyan, ailesini, geçmişini, gördüklerini, dinlediklerini, yaşadığı semti, gittiği kiliseyi, yaptığı yemekleri kısaca onu o yapan şeyleri yazıyor. Konuşur gibi. Sanki aynı sofranın etrafına oturmuşuz da laf lafı açmış gibi. Kimi zaman neşeli kimi zaman hüzünlü ama hep sahici.

Kitap, mezelerin şahı topik tarifiyle başlıyor dedim. İrmik helvası tarifiyle de sona eriyor. Her yapılışında sevilenlerin canları için dua okunan irmik helvası tarifiyle. Ve okuyunca dağlandığınız Mardik hikayesiyle.

Tovmasyan, hikayeyi ve irmik helvasının yapılışını anlattıktan, helvanın ılık ılık yenmesinin harika olduğunu söyledikten sonra ‘Helvayı nasıl isterseniz öyle yiyin, ister ılık, ister soğuk. Kimin canı için yaparsanız yapın, ister büyükannenizin, ister büyükbabanızın, ama sizden ricam, Mardik amcamı da anmayı unutmayın’ diyor.

Sizi bilmem ama bundan böyle ben, irmik helvası yerken ya da kavururken Mardik’i anmadan geçemem. O Mardik ki, Takuhi Tomasyan’ın yüzünü görmediği amcası. Ve hepimizin vicdan sızısı.

Kalabalık ailenin renkli fertleri

Akabi Yaya, anneanne. Genç yaşta kocasını kaybedince siyahlara bürünen, ölene dek terk etmek zorunda kaldığı Çorlu’yu unutamayan yaya. Fotoğraflarında çatık kaşlı.

Takuhi Hanım, babaanne. Varlık Vergisi kapıya dayanınca varı yoğu olan Yedikule Kale kapısındaki gazinosunu satmaktan başka çare bulamayan, satmakla kalsa iyi, inme inip yatalak olan Ğazoros Efendi’nin karısı. Garbis, Ağavni ve Madrik’in analığı Bedros ve Sarkis’in anası; gazinonun baş aşçısı. Fotoğraf çektirmeye hevesli ama yorgunluğu duruşundan belli.

Baba Bedros Tavmasyan, Çuhacı Han’da mıhlayıcı. Gönül insanı. Tek gözünü, rokelaya gömdüğü yüzüklerin, küpelerin üstüne mıhladığı taşları incelemekten Çuhacı Han’da kaybeden, öbür gözü sevdiklerine doyamadığı için açık giden baba. Doğma büyüme Yedikuleli. Bağa gözlükleri, kravatı ve yeleği ile haza beyefendi.

Anne, Mari; evin direği. ‘A be Bedros, bir teneke balığı mahalleye mi yedireceğiz?’ diye sitem etse de, balığı kılçığından arındıran, iki eli kanda olsa da kocasını kırmayıp kırk katlı Pintikarı böreği açan Mari. Mağrur duruşlu, kırılgan gülüşlü.

Sarkis amca, Lusi yenge, Partuh dayı. Hepsinin hikayesi farklı... Sonra büyük büyük babalar, sonra büyük büyük anneler ve elbette onların eşleri, dostları.
Yazının Devamını Oku

Genzimde yanma damağımda bal tadı

25 Aralık 2004
Geçen haftaki yazımda Büyükada yemekleri üzerine yazılmış, orada yaşayan kentsoylu Bilgütay Ailesi’nin sofra adabını anlatan bir kitaptan söz etmiştim.Bu kez aynı coğrafyanın öbür yüzünü anlatan başka bir kitabı tanıtırsam resim biraz daha tamamlanacakmış gibi geldi.Önce Sevin Okyay yazdı. Ya da ben ilk kez onun köşesinde okudum. Şaşırdım ve öve öve bitiremediği kitabın adını aklıma kazıdım: Sofranız Şen Olsun. Şaşırdım, çünkü Sevin çok şeydir de lezzet avcısı değildir. O, aynı anda güç bir metni teklemeden çevirirken, karşısındaki ile Beşiktaş’ın hali pür melalini konuşabilir. Caz hastası, kitap kurdu, sinema delisidir. Ve kimsenin sırrına varamadığı bir tempoda üretirken, yemek yemeyi unutabilir. Eğer Sevin bir yemek kitabını övdüyse, bunda bit yeniği var demektir. Davranıp kitabı alamadan Yıldırım Türker’in yazısı geldi. Yıldırım, zehir zemberek bir yazı yazmış: Ermeniler, daha doğrusu onlara reva görülenler üzerine. Yazı, aynı övgü ve öneri ile bitiyor. Yıldırım da Takuhi Tovmasyan’ın Aras Yayınları’ndan çıkan kitabını mutlaka okuyun, diyor. Etti mi iki. Ertesi gün kitap elimdeydi.MUHABBET YEMEKLERİİlk sayfayı açtım ve son satıra geldiğimde ikisinin de Tovmasyan’ın kitabını neden bu kadar sevdiklerini anladım. Kitap, son zamanlarda okuduğum en sahici kitap. Bir yemek-anı kitabı. Doğma büyüme Yedikuleli olan Takuhi Tovmasyan, yayalarından yani ninelerinden öğrendiğini söylediği yemek tarifleri aracılığıyla bir dönemi ve İstanbul Ermenilerinin gündelik hayatlarını anlatıyor. Bunu da lafı eğip bükmeden kendine özgü bir mizahla yapıyor. Okurken kah gülüyor, kah ağlıyorsunuz. Ve onunla birlikte yemek yemenin özellikle de sofra muhabbetlerinin hayatın can damarı olduğu evlere konuk oluyorsunuz.Kitabı bitirdiğinizde ağzınızda kalan tadın ne olduğunu anlamanız uzun sürebilir. Ben bilemedim. Genzim yanıyordu. Acıydı. Damağımda da bal tadı.Yazar, aile albümünden seçtiği fotoğrafları da koyduğu kitaba ‘Kimi evde yemek, yaşamak için yenir. Kimi evde yemek için yaşanır. Bizim evde ise yemek, muhabbet olsun diye yenirdi. Sofra muhabbet için kurulur, yine muhabbetle kaldırılırdı’ diye başlıyor. Zeytinyağlılar-tereyağlılar diye bir ayrım yapmadığını, Trakya ya da Anadolu yemekleri diye bir başlık atmadığını, verdiği tariflerinin ne kadarının Ermeni, ne kadarının Rum, Türk, Arnavut, Çerkez, Patriyot, Çingene olduğunu bilmediğini, bildiği tek şeyin bütün bu tarifleri Çorlulu Akabi ve adını taşıdığı Takuhi yayalarından öğrendiğini söylüyor. İşte o andan itibaren, topikten midye dolmasına midye dolmasından, fırında palamuda çoğunu bildiğimiz, kimini bilmediğimiz tarifler arasından geçerken karşımıza önce 50’li yılların Yedikule’si sonra yavaş yavaş Akabi ile Takuhi Hanımların geldiği 30’lu yılların Çorlusu ve Birinci Dünya Savaşı’nın kanlı günlerinde İstanbul’a göç eden bir ailenin yaşlı genç fertleri çıkıyor. Her biri birbirinden renkli.HAYATINI DA YAZMIŞYazarın patates salatası tarifini verirken yazdığı gibi; ‘daha bitmediiii!’Yedikule’de sırf onlar mı yaşıyor? Atına bağladığı tel dolaplarda ciğer satan Arnavut ciğerci, Bakırköy sokaklarını mesken tutan balıkçı Hayg Çavuşyan ve kardeşi, Beykoz’daki Surp Nigoğayos Kilisesi’nin sevgi yemeğinde midye dolmasının püf noktasını cemaat kadınlarına öğreten Papaz Efendi, Çatalca’da Jamanak Gazetesi’nin tek abonesi Digin Ağavni, işveli Ersinya, adını işteki başarısından alan Alev Usta. Uç uca diziliyor ve bize alçakgönüllü insanların yüce gönüllü dünyasını anlatıyorlar. O dünyada acı, elem, yitirişler var. Ölenler var. Gidenler, dönmeyenler var. Bir o kadar da neşe, kahkaha, muhabbet var. Kitap bütün bu duyguları verdiği için ağızda farklı tatlar bırakıyor. Takuhi Tovmasyan, ailesini, geçmişini, gördüklerini, dinlediklerini, yaşadığı semti, gittiği kiliseyi, yaptığı yemekleri kısaca onu o yapan şeyleri yazıyor. Konuşur gibi. Sanki aynı sofranın etrafına oturmuşuz da laf lafı açmış gibi. Kimi zaman neşeli kimi zaman hüzünlü ama hep sahici. Kitap, mezelerin şahı topik tarifiyle başlıyor dedim. İrmik helvası tarifiyle de sona eriyor. Her yapılışında sevilenlerin canları için dua okunan irmik helvası tarifiyle. Ve okuyunca dağlandığınız Mardik hikayesiyle. Tovmasyan, hikayeyi ve irmik helvasının yapılışını anlattıktan, helvanın ılık ılık yenmesinin harika olduğunu söyledikten sonra ‘Helvayı nasıl isterseniz öyle yiyin, ister ılık, ister soğuk. Kimin canı için yaparsanız yapın, ister büyükannenizin, ister büyükbabanızın, ama sizden ricam, Mardik amcamı da anmayı unutmayın’ diyor. Sizi bilmem ama bundan böyle ben, irmik helvası yerken ya da kavururken Mardik’i anmadan geçemem. O Mardik ki, Takuhi Tomasyan’ın yüzünü görmediği amcası. Ve hepimizin vicdan sızısı.Kalabalık ailenin renkli fertleriAkabi Yaya, anneanne. Genç yaşta kocasını kaybedince siyahlara bürünen, ölene dek terk etmek zorunda kaldığı Çorlu’yu unutamayan yaya. Fotoğraflarında çatık kaşlı. Takuhi Hanım, babaanne. Varlık Vergisi kapıya dayanınca varı yoğu olan Yedikule Kale kapısındaki gazinosunu satmaktan başka çare bulamayan, satmakla kalsa iyi, inme inip yatalak olan Ğazoros Efendi’nin karısı. Garbis, Ağavni ve Madrik’in analığı Bedros ve Sarkis’in anası; gazinonun baş aşçısı. Fotoğraf çektirmeye hevesli ama yorgunluğu duruşundan belli.Baba Bedros Tavmasyan, Çuhacı Han’da mıhlayıcı. Gönül insanı. Tek gözünü, rokelaya gömdüğü yüzüklerin, küpelerin üstüne mıhladığı taşları incelemekten Çuhacı Han’da kaybeden, öbür gözü sevdiklerine doyamadığı için açık giden baba. Doğma büyüme Yedikuleli. Bağa gözlükleri, kravatı ve yeleği ile haza beyefendi.Anne, Mari; evin direği. ‘A be Bedros, bir teneke balığı mahalleye mi yedireceğiz?’ diye sitem etse de, balığı kılçığından arındıran, iki eli kanda olsa da kocasını kırmayıp kırk katlı Pintikarı böreği açan Mari. Mağrur duruşlu, kırılgan gülüşlü. Sarkis amca, Lusi yenge, Partuh dayı. Hepsinin hikayesi farklı... Sonra büyük büyük babalar, sonra büyük büyük anneler ve elbette onların eşleri, dostları.
Yazının Devamını Oku

Uğruna yemek kitabı yapılan aile büyüğü Sabahattin Bilgütay

18 Aralık 2004
Ada! İyi de nedir ada? Denizle çevrili kara parçasıdır diyerek işin içinden çıkmak mümkün ama olur mu? Ada dediğin bu mu? Ada hem budur, hem ötesidir. Anıdır, şarkıdır, aşktır, yalnızlıktır. Gençliktir, yaşlılıktır. Bazen vardığımız bazen kaçtığımızdır. Onun için şairlerin dilinden düşmez. Onun için romanların göbeğine kurulur. Sanatçı dediğin, adaya ve adanın çağrıştırdıklarına vurgundur.

Kimi zaman ufkun ötesindedir, kimi zaman burnumuzun dibinde. Cim karnında nokta olanları da vardır, kıta diye adlandırılanları da. Issızları olur, bozu, çorağı, incesi, uzunu olur. Adlarını bazen coğrafya belirler bazen tarih. Bazen insanlar, bazen hayvanlar. Binlerce yıl hüküm sürenleri de vardır bir patlamayla yitip gidenleri de. Üç keçi için savaşın eşiğine getirenleri de.

Adalar... Yakın, uzak adalar. Bir kez bulaşmaya görsün herkes kendi adasında yaşar.

Bir de adalılar vardır. Her biri birbirinden farklı.

Adada doğmak bir şeydir, adada kalmak başka bir şey.

Adaya gitmek bir şeydir, adaya yerleşmek başka bir şey.

Sürülmek bambaşka bir şey.

İstanbullu olup da ada anısı olmayan yok gibidir.

AİLE BOYU BASIN TOPLANTSI

Salı sabahı işte böyle birinin, Selin Kutucular’ın, bir ada tutkununun dedesi anısına yazdığı Büyükada Yemekleri kitabının tanıtım kahvaltısına gittim. Feriye Lokantası’na. Aslında keşke tanıtım Büyükada’da yapılsaydı diye düşünmedim değil. Öte yandan biliyorum, benimki ham hayal. Yağmurlu bir İstanbul sabahında kim gözündeki çapakları silmeden kalkar da ada vapuruna biner, buradan oraya gider?

Kapıdan girer girmez dal gibi genç bir kadın geldi, yüzünü kaplayan gülümsemesiyle hoş geldiniz dedi. Hemen ardından daha olgun biri. Belli, annesi. Aynı gülümseme, aynı duruş. Vakur ama yukarıdan değil, içten ama mesafeli. Yabancılar arasında olmanın tedirginliğinin ne demek olduğunu bilen ve bunu bir bakışla, daha tokalaşırken silmeyi beceren iki kadın. İki de adam. Biri Selin’in kuşağından, diğeri biraz daha yaşlı, kır saçlı. Belli ki onlar da eşi ve babası. Diğer masalarda oturanlara baktım. Zeynep Göğüş dışında, tanıdığım iki kişi var. Diğerleri yabancı.

Böyle toplantılar genellikle sevimsiz olur. Nereye oturacağınızı, ne konuşacağınızı bilemezsiniz. İçeri girer girmez tek isteğiniz vardır: Gitmek. Birbirlerini tanıyanlar masaları parseller, koyu sohbetlere dalar. Siz dudağınızın kenarına iliştirdiğiniz gülümsemeyle, vesikalık fotoğrafa durursunuz. Zaman da durur. Uygun bir bahane bulmak için kıvranırsınız. Sonunda çıktığınızda içinize çektiğiniz hava değil gökyüzüdür. Rahatlarsınız.

Zeynep çağırmasa, isterse Michelin’in Samanyolu yıldızlı şeflerinden birinin daveti olsun, gitmezdim. Ama Zeynep gel demiş ve Selin’le tanışmamı istemişse, bir bildiği vardır dedim. Zaten o beni nereye çağırsa giderim.

Bir sabah kahvaltısında sunulacak ne varsa, uzun masada hepsinden var. Reçeller, peynirler, kurabiyeler, pastalar; tarifleri Selin tarafından verilmiş ve Feriye Lokantası’nın şefine emanet edilmiş.

Köşedeki piyanoda biri bir şey çalıyor. İleriki masada yaşlı bir hanımefendi, zayıf parmaklarıyla tempo tutuyor. Hüzünlü gibi. Ya da bana öyle geldi. Çıktıktan sonra, kitabı karıştırınca onun Selin’in Miniannesi olduğunu anlayacağım. Anısına kitap yazılan dedenin, Sabahattin Bilgütay’ın ölene kadar büyük bir aşkla sevdiği zevcesi.

Selin Kutucular’ın dedesi Sabahattin Bilgütay, Cumhuriyeti Cumhuriyet yapanlardan. O efsane kuşaktan. 1916’da Büyükada’da doğmuş. Aile, Selanik göçmeni. Mübadele yıllarında varlarını yoklarını arkalarında bırakıp adaya gelmişler. Yerleşmişler. Sabahattin Bey ilkokula adada başlamış. O yıllarda adanın en iyi okulu olan ve sınıflarındaki bir kızın okulda Hırıstiyanlık propagandası yapıldığını söylemesi üzerine kapatılan Fransız okuluna.

Okulun kapanması üzerine de mecburen Şişli Terakki’ye yollanmış. Annesi Zübeyde Hanım adanın ebesiymiş. Bir gün hastalanmış ve apar topar ada iskelesine yanaşan bir tekneyle İstanbul’daki bir hastaneye kaldırılmış. Ama gidiş o gidiş. O gün bu gün ada halkı Zübeyde Hanım’ı ölüme taşıyan o teknenin yanaştığı İskele kapısını kullanmazmış.

Öksüz kalan Sabahattin Bilgütay’a Ankara yolu görünmüş. Oradaki akrabalarının yanına taşınıp hukuk fakültesine başlamış. Okul bitince de o yıllarda eğitimli ve idealist bütün gençlerin yaptığı gibi devlet memuriyetine girmiş. Ve evlenmiş. Sonra ver elini İstanbul. Burada emniyette görev almış sonra da Fatih Kaymakamlığı yapmış. 6-7 Eylül olaylarına dek bu görevde kalmış. İstanbul’un kara lekesi olan o günleri Sabahattin Bey de yarasız atlatamamış. Dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar ile araları açılmış ve böylece küskün bir aydının sürgün günleri başlamış.

60 İhtilali’ne kadar. Her ne kadar İhtilal ona yeniden Şişli Belediyesi ve Çatalca Nükleer Santralı Başkanlığı’nın yolunu açsa da, üstelik İhtilalin başı askerliğini yaptığı sırada komutanı olan Celal Bayar olsa da, bu darbenin sonuçlarını hayatı boyunca kabul etmemiş. Adnan Menderes ve arkadaşlarına kesilen ceza içini yakmış, kabullenmemiş.

SEVGİ DOLU BİR AİLE PROJESİ

51 yaşında emekliliğini istemiş ve çok sevdiği Büyükada’ya yerleşmiş, her saçağı ayrı güzel bir yalıya. Emeklilik, çoğu erkekte olduğu gibi içine kapanmasına, dünyadan el etek çekmesine neden olmamış. Evini dostlarına, hatta mangal kokusuna dayanamayıp içeri giren ada gezginlerine açmış. Sofrası her daim kalabalıkmış. Üşenmez, gider yıllardır tanıdığı manavdan sebzeleri seçer, bakkaldan gerekli malzemeyi alır, evdeki kadınların ‘Kim yiyecek’ yakınmalarına aldırmaz bir de Haylayf’a uğrarmış. İstediği kadar bol yemek olsun masa dediğin şarküteri ile taçlanırmış. Bir de elbette saydam porselenler, ince kristaller, keten örtüler, nakışlı peçetelerle... Çok okur, çok bilir, çok dinler, çok gezermiş. Öğrendiklerini sevdikleriyle paylaşmış. Kırgınlıklarını anlatmaz, neşesini bulaştırırmış. 2003 yılına kadar Ada’daki evinde mutlu mesut, çocukları, torunları ve torun çocuklarıyla yaşamış.

Hani her ölüm erken ölümdür derler ya, bu yaşlı çınarın ölümü de onu sevenlerin içinde büyük bir boşluk açmış. Adını yaşatmak için ne yapabileceklerini düşünmüşler. Sonunda ana-kız onun sevdiği yemeklerin tarifini içeren bir yemek kitabı yapmaya karar vermiş, ismini de Büyükada Yemekleri/Dedemin Sofrası koymuşlar. Anne, Zübeyde Terzioğlu mutfağa girmiş, Selin Kutucular yardım etmiş. Adadan komşuları ve dostları olan Annie Pertan yapılan yemeklerin düzenlemesini yapmış, Caroline Erel fotoğraflamış.

Kitap özenle seçilmiş; her okuyanın kolaylıkla anlayıp uygulayabileceği bir dille yazılmış 150’den fazla tarif içeren bir yemek kitabı. Ama ayrıca bir yaşam kültürü kitabı da. O tarifleri uygulamak belki kolay. Ama özenli sofralar kurmak, o sofranın etrafına küçük büyük bütün aileyi toplamak ve bu keyfi dostlarla paylaşmak zor. İşte bu, sanki bu geçmişte kaldı.

Zaman hoyratlaştı.

Ve Necatigil’in dediği gibi durup ince şeyleri anlamaya kimsenin vakti kalmadı.
Yazının Devamını Oku

Kadınları çirkinleştirmeyen içki Şampanya

4 Aralık 2004
Ördek carpaccio ile başladık: On üstünden on. Bebek ıstakoz ve balkabağı ravioli ile devam ettik: On üstünden yedi. Kağıtta kuşkonmaz ve kalkan balığı filetosu: On üstünden sekiz. Ben orada durdum. Zencefilli şurup ile verilen taze mango tatlısına uzaktan baktım: On üstünden yirmi. Günlerdir kitaplarla didişiyordum. Kutu aç, kutu kapa. Yorgundum. Eğilip kalkmaktan bitap. Üstelik bunca didişmeye karşın sonuç hüsrandı. Odada adım atılmıyor, ancak kitap öbeklerinin üzerinden atlanıyordu. Belliydi, olmayacaktı: Santimi hesaplanarak yaptırılan yeni kitaplık, kitapların hepsini almayacaktı. Ayıklanmaları gerekiyordu. Ama nerede bende o yürek? Bunca yıl birlikte yaşamışız. Her birinin yeri ayrı. Elim gitmiyor. Bir ara gözüme Madame de Sevigne’nin Mektupları ilişti. Cilt cilt. Bunları bir daha okur muyum diye sormamla cevabı da verdim: ‘Hayır.’ Galiba ölçüt bu olmalıydı: Bir daha okunmayacağı bilinenler kutulara konulmalı ve gerekli yerlere dağıtılmalıydı. Karar vermiş insanların rahatlığıyla hazırlandım ve kitap labirentini arkamda bırakıp akşamki davete yollandım.

AVRUPALININ BAYILDIĞI İÇKİ

Davet köpüklü bir davet.

Dom Perignon’un 1996 hasadının tadım daveti. Margaux’da yemek yenilecek ve belli bol bol şampanya içilecek.

Şampanya Türklerin sevdiği, bildiği bir içki değildir. Düğün, davet, kutlama ve THY’nin dağıttığı bedava kadehler dışında sanırım çok şampanya içen yok. Dünyada da bu böyle demeyin. Evet belki şampanya ve kutlama ayrılmaz ikilidir ama Avrupa’da şampanya bir şey kutlanmıyorken de içilir. Yemek öncesi, yemek sonrası, kahvelerde, barlarda... İsteyen şişe patlatır, isteyen kadeh alır. Farklı adlarda, farklı tatlarda çeşit çeşit kokteyli yapılır. Şampanya onlar için coğrafi bölge adı değil, çocukluklarından beri her pazar içmeye alıştıkları içkidir.

Aslında orada da gelenekler değişti. Taşra dışında evlerde pazar yemekleri yenmiyor artık. İnsanlar lokantalara gidiyor. Kimileri tek başına kimileri çocuklarıyla, arkadaşlarıyla. Ama şampanya hálá bu yemeklerin olmazsa olmazı. Eskisi gibi yemek üstüne değil, giriş içkisi olarak içiyorlar. Ama içiyorlar. Çok gelen gidenleri olmasa da, mutlaka buzdolaplarında soğuk bir şişe duruyor. Herkes birbirine keşfettikleri küçük üreticilerin adını veriyor. Şu şampanyayı şuradan şu kadara aldım böbürlenmesi bitmiyor. Kısaca Fransızlar şampanyayı seviyor.

Fransızların şaraptaki üstünlükleri bir süredir sallantıda. Yeni dünya şarapları tahtlarını salladı. Ama şampanya konusunda içleri rahat. Bugüne kadar onlarınkinden daha iyi şampanya yapılmadı. Dom Perignon da en iyilerden.

Margaux’daki davet de Dom Perignon daveti. Üstelik en iyi hasat olan 1996 yılı için.

Hepimize kolay gelsin!

Girer girmez Kemal Koç’u, mekanın diğer ortağı ve Bt Pazarlama’nın sahibi Burak Türeci’yi gördüm. Bt firması Türkiye’ye Moet Chandon ürünlerinin yanı sıra çok sayıda içki ithal eden bir firma. Bt’nin halkla ilişkilerini Gülay Kamaz yapıyormuş. O gece tanıştık.

Yemekleri Mike Norman hazırlamış; İstanbul’un en tanınan yabancı şeflerinden Mike Norman... İçim rahat, tüy gibi yemekler yapar. Bir aydır çektiğim çilenin sonunda hem damağım şenlenecek, hem de ihanetin bedeli ağır ödenmeyecek. Dom Perignon’a gelince, orada elim kolum bağlı: Belli gece boyu art arda içilecek.

Bara geçer geçmez ilk kadeh geldi. Altın pırıltısı. Sonra ikinci. Sonra üçüncü. Sonra... saymayı bıraktım. ‘Verdiğin bütün kiloları alacaksın’ deseler de içerim. İçtiğimiz gerçekten müthiş bir şampanya. İçmemek için şampanya sevmemek gerekir, ki bu da benim durumuma uymuyor. Boş verdim. Yarına Allah kerim.

Biraz sonra birlikte İspanya turu yaptığımız arkadaşlarım da gelince kare tamamlandı. Masalara geçtik.

Masada Dom Perignon Bölge Müdürü François Laurent Vitrac da var. François ilginç biri. Altı aydır İstanbul’daymış. Üç yıl daha kalacağı için sevinçli. Türkçe’yi henüz öğrenememiş. Bir Fransız için fazla iyi, akıcı İngilizce’si ve konuşur konuşmaz ciddi bir aileden geldiğini anladığınız tumturaklı Fransızca’sı var. İsviçre’de doğmuş. Annesi Alman, babası Fransız’mış. Paris’te okumuş. En iyi iş adamlarını yetiştiren Essec’ten mezun olmuş. Sonra ailesinin yanına, Kaliforniya’ya taşınmış ve oradaki aile işletmesinde çalışmış. Aile ne ile mi uğraşıyormuş? Elbette şarap ve zeytinyağı ile. Sonra Moet-Chandon’da işe başlamış ve bölge müdürü olunca da İstanbul’a taşınmış.

Henüz bu şehri ve insanlarını yeterince tanımadığını söylüyor. En kısa zamanda Türkçe derslerine başlayacak ve şehri Beyoğlu ve civarı dışında da adım adım dolaşacakmış.

1996 yılının neden böylesine önemli bir yıl olduğunu sorunca, ‘O yıl beklenmedik işler oldu’ dedi. Ocak ayı ılıman geçmiş. Şubatta sıcaklık -18’e inmiş. Mart, mart gibiymiş. Nisan coşmuş. 27 dereceye çıkan sıcaklık herkesi kaygılandırmış. Mayıs ayında gene don, yağmur, dolu. Haziranın yarısı yaz olmuş yarısı kış. Bütün yaz bu böyle devam etmiş. Bir sıcak bir soğuk derken ve bütün üreticiler elleri şakaklarında ne olacak diye beklerken, bağbozumundan önceki günlerin dengeli havası o güne kadar görülmemiş mükemmellikte üzüm almalarını sağlamış. Ve bu dengesiz yılın hasadı uzun yılların en iyi hasadı olarak taçlandırılmış. İçtiğimiz işte bu şampanya.

ŞAMPANYA EFSANELERİ

François geride beyaz şeftali, limon vanilya ve biber aromalarının olduğunu söyleyince anlamak için bir kadeh daha içiyoruz. Kadehler boşalmıyor, laf dönüp dolaşıp şampanyaya bağlanıyor.

Evet, şampanya şişelerini belirli bir açıyla çeviren adamlar varmış. Günde kırk bin şişe çevirirler ve bu iş için yüklü maaşlar alırlarmış. Kırk bin şişe çevirdikleri için değil. Elleri titremeden hepsini bir hamlede aynı açıda döndürdükleri için. Evet, Napolyon’un gözdesi Josephine, her ne kadar sevgilisi ‘Aman yıkanma, geliyorum!’ diye mektuplar da yazsa, şampanya banyosu yaparmış. Evet, Madame de Pompadour, ‘İçtikten sonra bir kadını çirkinleştirmeyen yegane içki şampanyadır’ demişmiş...

Eve döndüğümde mutlu ve neşeliydim. Labirente girdim. Kutusuna henüz yerleştirmediğim Madame de Sevigne’nin Mektupları bana bakıyor. İster misin dedim, o da şampanyaya övgü düzmüş olsun? Karıştırmaya başladım. Şampanyayla ilgili bir söze rastlamadım ama sabahı ettim. Bir daha bu kitapları okumam mı demiştim? Anlaşıldı, sabah ilk iş İsmail Usta aranacak öbür duvara da raflar ısmarlanacak.

Ve Pompadour’u, La Fayette’i, Sevigne’si ile mutlu mesut yaşanacak.
Yazının Devamını Oku

Su’nun renkleri cesur fırçası savurgandır

27 Kasım 2004
Adını duyar duymaz karar verdim: Su Yücel’in dört yıl aradan sonra açacağı sergiyi herkesten önce gezeceğim. Serginin adı Tılsım.

Söyleyin kim tılsım lafını sevmez?

Şiir seviyorsa.

Kim tılsıma inanmaz?

İnsanı tanıyorsa.

AÇILIŞLARI OLDUM OLASI SEVMEM

Bu benim Su’nun atölyesinde göreceğim ikinci sergi. Babasının şiirlerinden kalkarak yaptığı tabloları da İstiklal Caddesi Rumeli Han’daki yüksek tavanlı atölyesinde sergilemişti.

Kim bilir kaç yıl oldu. Gene böyle yağmur çamur bir İstanbul akşamında Rumeli Han’a gitmiştim. Atölye sergisi olduğu için kalabalık olmaz diye avunuyordum. Aymazlığım ilk katın sahanlığına kadar sürdü. Üst kata sığamayanlar çoktan alt kata taşmış, geri kalanlar da merdivenleri mesken tutmuşlardı.

O zaman da sergi açılışlarını sevmezdim şimdi de sevmem. Eğer derdiniz tanıdıklarla karşılaşıp hoş beş etmek, bol şarap içmekse ne ala. Yoksa fena. Tablolara yanaşmak bile başlı başına sorundur. İnsanları yara yara ilerlemeye çalışır, iki adım atamazsınız. Atsanız da fark etmez. Tabloların önü hararetli sohbete dalmış birileri tarafından kapatılmıştır. Aralarına giremez, yana çekilmelerini söyleyemezsiniz...

Her açılış böyledir. Resimlere göz ucuyla bakar, göremezsiniz. Geçmiş gün, o kalabalığı görünce sessizce sıvışmış mıydım yoksa her şeye rağmen yukarı çıkmış mıydım, hatırlamıyorum. Ama bir iki gün sonra yolumu tekrar İstiklal Caddesi’ne düşürdüğümü ve her tabloyu uzun uzun incelediğimi hatırlıyorum.

Çok güzel resimlerdi. Çok da özel. Su, ilk kez babasının şiirlerinden yola çıkarak resim yapmıştı. Şiirler Can Yücel’in Datça’ya yerleştikten sonra yazdığı şiirlerdi. Resimler onlara değen Su renkleri. Baba-kız bu gönüllü sürgünde işbirliği yapmışlardı. Birinin yazdığını öbürü boyamıştı.

Sergi sırasında mı yoksa akabinde mi bir de kitap çıkmıştı: Maaile. Her dizesinde Can Yücel’in öfkesini, hınzırlığını, iflah olmaz duygusallığını okuduğunuz; Su’nun o şiirleri nasıl yorumladığını gördüğünüz bir kitap. Baba-kız. Zor ikili. Benzer duyarlığın farklı dilleri.

Bu seferki açılış 24 Kasım Çarşamba. Salı öğleden sonra atölyeye gitmeye karar verdim. Resimler asılmış olur. Henüz asılmadılarsa bile kuytulardan çıkmış duvar diplerine dizilmişlerdir.

Evet sergi öncesi ressamlar gergindir. Ama bilirim, Su, kalenderdir.

Üstelik niyetim uzun uzun konuşmak değil.

Birkaç soru sormak ve sözünü ettiğim sergiden bu yana neler yapmış ona bakmak...

Üçteki randevuya dörtte gidebildim. Kar yağdı ya, hava beter ya, taksi yok. Bütün İstanbul taksicileri müşteri almamaya yemin etmiş gibi. Önünüzden vızır vızır geçiyor ve anlaşılmaz bir el hareketiyle boş olmadıklarını ima ediyorlar. İyi de nereye gidiyorlar? Nişantaşı, Rumeli Han arasını bir saatte yürüdüm.

Rumeli Han bildiğim Rumeli Han. İnile çıkıla kayganlaşmış mermer merdivenlerden Su’nun atölyesine çıktım.

Duvarlar koyu yeşile boyanmış. Pencereler kalın gece mavisi kağıtlarla kaplanmış. Duvarlar renk cümbüşü. İrili ufaklı 40 tuval. Bir de asılmayı bekleyen 40 bezeme.

SU’NUN TABLOLARI SİZİNLE KONUŞUR

Bilmem Su Yücel’in resimlerini bilir misiniz?

Yaşadığı yerlerin, gördüğü şeylerin resmini yapar. Daha doğrusu bunlardan arta kalanların resmini. Tortuların ressamıdır. Renkleri cesur, fırçası savurgandır. Resminde boşluklar vardır. Bile isteye bırakır. Onu doldurmak size kalmıştır.

Önce renklere kapılırsınız. Sonra ayrıntılara. Baktıkça tablo sizinle konuşmaya başlar. Canlanır.

Yer sofrasından yemeklerin kokusu gelir. Çarşıdaki pazenler kestirilmeyi bekler. Kulak kesilirseniz itiş kakış kadınların konuşmalarını, mallarını öven çığırtkanları bile duyabilirsiniz.

Yoğurtçu ‘uuttçuu’ diye bağırarak geçer.

Pazar yerindeki sebzeler pişirilmeyi bekler.

Oda bildiğiniz bir odadır. Ocağına odun attığınız, kilimini silkeleyip yaydığınız.

Bu bahçeden geçmişsinizdir.

Bu yol sizi bildiğiniz yere götürür.

Bu çiçek, bu vazo, bu kuş, bu ağaç, bu bulut. Hepsine Su imza atar ve hepsi size çıkar.

Su tılsımlı resimler yapar.

SERGİDE SADECE RESİM YOK

Bu kez tuvallerin yanı sıra bezemeler de yapmış. Kırk tuval kırk bezeme. Bezeme dediği, özel kumaşlar üzerine yaptığı baskılar. Baskı kalıplarını kendi oymuş. Kumaş boyalarını kendi bulmuş. Bir tür ‘Su Yemenileri’. İster asın ister kullanın. Yıkanan, ütülenen bezler bunlar. Su’nun adlandırdığı üzere ‘bezemeler’.

Tablolara baktıktan, bezemelere dokunduktan sonra oturduk. Ne onda, ne bende kaç yıl oldu görüşmeyeli muhabbetine dalma hevesi var. Bıraktığımız yerden devraldık.

Kışları İstanbul’da geçiriyormuş. Buraya, Rumeli Han’a her gün geliyor, ders çalışır gibi resim yapıyormuş. Yazlar, sıcak kavurucu Datça’da. Orada da atölyesi varmış. Bir de Güler’le büyüttüğü Can Festivali. Festival hazırlıkları, kimlerin çağrılacağı, hangi işliklerde ne işlerin yapılacağı, afişler, şenlikler hepsi onlara bakıyor, çok zamanlarını alıyormuş.

BABA-KIZ GİBİ BİR ANNE-OĞUL

Geçen yıl Diyarbakır’a gitmiş. Kamer işbirliği ile 100 kadına resim yapmayı öğretmiş. Bu çalışmaları Diyarbakır D.S.M. ’de ‘Öleceğim aklıma gelirdi de resim yapacağım gelmezdi’ adı altında sergilemişler. Altını çize çize, kimseye bir şey öğretmediğini, karşılıklı çok şey öğrendiklerini anlatıyor. Zaten daha önce de benzer bir çalışma yapmış. Türk ve Yunanlı Kadınların Barış Girişimi kapsamında Karaburunlu kadınlarla birlikte çalışmış.

Bunun dışında ne yapıyorsun diye sorduğumda lafı Ali Bey’e getiriyor. Ali Bey büyümüş, 11 yaşına gelmiş. Annesinin atölyesinin biraz ilerisinde Frenk dilini öğrendiği ilkokula gidermiş. Cebinde taşı ile. Geçen yıl, bir Ege kasabasında ziyaretlerine gittikleri heykeltıraş dostları Ali’ye bu taşı vermiş. İşte o gün bu gün Ali taşından ayrılmamış. Tılsımlı olduğuna inanıyormuş.

Ana ve oğul. Tıpkı baba-kız gibi.

Biri sergisine Tılsım adını veriyor.

Diğeri taşını tılsımlı belliyor.

Babanın şiiri nasıl imgelerle ördüğü koca bir resimse, kızının resmi renklerle bezediği koca bir şiir.

Kan çekmiş işte. Başka ne denir?
Yazının Devamını Oku

Bayramları da yılbaşını da rafa kaldırdım, onlar da rahat, ben de

20 Kasım 2004
Çocukken de sevmezdim. Şimdi daha da beter. Bayram denmeye görsün içim sıkıntı yumağı. Belki ballandırıla ballandırıla anlatılan o eski bayramları yaşamadığımdandır, kimbilir? Çocukluğumun bayramlarından aklımda kala kala bayramdaaaan bayrama gidilen ve yarım saat oturulduktan sonra dönülen bir iki uzak akraba ziyareti kalmış.

Mışıl mışıl uyumak, sonra da bahçede oynamak varken, süslenip püslenip gidilmesi zorunlu bir iki ziyaret. Yaşlı annelerine bakmak için kendilerini feda etmiş iki kız kardeş, onların Arap sabunu kokan mutsuz evleri, büyüklere likörlü çikolata, çocuklara akide şekeri, orada karşılaşılan ‘Ne kadar da boy atmış’ nidaları arasında yanağımı okşayan akrabaların akrabaları.

BİR BAKTIM İSTANBUL BOŞALMIŞ

Dediğim gibi yarım saat oturulur sonra kalkılırdı. Bayram ziyaretinin makbulü kısa olanıydı. Bir türlü anlamazdım. Yılda iki kez onlara uğrayarak sevgimizi mi gösteriyorduk, saygımızı mı? Diğerleri ile, yani ailenin sevilen büyükleri ile bayram seyran demeden bir araya gelirdik. Uzun masalarda kalabalık yemekler yenir, büyükler ayrı küçükler ayrı eğlenir, saatler sonra güle oynaya eve dönülürdü. Birine ayağımı sürüye sürüye giden ben, diğerine hoplaya zıplaya giderdim.

Dakikaların uzun, saatlerin kısa olduğunu o yıllarda öğrendim.

Gençken bayram demek tatil demekti. Cümbür cemaat otobüslere binilir, uzak mavi kıyılara gidilirdi. Şimdi olduğu gibi araya sıkışan ve eksik diş gibi sırıtan günler nedense resmi tatil ilan edilmezdi. Her şeye rağmen yola çıkmalı, üç güne üç yıl mı sığdırmalı yoksa sicilinize göre bahtınıza düşecek cezalar göze mi alınmalı? En hafifinden ihtar, ağır vakalarda tart. Hangisine karar verilirse verilsin tatilin tadı kaçardı. Kısası fazla kısaydı. Uzunu fazla acı.

Bir süre sonra yoruldum. Paşa paşa evde oturdum.

Sıkı çalıştığım yıllarda bayram demek işlerin durması demekti. Ramazanla birlikte herkese rehavet çöker, siparişler, ödemeler gizli bir ittifak varmışçasına bayram sonrasına ertelenirdi. Şekerinden kurtulsanız kurbanına yakalanırdınız.

Takvimlerde biri üç, diğeri dört kırmızı gün olarak belirtilse de işin aslı başkaydı. Ha geldi ha gelecek günlerini de kattığınızda, ortaya doğu masallarındaki gibi belirsiz bir süreç çıkardı. Bunun yedi gün yedi gece mi, kırk gün kırk gece mi süreceği birlikte çalıştığınız insanların insafına kalırdı.

Şimdi böyle dertlerim yok. Bayramları da yılbaşı gecelerini de uzun süredir rafa kaldırdım. Geldikleri gibi gidiyorlar. Onlar da benden kurtuldu ben de onlardan.

Geçen hafta gündelik hayatın hay huyuyla uğraşırken birden İstanbul’un boşaldığını fark ettim. Bir sabah o saatte hiç de alışık olmadığım bir sessizliğe uyandım. Tek tük araba, bir iki motor çat patı. O kadar. Uzun süredir mevsim normallerinin üzerinde seyrettiği söylenen hava sıcaklığı düşmüş, güneş çekilmiş, sisli puslu bir gün. İstanbul’a döndüğümden beri ilk kez sonbahar. Üstelik pazar. Ortalığın sessizliğini havaya ve pazara verdim.

Kapı çaldı. Yanında kendisinin olmadığına emin olduğum üç veletle elinde davulu, boynunda tokmağı, Türk filmlerinin kötü adamları suratlı davulcu mübarek bayramımı kutladı. Bahşiş. Anlaşıldı: Bayram gelmiş! Bir saat geçti geçmedi, ikinci davulcu. Bu seferki tek başına. Biraz önce başka bir davulcunun geldiğini söylememle celallendi. Boynuna astığı etiketi tehdit eder gibi burnuma salladı. Mahallenin resmi davulcusunun kendisi olduğunu, bir avuç şarlatanın bizleri dolandırdığını, gözümüzü açıp dikkat kesilmemiz gerektiğini söyledi. Baktım uzayacak, kısa keseyim dedim ona da bahşişini verdim. Beğenmedi. Küfürden beter teşekkür etti. Fıkra gibi ama, yarım saat sonra üçüncüsü de geldi. Ona patladım. Zaten ya tutturursam diye geldiği belli. Ona da bahşiş. Beklemiyordu ya, çok sevindi. Bir dördüncüsüne dayanamazdım. Sokağa fırladım.

Olur da bir gün sizin için bayram ne demek gibi anlamlı bir soruyla karşılaşırsam artık cevabım hazır. Şeker Bayramı için ‘Her yıl çoğalan ve Allah için her biri diğerinden sevimli davulcu ziyaretleri’ Kurban Bayramı için de ‘İnsanı tutan kan kokusu’ diyeceğim.

İkinci gün bu haftanın yazısı için telefon başına oturdum. Kimi aradıysam ya telefon cevap vermiyor ya uzaktalar ya da evden çıkamayacak kadar yorgunlar. Bir gün önce köprüde, E-5’te, Darıca yollarında mahsur kalmışlar. Hepsi ağız birliği etmiş, ‘Dile benden ne dilersen ama bir yere gelmemi isteme’ diyor.

Cevval gazeteci başına bunların geleceğini bilir, bir hafta önceden yazısını yedekler.

Üşenmez bir yerlere gider. Gözlemler. Şeker fiyatlarını alır, çikolata çeşitlerini inceler, Osmanlı’dan günümüze bayram yemekleri, keşkek tarifleri, yazacak yığınla konu bulur. Pandelli, Hacı Salih, Asitane gibi geleneksel Türk yemeği yapan bir lokantaya, bayramın hakkını veren tercihen de yaylı tambur çalan bir İstanbul efendisiyle gider sizli bizli sohbet eder. Benim gibi ortada kalmaz. Ne yazacağım diye kıvranmaz. ‘Behruz! Kurban Bayramı’nda burada mısın? Burada olacaksan bir gününü bana ayırır mısın?’

Yazı yerine tatlı tarifi

İşte böyle... Ya yazmamak ve ‘Yazarımız yurtdışında olduğundan yazısı elimize ulaşamamıştır’ yalanına sığınmak vardı, ya da yayımlandığında ‘Eniştem beni niye öptü’ gibi duracağı kesin bu yazıyı yazmak. Gördüğünüz gibi ikinci yolu seçtim. Ama yazının bitmesi için daha iki bin vuruş ve konumuz Şeker Bayramı olduğuna göre tatlı bir son lazım. Girişe benzemeyen girişi, gelişme göstermeyen gelişmeyi kıvırdıktan sonra bir biçimde sonuca da varılır ama işin zoru lafı balla bağlamak.

Nedeni on beş gündür ağzıma bırakın balı, tatlı herhangi bir şey girmemesi. Varsa yoksa katresi hesaplanmış yağla yapılan sası salatalar, brokoli, kabak, lahana... Kısaca insanı çim görmeye bile dayanamayacak hale getiren bilumum yeşillik. Az buçuk balık. Malum miktarda peynir. Bütün yediğim bu.

Peki nasıl olacak? Laf nasıl getirilip tatlıya bağlanacak? Belli ki defterleri karıştırıp ilginç bir tarif bulamazsam bağlanamayacak. Karıştırdım. Bir zamanlar sık yaptığım ve herkesin övgüsüne mazhar olmuş Calafouti tarifini buldum. Ve lafı tatlıya bağlamanın huzuruyla son noktayı koydum.

CALAFOUTİ

İki iri elma, iki sert armut, bir salkım siyah üzüm ayıklanıp yağlanmış fırın kabına doğranır. Bir avuç iri kıyılmış ceviz ve biraz kuru üzüm eklenir. Yarım litre süt kaynatılır ve ocaktan indirildikten sonra içine 100 gram tereyağı atılıp erimesi beklenir. Dört yumurta, 100 gram un ve 100 gram pudra şekeriyle kıvama gelecek şekilde çırpılır, yağlı süt eklenir. Karışım, meyvelerin üstüne dökülür. 35 dakika, önceden ısıtılmış fırında 160 derecede pişirilir. Tarçın sevenler üzerine tarçın ekebilir. Hazırlanması 10 dakika, pişmesi yarım saat süren bu tatlı ılık yenir ve uzun uğraşlarla kotarılmış izlenimi verir. Ve meraklısı için; beher porsiyonu 320 kalori içerir.
Yazının Devamını Oku

Ruhunu bir tek dansa sattı

13 Kasım 2004
‘Tribeca’ya mı!?’ ‘İstersen başka bir yere de gidebiliriz. Karar vermek için yarına kadar vaktin var. Seni görmeyeli uzun zaman oldu. Yemeğimizi şıpın işi yemeyelim. Hem Tribeca dediğin yerde pizza yeniyor değil mi? Gel hamur dışında bir şey yiyelim. Bu yazıların en hoş yani sevdiklerinle buluşmak ve güzel yemekler yemekse, en korkunç yanı da çifter çifter gelen kilolar. Dört ayda sekiz kilo almış biri olarak, mönüsünde daha çok otun ve balığın olduğu bir yeri seçmeni yeğlerim.’ Vs. vs. vs...

Resmen vıdı vıdı ediyorum. Oysa ne fark eder. Önemli olan Pıtırcık ile buluşmak ve tabiri caizse kaynatmak. Ertesi gün aradığında üç beş yer daha önerdi. Hepsi de Tribeca benzeri hızlı yemek yenilen yerler. O zaman Tribeca’nın günahı ne? Zaten nereye gideceğimizi ona sormak abes. Artık mesleki mi, genetik mi bilmem, Pıtırcık hayatı boyunca kırklı kilolarda seyretti. Belki de elli. Üzerine çıkmadığına bahse girerim. Hep öyle incecik, dal gibi.

Birbirimizi hep çok sevdik ve hep ayrı düştük. Bayram, seyran, düğün, cenaze dışında çok az görüşebildik. Ben buradayken o orada olurdu. Ben dönerdim o giderdi. Büyük sülalelerin değişmez kaderi işte. Herkes birbirini sever ve herkes ayrı yollara gider. Sonra kah mutlu kah mutsuz bir nedenle bir araya gelinilir ve özlemek neymiş bilinir.

‘Akşam sekizde tamam mı?’ ‘Tamam.’

38 ÇEŞİT SALATA

İşi sağlama almalı, gidip yer ayırtmalı. Ramazan ayların sultanı olmasına sultanıdır da en cilveli sultanıdır: Şaşırtır. Bir bakarsınız lokantalar sinek avlar, bir bakarsınız boş masa olmaz. Bir ay boyunca kapananlar ve bu süreyi bakım onarıma ayıranlar da cabası.

Tribeca benim oturduğum semtte: Yeniköy’de. Yürüyerek Kapalı Bakkal Sokak’a gittim ve akşam için iki kişilik masa ayırmalarını rica ettim. Tribeca’ya daha önce de gitmişliğim var. Hem de epey önce. Neredeyse açıldığı günlerde. Pazar sabahları evde oturmaktan sıkıldığımız ya da kahvaltı hazırlamaya üşendiğimizde gitmiştik. Ben birkaç kez, oğlum birçok kez. Sahiplerinin Amerika’da okuduktan sonra oradaki tatları buraya getirmeye karar verip İstanbul’un ilk bagel fırınını kurduklarını ve İtalyanların bile hakkını verdikleri güzellikte incecik hamurlu New York pizzalarından yaptıklarını biliyorum.

İlk gidişimde, o güne kadar hiç tatmadığım ünlü bagellarından yemiş ve açık söylemek gerekirse dededen kalma simidi bin kez tercih ederim demiştim. Buna karşılık pizzalarına bayılmıştım. Müthiştiler. Hani dilimi ağzınıza götürürken dimdik duranlardan. Müşterileri arasında çok Amerikalı olduğunu görmüş, İstanbul’da yaşayan Amerikalılar nihayet kendilerine göre bir yer buldular diye düşünmüştüm. Rahat rahat oturabilecekleri, çocukları ve köpekleri ile gelebilecekleri, özledikleri New York havasını soluyabilecekleri bir yer.

Ama akşam yemeği için hiç gitmemiştim. Kısmette Pıtırcık’la gitmek varmış.

Sekize buçuk kala kapıdan girdiğimde Pıtırcık dışında bekleyenler vardı: Tribeca’nın halkla ilişkilerini yapan Contact Plus’tan Orkide Gökhan ve Berna Eser. Tanıştık. Gencecik ve hevesliler.

Biraz sonra Tribeca’nın sahiplerinden Hikmet Abdullah Ongan da yanımıza geldi. İşletmenin nasıl kurulduğunu, krizlerle nasıl boğuştuğunu, nasıl kurumsallaştığını, ‘casual dining’ diye adlandırdıkları hızlı, leziz ve ucuz akşam yemekleri ile kendilerine nasıl sadık müşteriler edindiklerini anlattı.

Evet, bagel ve pizza ile başlamışlar ama her yıl yemek yelpazesini genişletmişler. Otuz sekiz çeşit salata var mesela. Et yemekleri, Singapur soslu yengeç böreği, kızartılmış soğan dilimleri gibi farklı tatlar da cabası. Tüm yemekler onlar tarafından yapılıyor, deneniyor ve hepsinin onayını aldıktan sonra mönüye ekleniyormuş.

Laf lafı açtı. Bir süre sonra Hikmet Abdullah’ın Türkiye’nin ilk Müslüman lokantacısı Abdullah Efendi’nin torunun çocuğu olduğu ve bambaşka alanda eğitim aldığı halde neden bu zorlu işe bulaştığının sırrı ortaya çıktı: Genetik.

ŞİMDİ BALE ÖĞRETİYOR

Pıtırcık hálá ortada yok. Burnumda tütüyor ama bir türlü gelmiyor diye en sitemkar suratımı takınmaya hazırlanırken geldi: Bahar gibi.

O öyledir. Gerçekten bahar gibidir. Bir kez tanımaya görün; onu her düşünüşünüzde aklınıza baharın çağrıştırdıkları gelir. Tazelik, körpelik, umut. Eğer benim gibi iyi tanırsanız daha da fazlası; yetenek, zarafet ve kelimenin gerçek anlamıyla güzellik.

Aile büyüklerinin ailedeki çocukların doğumuyla ilgili hikayeleri vardır ve ne zaman adınız geçse o hikaye anlatılır ya, Pıtırcık için de böyle bir hikaye vardır. Pıtırcık, Akkerman ailesinin üçüncü çocuğu olarak doğduğunda hem sevince, hem düş kırıklığına neden olmuş. Sevinmişler çünkü iki oğlandan sonra beklenilen kız gelmiş. Burulmuşlar, çünkü bu çıtı pıtı kız ailenin diğer fertlerine inat, mavi mavi değil, kara kara bakarmış. Çocukluğu, bir de ağabeylerinin gözleri gibi gözleri olsa, nasıl afet-i-devran olacağının vahvahlanmasını dinleyerek geçti.

Bir de kendisinden büyük erkeklerle büyüyen bütün kızlar gibi sokak aralarında top oynamakla, Ankara yakınlarındaki aile çiftliğinde dağlarda bayırlarda koşmakla. Sekiz yaşında baleye başladı. O yıllar kız çocuklara bale, erkek çocuklara enstrüman çalmanın öğretilmesinin elzem olduğu yıllar. Kimsenin ondan balerin olmasını beklediğini sanmam. Olsa olsa, dansın getirdiği kıvraklığa kavuşması ve yavaş yavaş ördek yavruluğundan çıkıp kuğuya dönüşmesi beklenmiştir. Ama o dansı sevdi. Ve konservatuvara gitmediği halde Ankara Devlet Opera ve Balesi’ne girdi. Sonra ver elini İstanbul. Çok geçmeden Almanya’dan Bonn Operası’ndan aldığı teklifle buraları bıraktı, gitti Almanya’ya yerleşti. Yıllarca orada dans etti.

Baleye hep haksızlık edilir. Nankör meslek denilir. Oysa öyle değil. Evet, belki bir yaştan sonra sahneye çıkamıyorsunuz ama dansı sevmeye görün, hayatınız boyunca onu bırakmıyorsunuz. Pıtırcık da bırakmadı. Almanya’dan döndükten sonra İstanbul’a yerleşti ve bale dersleri vermeye başladı. Yakın bir zaman önce de Emel Alper’in sahibi olduğu İstanbul’un en eski Bale Okulu olan Akatlar’daki Akademi Dans Okulu’na ortak oldu. Klasik bale eğitiminin yanı sıra, Caz Dans, Çağdaş Dans, Salon Dansları, Yoga, Güzellik Yogası, Oryantal, Hint Dansları gibi geniş bir yelpazede ders verilen okula. Kendisi klasik bale eğitimi veriyor. Diğer dersler de alanlarının en yetkili isimlerine emanet.

Tuttuğu her işi başardığı gibi hocalıkta da çok başarılı olacağından eminim. Ne mi tuttu? Eğer sadece bale alanında yetenekli olduğunu düşünürseniz, yanılırsınız. Şimdi burada saymaya kalksam, yerimin yetmeyeceği filmlerde, dizilerde oyunculuk yaptı. Tomris Giritlioğlu’nun filmlerinden Yavuz Turgul’un Aşk Filmlerinin Dayanılmaz Yönetmeni’ne kadar birçok projede yer aldı.

Ama insanı tek bir tutku biçimler, insan ancak tek tutkusuna hükmeder derseniz size katılırım. O da zaten öyle yaptı: Farklı alanlarda da dolaştı ama ruhunu bir tek dansa sattı.
Yazının Devamını Oku

Mustaki ne pişirirse pişirsin içine bir tutam aşk katar

6 Kasım 2004
Akşam kiminle buluşacaksın?<br>Mustaki ile. Bu hafta kimi yazacaksın?
Mustaki’yi?

‘Ay, buraya mı gelmiş, beni de tanıştırsana’ diyenler, fotoğrafımızı çekmeyi önerenler...

Mustaki adını duyunca, ünlü şarkıcı, müzmin muhalif, Le Meteque bestecisinden söz ettiğimi sanıyorlar. Oysa diğer Mustaki ile buluşacağım. Bizim Mustaki ile. Kos’ta doğan, Bodrum’a kaçan, barmenlikten aşçılığa, mermercilikten otelciliğe yapmadığı iş kalmayan, hepsinin altından da alnın akıyla kalkan ve yıllar yılı kimlik belgesinde ‘Haymatlos’ yazan Mustaki ile.

Söz konusu olanın gençliğimizi esir alan şarkıcı olmadığını anlar anlamaz hepsi hayal kırıklığına uğruyor. Benimse içim içime sığmıyor. Akşam olsa da buluşsak. Kafa kafaya verip görüşemediğimiz yılların acısını çıkarsak...

The Marmara’nın havuz başındaki bara kararlaştırdığımız saatten çok önce gidiyor ve gün batımını izliyorum. Hafif buruk. Ertesi sabah yola çıkacağım. Elveda yaz! Elveda Bodrum! Gelecek yıla kadar elveda!

Burayı boşu boşuna sevmiyorum. İşte giderayak, sanki hüznümü hafifletmek istermiş gibi karşıma Mustaki’yi çıkardı. İki gece önce karşılaştık. Yıllar sonra, yeniden.

Sabaha ramak kala, zar zor sığıştığımız marinadaki masamızda Kübalı şarkıcıları dinlerken, biri ensemden tuttu ‘Ula Figen sen misin?’ dedi. Dönmeme bile gerek yok. Sesini, daha doğrusu kendine özgü şivesini nerede duysam bilirim ki o. Sarıldık. Görüşmeyeli neredeyse beş yıl olmuş. Lafımız çok...

Konuşmaya çabalıyor, beceremiyoruz. Bağırmaktan yorgun düşüyoruz. Bize asude bir mekan ve geniş zaman gerek. Ayaküstü telefon numaraları yazılıyor, ertesi sabah onun limon yüklemek için bir yere gittiği, benimse zamanımın kısıtlı olduğu tespit ediliyor, iki gün sonra The Marmara Oteli’nde buluşmaya karar veriliyor. Bodrum’un bu en güzel, en sakin ama sakin olsun diye yapılmadığından olsa gerek, sakinliği sıkan otelinde.

İlk kadehimi bitirmeden geldi. Bıraktığımız yerden devam ettik. Son gördüğümde evli ve çocuksuzdu. Ve yorgundu. Yakındığı yoktu ama öyleydi. Çalıştığı zaman nasıl kendini hırpalayarak çalıştığını bilirdim de, onu çok ender yorgun görürdüm. Sabahın köründe işe gider, akşam bütün gün keyif çatmış gibi terütaze karşımıza geçerdi. Hadi şunu yapalım dediğimizde, mızmızlanmaz, sanki bütün gün Allah’ın sıcağında çalışan o değilmiş gibi teklifi ikiletmezdi. Gidilecek yerler ondan sorulurdu. En ücra en güzel yerleri o bilirdi. Koca yarımadada tanımadığı yok gibiydi.

Şimdi ikiz babası ve bekar. Sesi eski tınısını bulmuş, gözlerinde o eski pırıltı var. Medeni durumu değişince otelciliği bırakmış. Ve zor kaçıp geldiği Yunanistan ile ticarete başlamış. Eski vatanına yığınla malın yanı sıra tonlarca narenciye yolluyor. Bir gün önce beş ton limon yolladığını ve bunun haftalık yüklemeler olarak devam edeceğini söylediğinde şaşırıyorum. Yunanistan nüfusu ve tükettikleri limon arasında ters orantı var. Ama böyle imiş. Meğer Yunanlılar ne yerlerse yesinler tabaklarının ucuna dört şak ettikleri bir limon iliştirirlermiş. İşte komşunun bilinmedik bir huyu daha.

CIRIKLAR MUSTAFA’DAN MEZELER KARISINDAN

İçkilerimiz bitince yemek için nereye gitmek istediğimi sordu. Oraya mı buraya mı, balık mı et mi cırık mı? Cırık da ne ola ki? Piliçmiş. Yerlisi, Bodrum’da pilice cırık dermiş. Gümüşlük yolundaki At Geç’e gidelim sonra sana çiftliği gezdiririm dedi.

Öneriyorsa bir bildiği vardır. Mustafa’nın Yeri diye de bilinen At Geç salaş bir lokanta. Çardak altında birkaç masa, tahta iskemleler, arka taraf bostan, bol bol floresan. Mustafa mangal başında. Cırık kavurma ona, mezeler karısına emanet.

Taze börülce, çizik zeytin, adını bilmediğim otlarla yapılmış Girit mezeleri. Mustafa hem demleniyor hem pişiriyor. Ve harıl harıl konuştuğumuzu görünce teybi kapatıyor. Cırık kavurma harika. Ne öyle piliç yedim ne de pilicin böyle piştiğini bilirdim.

Yemekten sonra Dereköy’deki çiftliğe gittik. Dereköy... Mustaki’nin yirmi yıl önce bizi götürdüğü ve orada bir arazi alıp çiftlik kurmayı düşlediğini söylediği köy. Düş, gerçekleşmiş.

1986’nın şubatında dağ tepe aşarak gittiğimiz, ortasından dere geçen gelincik tarlası şimdi kocaman bir çiftlik olmuş. Üç ev, meyve bahçesi, bostan; bir keçi, iki köpek, tavşan ve tavuk kümesleri. Yasemin kokusu, hanımeli...

Asmalı çardakta sessiz sessiz oturuyoruz. Konuşursak gecenin büyüsü kaçacak gibi. Sonunda kalktık. Eve yollandık.

SAĞLIKLI İNGİLİZLERİN FAVORİ TATİL YERİ

Çiftlik için çok uğraştığını biliyordum da bu kadar güzel bir yer beklemiyordum. Üç evin üçünü de kendi yapmış. Dik çatılı beyaz evler yüzlerini ortadaki havuza dönmüşler. Birkaç şezlong, bir iki şemsiye, çim. Yaz aylarında evleri kiraya veriyormuş. Genellikle İngilizler geliyormuş. Köy hayatından hoşlanan, ekolojik beslenmeye özenen, iyi yemek yemeyi seven İngilizler. Kışın da kendi gidiyormuş. Yani bu bir iki aya öncesine kadar böyleymiş. Şimdi kışı orada geçirip, ikizlerle orada eğlenmek istiyor.

Öyle diyorsa yapar. Mustaki’nin bugüne kadar yapmak isteyip de yapamadığı hiçbir şey bilmem.

Onu tanıdığımda, 74 yılında, o zaman Bodrum’un tek barı olan Han’da barmenlik yapıyordu. Doğup büyüdüğü Kos’tan, Türk tohumu eziyetine katlanamadığı için kaçıp gelmişti. Yıl, Kıbrıs çıkarması yılı. En büyük düşmanımız Yunanistan. Buradaki resmi makamların oradan gelme birine casus muamelesi çektiği zamanlar. Vatandaşlık başvurusu kabul edilene kadar Haymatlos olarak kaldı. Yıllarca, yıllarca kimliğinde ‘Vatansız’ yazdı. Şimdi iki ülke vatandaşı.

Sonra onu mermer tozuna bulanmış hatırlıyorum. Yarımadanın işgal edileceğini, dağa tepeye evler dikileceğini ve bu evlere zemindi, mutfaktı, bilumum mermerden mamul mal gerekeceğini öngörüp atölye kurmuştu. Çok para kazandı. Sonra karşıma otelci olarak çıktı.

Otelcilik diğer işlere benzemiyordu. Onun tüm vaktini istiyordu. Bizleri bile görmeme pahasına çalıştı. Arada turizmi vuran bütün krizleri -Körfez Savaşı’ndan bilmemne bombasına- deli gibi çalışarak atlattı. Sonra hepsini ardında bıraktı. Canını kurtardı.

Şimdi ihracatçı. Bir de lokantası var. Bitez’de Aktur girişinde.

MUSTAKİ USULÜ LEVREĞİ TEK GEÇERİM

Hep yemek yapmayı sevdi. Pişirdi, yedirdi. Müthiş aşçıdır. Giritli babaannesinin tarifleriyle kendi damak tadını harmanlar, ortaya başka kimsenin elinden yiyemeyeceğiniz mükemmel yemekler çıkar. Farklı pişirme biçimleri vardır. Balığın hasını bilir. Otu kokusundan tanır. Eti uzaktan anlar. Ama en önemlisi ne pişirirse pişirsin içine bir tutam aşk katar.

Ben oradayken lokanta henüz açılmamıştı. Bayrama yetiştirmeye çalışıyordu. Olur da yolunuz oralara düşerse uğrayın ve şarapta dinlendirilmiş kalamarından ve gemici usulü levreğinden tadın derim. Ve bu alemde bol dereotu, bol karabiber, piyaz, soğan ve sızma zeytinyağı ile pişirdiği Mustaki usulü levreği biliniz ki, tek geçerim.
Yazının Devamını Oku