PaylaÅŸ
Bunca bilet yaktım, bunca paradan çıktım, hálá uslanmadım: Emniyet supabı zahir, hiç dönüş tarihi açık bilet almadım. Ve bir kez olsun sözümü tutamadım. Şu gün döneceğim diye yola çıktımsa da, varır varmaz yoldan çıktım. Bilinir: Paris, aylaklar şehridir.
O, orada durdukça ben kocamam sanırdım. Hayat üstüme gelmeye görsün; kaçacağım yer belliydi: Paris.
Yıllarca da öyle yaptım. Sıkılıp bunalınca hep Paris’e kaçtım. ‘Nereye gidersen git, bu şehir arkandan gelecektir’e kulak asmadım. Olur da yakamı bırakmaz, peşime takılırsa onun bileceği işti. Şerbetliydim, izimi kaybettirmeyi bilirdim...
Paris’te uçaktan iner inmez, taksiye yüz vermeyip metroya binmek bile yeterdi. Nasılsa vagona bir çalgıcı girer, bir iki şarkı tıngırdattıktan sonra             -mahcup- para isterdi. Verenlere alçak sesle teşekkür eder, görmezden gelenlere bıyık altından güler, bir sonraki durakta inerdi. Tecrübeyle sabit: O kırık şarkı bana hep iyi geldi.
Invalides ya da Alma; yer altından çıkar çıkmaz burnumu havaya diker, uzaktan gelen kahve kokusuna seğirtirdim. Elim doluymuş, hava soğukmuş, ne gam: Olmazdı, ayaküstü kahve içmeden, homurdanan garsonları izlemeden Paris’e gelindiği anlaşılmazdı.
Apartmanın kodu değişir, kokusu değişmezdi. Madam Da Silva camekanlı dairesinden başını uzatır, ‘Hoş geldiniz’ derdi. Akabinde eklerdi: ‘Ne kadar kalacaksınız?’ ‘Kim bilir?’ diye cevap verirdim.
Gerçekten de hiç bilemedim... On günlüğüne gidip, aylarca kaldığım da oldu, uzun kalmaya niyetlenip apar topar döndüğüm de. Bunca bilet yaktım, bunca paradan çıktım, hálá uslanmadım: Emniyet supabı zahir, hiç dönüş tarihi açık bilet almadım. Ve bir kez olsun sözümü tutamadım. Şu gün döneceğim diye yola çıktımsa da, varır varmaz yoldan çıktım.
Bilinir: Paris, aylaklar ÅŸehridir.
Parkı, sokağı, hatta mezarlığı aylaklarla doludur. Günün ya da gecenin hangi saati olursa olsun, bankta oturup havayı koklayan, çimlere serilip uyuyan, kısık gözlerle apartman cephelerine bakan insanlara rastlarsınız. Gizli bir şifreyi çözeceklermiş gibi... Aceleleri yoktur. Ellerini ceplerinden çıkarmaz, gelen geçene aldırmazlar. Akan kalabalık içinde öyle, aheste, şehri dolaşırlar.
Ben de öyle yapardım. Kendimi sokağa atardım. Yirmi beş yıldır Fransızca öğrenmeyi reddeden Tunuslu bakkala selam çakar, köşedeki gazete bayiine uğrar, bir Pariscope bir de onluk bilet kaptığım gibi yola koyulurdum. Concorde’dan geçmeden, Vendome’da yürümeden, Pont Neuf’ü aşıp Saint-Germain’e gelmeden olmaz. Ayağa kara sular inmeden Paris’in tadı çıkmaz.
Sonrası malum. Rue de Seine’in hay huyuna dalınacak, Fürstenberg Meydanı’nda soluklanılacak, bankları kaldıranlara kızılacak ve kilisenin önünden geçip La Hune’e girilecek: Kitap almaya değil, kitap koklamaya.
Ve Flore. Bir kadeh Bordeaux lütfen! Bir tane daha. Ve hep bir tane daha.
Ä°ÅŸte ne olursa o üçüncü kadehten sonra olur. Nereden çıktığını bilmediÄŸiniz anılar gelip karşınıza oturur. Ve alıp sizi eskilere; ‘ihaneti tatmadığınız, kimseyi aldatmadığınız, küsüp, kırılıp, dağılmadığınız günlere’ götürür. Â
Yaşınızı, yaşadıklarınızı, aldığınız verdiğiniz bütün dersleri unutur, eskiye, çook eskiye, gençliğin o gamsız günlerine dönersiniz.
İşte o an üstünüze gelen hayat kıskacını gevşetir. Rahatlarsınız. Nereye giderseniz gidin peşiniz sıra geleceği söylenen şehirden her dakika biraz daha uzaklaşır, dönüp arkanıza bakmazsınız.
KONSEPTÄ°MÄ° UNUTMADIM AMA...
Bu yazının yemek yazısı olduğunu unutmuş değilim. Nitekim oturup yolu Paris’e düşecekler için gittiğim bir iki lokantayı, duyduğum bir iki gece kulübünü, keşfettiğim bir iki dükkanı yazmaya niyetliydim. Bir telefon geldi, kara haber. Başka biri Sezen’in son plağından söz etti, gözüm kütüphanedeki Paysan de Paris kitabına takıldı, oradan başka bir kitaba, muhtemelen Shakespeare & Company’den alınan bir kitaba... Çağrışım bu ya, Walt Whitmann’ın torunu olduğu söylenen, otuz yıl önce bile bin yaşında gösteren keçi sakallı öldü mü acaba dedim.
Sonra işin ucu kaçtı.
L’Avenue’den kime ne?
İstiridye yenmeden de yaşanır.
Maison Blanche, istediği kadar gözde olsun, çalıyı çağrıştırıyor.
Rue de Turenne’deki dükkana gidilmese de olur.
Hepsinin üzerini çizdim.
Hoş bulduk! Özür dilerim.
BU SEFER PARÄ°S BANA YETMEDÄ°
İlk kez bilet yakmadım. Ve ilk kez, ardımda bıraktıklarım peşimi bırakmadı. Aklım Ege’de kaldı. Oysa her şey iyi başlamıştı.
Fadik aramış, bu yıl uzaklara gidemeyeceğimize, oraları seller aldığına göre Paris’e gidelim demişti. Oradan da Strasbourg’a, Süm’e... Telefonlar edilmiş, biletler ayarlanmış, yirmi gün kadar kalınıp dönülmesi kararlaştırılmıştı.
Herkese ilk üç günü kendime ayırdığımı ilan ettim. Kendime ve Paris’e. Kimseyi görmeyecek, kimseyi aramayacak, dolu dolu Paris sokaklarını arşınlayacaktım. Hesabım belliydi: Daha ilk günün sonunda bildiğim o rahatlama duygusu içime yerleşecek, ikinci gün şehir kendini ele verecek üçüncü gün oradan hiç ayrılmamış sanki hep orada yaşamış duygusuna kapılacaktım. Öyle de yaptım. Neredeyse gitmediğim mahalle, oturmadığım kahve, yemediğim yemek, içmediğim şarap kalmadı.
Kitapçılar, sergiler, galeriler, filmler, televizyonda hararetli Türkiye tartışmaları, bir daha Max Gallo okumaya tövbe etmeler, orada bıraktığım ve bıraktığım yerde bulduğum dostlarım, sabahlara kadar süren sohbetler, yaş günü kutlamaları arasında Strasbourg kaçamağı, trendeki sigara yasağı; yasağı başta kondüktör, kimsenin ırgalamaması; bu Fransızları sadece bunun için bile sevebilirim demeler; sonra çatlak bir satıcıya çatıp sinirden köpürmeler; en soylu arkadaşımı yanıma katıp dükkana dönmeler; ‘Bana bir özür borçlusunuz aksi takdirde...’ diye başlayan cümlelere başlayıp sonunu getirememeler; gençlerin gittiği yerleri küçümsemeler; her horoz kendi çiftliğinde ötere inanmalar; her şeyi müthiş pahalı bulmalar; uzun uzun vitrinlere bakmalar; ucuzluğa kanıp kazıklanmalar; hiç mi hiç ihtiyacın olmayan şeyleri almalar; eski dükkanın önünden geçerken iç geçirmeler; bir hışım toptancılara gidip malzeme toplamalar; sonra bunlarla ne yapacağını düşünmeler; buket buket çiçek, deste deste kağıt almalar; bit pazarına taşınmalar, götüremeyeceğini bildiğin eşyalar için yapılan pazarlıklar, deli miyim neyim diye kendine şaşmalar, cep telefonunu Seine Nehri’ne fırlatmaya kalkmalar; kısa uykulara dalmalar; dinlenmiş olarak uyanmalar, şubat ayında yüzünü esirgemeyen güneş, ılık hava, şık kadınlar, kavruk adamlar, şaşkın Japonlar, hiçbiri yetmedi.
Bilmem neden? Belki benden geçti, belki Paris köhnedi.
Ya da her ikisi.
PaylaÅŸ