Sibel Asna ektiği lavantalar gibi, sert rüzgarlara dayanan salınsa da kırılmayan

Madem gün bizim günümüz, yazmak için öyle bir kadın bulmalıyım ki, 8 Mart’ın şanına yakışsın diye düşünürken Ethem Efendi 36’nın halkla ilişkilerini yürüten Ece Kutluca aradı. Davet ediyorlar. Her zamanki gibi gidilecek mekanları kendimin değil, konuklarımın seçtiğini söyleyip özür diledim.

Ama aklıma da düşmedi değil. Karşı yaka aydınlarının vazgeçilmezlerindendir Ethem Efendi 36. Nur Çintay-Emre Aköz ikilisinin ya da Altan ailesi fertlerinin káh sabah kahvaltısı káh akşam yemeği için orayı yeğlediklerini yazılanlardan biliyorum. Belli ki İstanbul’un ‘kurtarılmış’ bölgelerinden.

Orası ile ilgim sadece okuduklarımla sınırlı değil. Önünden her geçişimde asırlık ağaçların gölgelediği bakımlı bahçeye ve bahçe içindeki nakışlı köşke bakıp, iki adım ötedeki herc-ü-merce karışmadan, daha da önemlisi şimdiki zamanın hoyratlığına bulaşmadan burada kimler yaşıyor acaba diye düşünürdüm.

Çok várisli bir mülkün paylaşılamayan mirasına konan açık gözler mi, yoksa ona sahip çıkan genç nesil mi? Akbabalar ne yapar eder kendilerini belli ederler. Sokaktan geçerken bile hissettiğiniz zarafeti yerle bir etmekte üstlerine yoktur. Demek ki müştemilattan bozma lokantanın sahipleri akbabalar değil. O zaman orada yaşamanın keyfini bilen ve bunu sürdürmek isteyen birileri var demektir. Sadece bunun için bile Ethem Efendi 36’ya gidilir.

Telefonu kapatınca iki yılı aşkın süredir yazdığım bu yazılarda karşı yaka lokantalarına nasıl da haksızlık ettiğimizi fark ettim. Arkadaşlarım arasında -Pakize Suda hariç- kimse orada bir mekan önermemiş, dolayısıyla gidilmemiş.

Kararım karar: Kural delinecek, bu hafta Ethem Efendi 36’ya gidilecek. İyi de kimle, demeye kalmadan buldum: Sibel’le.

Her zaman bu kadar denk düşmez. Sibel, yani Sibel Asna, hem 8 Mart Kadınlar Günü’nün şanına yakışan biri, hem de biliyorum ki Ethem Efendi 36’nın isim annesi.

Onunla ilk kez 1986 yılında Şişli Beymen Mağazası’nda karşılaştım. Ben dışarıdan Beymen’e mal yapıp satan biri, o, Beymen’in Halkla İlişkilerini yürüten anlı şanlı A&B şirketinin yöneticisi. O güne dek, Halkla İlişkiler benim için şirket sahiplerinin sesini kamuoyuna duyuran bir tür ‘Sahibinin Sesi’ idi. Açılış, kapanış, özel günler, basınla ilişkiler... Hepsi bu. Daha doğrusu bizim ülkede yapılış biçimi bu.

Cahilim ya, Mc Luhan’ın adını duymuşsam da, ne dediğini anlamamışım ya; anladığım kadarıyla da ‘Türkiye’de işler böyle yapılmıyor’a gönülden inanmışım ya; burun kıvırıyor, küçümsüyorum.

Sibel ile konuşmaya başladık. Yarım saat geçti geçmedi, ayaklarım yerden kesildi. Sibel yapmak istediklerimi bana bırakıyor ama bu hayalleri hayata geçirebilmenin yollarını anlatıyordu. Evet, Türkiye’nin en iyi sanatçıları çizebilirdi, evet bu yola Avrupalı sanatçılar da çıkabilirdi, evet böyle bir sergi kotarılabilirdi, evet bu hülyaya sponsor bulunabilirdi, evet başarılırdı, evet başarabilirdik... Yeter ki isteyelim, yeter ki bir araya gelelim!

ÖNCE PUF BÖREKLERİ SONRA SİBEL’İN KİTABI

Onu dinledikçe, hayallerimin nasıl gerçekleştirilebilir olduğunu keşfettim. Ufkum genişledi. Kendimi koşullarla kısıtlamamayı öğrendim. Ve insanın hayalini paylaşan ‘ötekinin’ eğer donanımlıysa, o hayalleri nasıl ete kemiğe büründürebildiğini fark ettim.

Kimdim ki ben koskoca A&B şirketi için? Cim karnında nokta.

Ama Sibel için cim karnında nokta ya da Cim; hatta ve hatta cin, fark etmezdi. O, inanırsa, düşünüzü düşünceye, düşüncenizi söze, sözünüzü duruşa, duruşunuzu kimliğe çevirebilirdi. İşi buydu: İletişimciydi.

Geride duran, hep payanda olan.

Tembelliğimden ve havailiğimden ötürü o sergiyi gerçekleştiremedik.

Ama o gün bu gün Sibel’in peşini bırakmadım. Kimi zaman yanında durdum, kimi zaman uzaktan baktım. Yaptıklarını gördükçe, yapamadıklarına yandım.

O hep arkada kaldı. Tuvalin tersini imzalayan ressamlar gibi, adını hep arkaya yazdı.

Kar fırtına aldırmadık, köprüyü aştık, saat iki sularında Ethem Efendi’ye vardık. Günlerden salı. Bir iki masa dışında lokanta boş. İçerideki Yeşil Salon’da sanırım bir dergi için çekim yapılıyor. Ve mekanın sahibi Mihrişah Hanım alçılı ayağı ile köşedeki koltukta oturuyor. Kendisine bir şey söylemiyorum ama bir insanın bir mekana bu kadar yakışması için, adının bile Mihrişah olması gerektiğini düşünüyorum.

Biraz sonra bütün ihtişamı ile bahçeye açılan pencerenin önündeki masamıza geçiyoruz. Lafa başlayamadan puf börekleri, tulum peyniri, zeytinyağı ve ev yapımı ekmekler geliyor. Şarabı da söyledikten sonra konuşmaya başlıyoruz.

Görüşmediğimiz süre içerisinde Sibel’e neler yaptığını soruyorum. Önce iş. Koca bir kitap getirmiş. A&B Halkla İlişkiler’in 30. yılı için yayımladıkları, son yıllarda ses getiren kampanyalarını gösteren ve yaptıkları işin felsefesini anlatan özlü sözlerle desteklenen bir kitap. Bülent Erkmen tasarlamış.

İçerisinde Turkcell ve ÇYDD ile birlikte yürüttükleri beş bin kız çocuğuna eğitim sağlayan kampanyadan Cüzamla Savaş Derneği’ne verdikleri desteğe, depremzede kadınlara ördürülen şalların Benetton mağazasındaki satışından, Garanti Bankası’nın Anadolu Sohbet Toplantılarına, Çatalhöyük kazılarının duyurulmasından Platform Sanat Galerisi’nin kuruluşuna kadar ne ararsan var.

Hiç şaşırmadım. Sibel bu. Durmaz, yorulmaz.

Sonra hayattan söz ettik. Yaşadıklarımızdan, yaşayamadıklarımızdan.

Murat Can’dan.

Akmeşe Köyü’ndeki çiftliğinden, o çiftliğe akıttığı terden, toprağı ve doğayı nasıl sevdiğinden konuştuk.

Eğilip çantasından sarı bir zarf çıkardı. Açmasıyla etrafı lavanta kokusu sardı. Hayrola der gibi yüzüne baktım. Zarftan gülümseyerek eflatuna kesmiş tarla fotoğrafları ve her biri birbirinden güzel işlemeli lavanta keseleri çıkardı.

Boş durmamış; dinlenmek, dostlarıyla zaman geçirmek için aldığını söylediği çiftlikte lavanta ekimine başlamış. Derdi elbette para kazanmak değil. Uzun süredir susuzlukla uğraşan yöre köylüsüne cesaret vermek. Onlara, arpadan buğdaydan, iri baş hayvancılıktan başka yapabilecekleri şeyler olduğunu göstermek. Ferda Mutlu kese yapımlarını üstlenmiş. Henüz yağ çıkarmaya başlamamışlar ama LAVA markasıyla o şirin keseleri dağıtmaya başlamışlar.

Zamanımız dolmasa daha neler anlatırdı kim bilir?

Akşam eve döndüğümde Sibel’i düşündüm. Hani Kızılderililer her insanın dünyada bir bitki bir de hayvan idolü var derler ya, Sibel sanki bu inancın canlı örneği.

Kendi de tıpkı ektiği lavantalar gibi. En sert rüzgarlara dayanan, salınsa da kırılmayan. Kıraç toprakta boy veren, susuzluğa aldırmayan. Mis kokan, sağaltan. Değdiğini mutlu kılan.

Bundan böyle lavanta benim için Sibel Asna demek.

Sibel Asna, lavanta.
Yazarın Tüm Yazıları