Figen Batur

Sevilla, her gözeneğinden ter fışkıran o dansçı gibi tutku şehri

21 Mayıs 2005
Nerede kalmıştık? Cordoba’dan Sevilla’ya gidiyoruz. Ole!Bundan otuz küsur yıl önce, babam beni bir ay kalmam için Portekiz’e gönderme gafletinde bulunmuştu. Bir gençlik kampına. Atlantik kıyısındaki Figuera da Foz’a gitmeme izin vermesinin nedeni, sanırım kampın bir papaz tarafından yönetildiğini bilmesi ve o bir ayın sonunda Lizbon’da beni iki hafta misafir edecek ailenin davet mektubundan çıkan fotoğrafın, içine su serpmesiydi. Önce mırın kırın etmiş ama fotoğrafı görür görmez yelkenleri suya indirmişti. Geniş kanepede oturup poz veren dört kişilik bir aile. Ve büyük oğlan, telli dişleri ile gülümseyen sivilceli bir yeni yetme. İzin çıkmıştı. Aradan bunca yıl geçti, ‘Bu tongaya nasıl bastım’ der durur. Ne at kuyruklu papaz onun bildiği papazlardan çıktı, ne telli bücür bildiği bücürlerden. Ama bu ayrı hikaye. Ailenin yanında değil iki hafta, zar zor üç-beş gün geçirdim ve Türkiye’ye dönmek yerine kamptan tanıdığım Alman bir kızla Endülüs üzerinden Madrid’e, oradan da Münih Olimpiyatlarına gitmeye karar verdim. O yılların en geçerli ulaşım aracını kullanacaktık: Otostop yapacaktık. Yaptık da. İşte Sevilla’yı ilk kez o yıllarda gördüm. Franco ölmemişti. İspanya dış dünyaya kapalı, kendi yağı ile kavrulan yoksul bir ülkeydi. Kırk yıllık dikta rejimi insanları susturmasına susturmuş ama dertlerini farklı yollarla anlatmalarına engel olamamıştı. Tıpkı Lizbon’daki Salazar Köprüsü gibi, Sevilla sokakları da günde üç-beş kez arazözlerle yıkanıyor ama şehir bir türlü kodamanların istediği gibi temizlenemiyordu. Çünkü Salazar aleyhine konuşamayan bütün Portekizlilerin köprüyü geçerken yaptıkları gibi, Sevillalılar da diktatörün adını taşıyan ya da onu anıştıran her yere tükürüyor, sonra da muzaffer bir eda ile gülümsüyordu. Eh, merhumun adını taşıyan az buz yer olmadığı için de şehir, tükürük hokkasına dönmüştü.O yılların Sevilla’sına ait en çarpıcı anım bu. Bir de dar sokaklar, geniş parklar ve hayal meyal de olsa 1929 fuarından kalan yapılar. Gerisi koyu bir bulutun arkasında. Kaç gün kaldık, nerede yattık, ne yedik, ne içtik, nerelere gittik? Hatırlamıyorum.BEN BURAYA DAHA ÖNCE GELDİM Mİ?Cordoba’dan ayrılıp, iki saatlik bir yolculuğun sonunda pırıl pırıl bir şehre geldik. Tamam, anılar aldatıcıdır ama bu kadar da olmaz ki! İki resim üst üste çakışmasa bile en azından bir benzerliği olur değil mi? Hayır hiçbir benzerlik yok. Sanki bu şehre ilk gelişim. Sanki otuz küsur yıl önce başka bir yere gittim. Sanki bir hayal gördüm ve onu gerçek zannettim.Fiyakalı bir otele yerleştik. Gecikmeden çıkıp Santa Cruz’a gideceğiz. Yüzlerce lokanta, bodega ve gece kulübünün olduğu şehir merkezine keşif gezisine. Guadalquivir Nehri şehri ikiye bölüyor. Bir yakada sözünü ettiğim Santa Cruz var. Diğer yakadaki semtin adı Triana. Meydanda, dünyanın üçüncü büyük katedrali olduğu söylenen Sevilla Katedrali. Bir de eski İspanyol kentlerinin olmazsa olmazı, Alcazar. Katedralin yanında Giralda Kulesi yükseliyor. Giralda Kulesi şimdi yerinde yeller esen eski Emevi Camii’nin minaresi.Santa Cruz’un dar sokaklarına girmeden katedralin arka meydanında sessizliği dinliyoruz. Bir iki faytoncu çene çalıyor. Gökyüzü saks mavisi. Gecenin onu olmalı. Birazdan saks yerini laciverte bırakacak ve yasemin kokulu ılık bir Endülüs gecesi başlayacak. İri çinilerin üzerine yazılmış sokak adlarına baka baka Santa Cruz’u geziyoruz. Etrafta kitaplarda yazıldığı gibi bir cümbüş yok. Lam elif sokaklarda aylak aylak dolaşan bir iki kişiye de rastlamasak, hayalet bir şehre geldiğimize inanacağız. Ya bu Sevillalılar gece gezmelerini sevmiyorlar ya da tatil günleri evlerinden çıkmıyorlar.BURDA MÜZE GEZİLMEZNe kadar yanıldığımızı ertesi gece kalabalığı yara yara dolaşmak zorunda kaldığımızda anlayacağız. Ama Sevilla bu gece farklı. Sevilla, sanki aradan otuz yıl bile geçse onu unutmama öyle içerlemiş, öyle içerlemiş ki; ıtırlı kokusu, ılık rüzgarı, uzaktan gelen çan sesleri ile bana efsunlu bir gece sunmaya ahdetmiş. Boş sokaklarda kaybola kaybola yürüdük.Ertesi sabah ilk işimiz akşam gitmeyi düşündüğümüz Flamenko gösterisi için yer ayırtmak. Turistik bir gösteriye gitmek istemiyoruz. Sonunda eski bir Endülüs sarayının avlusunda yapılan; gerek müzisyenlerin gerek dansçıların çok iyi olduğunu söyledikleri Casa de la Memoria de Al-Andalus’da karar kıldık. Ama geceye daha çok var. Kahvaltıdan sonra 1929 yılında kurulan uluslararası fuar alanını, Maria Luisa Parkını, katedrali ve Alcazar’ı gezeceğiz. Akşam da bir gece önce keşfettiğimiz Santa Cruz’a döneceğiz.Katedral, istediği kadar dünyanın üçüncü büyük katedrali olsun dünyanın en güzel katedrallerinden biri değil. Buna karşılık Alcazar, mutlaka gezilmeli. İç içe geçmiş avluları ve günümüzde bile İspanya hanedan mensupları tarafından kullanılan salonları ile muhteşem. 375 basamakla çıkıldığını öğrendiğim an bahçede oturmayı seçerek tırmanmayı reddettiğim Giralda Kulesi’nden manzara, görenlerin anlattığına göre nefismiş. Ben Sevilla’nın en lüks oteli Alphonso XIII’ün çatısından şehre bakmayı tercih ederim. Palmiye dallarının gölgelediği havuz kenarında, sangria eşliğinde. 15. yüzyılda yapılmış La Casa Pilatas’a iki el kanda da olsa gitmek gerek. Casa Espana ve 29’daki fuardan kalan, her devletin ülkelerini tanımlayan mimari üslupla yaptıkları 18 pavyonu gezmenin en iyi yolu, faytona binmek. İçlerine giremediğiniz için önlerinden geçtiğiniz bu pavyonların hepsi yan yana ama fayton keyfi başka.Müzeler ilginç değil. Zaten Sevilla da müze gezilecek bir şehir değil. Burası, kanalizasyon kapaklarından bile çiçeklerin fışkırdığı, her sokağı gizli bir bahçeye açılan, her evi kartpostal güzelliği taşıyan ve güzelliği ile insanı afallatan bir şehir.GÖZÜMÜZÜN ÖNÜNDE BİR AŞK HİKAYESİSonunda akşam oldu.Sürüne sürüne yukarıda sözünü ettiğim Endülüs Sarayı’na gittik. Genişçe, arkadlı bir avlu. Arkadların altına iskemleler yerleştirilmiş. Ortada sahneye benzer bir şey yok. Sadece üst kat balkon korkuluğuna asılı birkaç spot, o kadar. Biraz bekledikten sonra bir sunucu geldi ve birazdan dinleyeceğimiz müzisyenleri tanıtıp, fotoğraf çekilmemesini rica etti. Tombul bir adamla, solgun bir diğeri yavaş adımlarla geldiler. Gitarist, gitarını aldı akort etmeye başladı. Diğeri ayakta arkadaşına baktı. İlk nota ile birlikte avluya bir sessizlik çöktü. Kıpırdananlar durdu, herkes nefesini tuttu. Yanık içli bir ses ‘En tus palabras’ diye şarkıya başladı. Şarkı bitmişti ki büyücü göründü. Kara kuru, eciş bücüş sıska bir adam. Siyah uzun belli dar pantolon, vücuduna oturan sımsıkı bir ceket giymiş. Yanında eteği fırfırlı elbisesi ile genç bir kadın. O da siyahlara bürünmüş. Kadının gözü adamın üzerinde. Attığı her adımı izliyor gibi. Yavaş yavaş döndüler, ellerini kaldırdılar ve topuklarını vura vura dans etmeye başladılar. Gözümüzün önünde aşık oldular, seviştiler, ayrı düştüler, öldüler. Müzik sustu, kadın usulca sahneyi terk etti. Ve işte o andan sonra o eciş bücüş, o kara kuru, o sıska adam devleşti. Tanık olduğumuz şey neydi? Dans mı? Trans mı? Bilemedik. Gitmeden bana Sevilla’yı sorsalar, otuz yılın sildiği bulanık anılardan kalkar, ‘Gül ve tükürük’ derdim. Bugün soranlara verebileceğim tek cevap var. Sevilla her gözeneğinden ter fışkıran o dansçı gibi; tutku şehri.
Yazının Devamını Oku

Endülüs’te sekiz kadın

14 Mayıs 2005
Esti, gittik. İspanya’ya. Daha doğrusu Sevilla, Cordoba, Granada’ya. Zil, şal ve gül ülkesine... Endülüs’e. Sekiz kişiyiz. Ozon’un filmindeki gibi sekiz kadın. Ayrı telden çalan ama ‘yolculuk’ denmeye görsün, sektirmeden bavul toplayan sekiz kadın. İki gün Madrid’de kalacak, oradan güneye ineceğiz.

Küçük bir ön hazırlık yaptık. Ön hazırlık dediğim, gidiş dönüş tarihi saptamak. Yoksa kalacağımız oteller, bineceğimiz otobüsler, yerel rehberler hepsi VİP’e emanet.

Gidiş-dönüş tarihini saptamak da az buz iş değil aslında. Bir kere ortada sekiz kişi var. Herkesin işi gücü uğraşı var.

Dünyanın neresine giderseniz gidin, bahar mevsimlerin en güzelidir ama iş İspanya’ya gelince biraz dikkatli olmak gerekir. Daha önce başıma geldiği gibi yolculuğunuz Santa Semena’ya denk düşerse, dünyanın en eğlenceli kentlerinden Madrid’de bile sırtlarındaki ağır haçların altında inleyerek yürüyen kukuletalı adamlar görür, ne lokanta, ne müze, ne alışveriş, ne dans; kös kös geri dönersiniz.

Ortada bir de 1 Mayıs var. Varsın olsun. Hem 1 Mayıs Clau’nun doğum günü hem de Kutsal Hafta’ya benzemez. Kapalı olmasına her yer kapalı olur ama ortalıkta kukuletalı adamların geçit törenini bekleyen, ucu işlemeli mendillerle yaşlı gözlerini silen koyu Katolikler yerine ellerinde kırmızı bayraklarla miting alanına koşan gençler olur.

YARASASI BOL BİR SEYAHAT

Madrid’e gece yarısı vardık.

Otelin nahoşluğu bile keyfimizi kaçırmaya yetmedi. Bavulları bıraktığımız gibi kendimizi dışarı attık. Ilık bir gece. Kendini dışarı atan tek biz değiliz. Bütün Madrid sokakta. Plaza Mayor insan kaynıyor. Museo del Jamon’da değil oturmak, barın yanına ilişmek bile mümkün değil. Dar sokaklardan birinde tapas yenilen şirin lokantayı gözümüze kestirdik. Dışarıda oturma sevdamızdan vazgeçip içeri girdik ve buz gibi birer cerveza istedik.

Una cerveza por favor!

Fransızca’ya aşina olanlar için İspanyolca okumak kolay. Ama konuşmak? Dilinizi yılan gibi çıkarmadan, dişlerinize vurup tıslamadan söylediğiniz her kelime havada asılı kalıyor. Kimse anlamıyor. Dolayısıyla her gün içeceğimiz buz gibi biranın söylenişini doğru dürüst öğrenmek gerek. Aramızda İspanyolca konuşan tek kişi Clau. O biraları ısmarlarken kulak kesiliyor ve tükürük saçma pahasına serbesa, serbesa diye alıştırma yapıyoruz. Doğru söylenişini öğrendiğimiz tek kelime bu olsa neyse. Neden bilmem Clau, hepimize İl Muercielogo demeyi öğretiyor. Gece bittiğinde mükemmel bir İspanyolca ile bira isteyebiliyor ve değil yolculuk süresince, hayatımız boyunca hiçbir işimize yarayacağını sanmadığım ikinci bir kelime daha öğreniyoruz. Nasıl yarasın? ‘Yarasa’ demek. Mecazi bir anlamı bile yok. Düpedüz yarasa işte. Ortada uçuşan yarasalar da olmadığına göre ya bu bilgiyi dağarcığımıza atacağız, ya da olduk olmadık her yerde kullanacağız. Öyle de yaptık. İspanyolların şaşkın bakışları altında ha bire yarasa dedik. Günümüz mü aydın? Muercielago! Canımız mı sıkkın? Muercielago! Hesap mı gecikti, ayakkabı mı vurdu, rehberin dili mi çaldı; varsa yoksa Muercielago.

Ertesi sabah Reina Sophia müzesine gittik, Kapalı... Prado’nun önünden geçtik, kapalı. Thyssen deki Alman Ekspresyonistleri sergisine göz attık, kapalı. Hepsi kapalı. Ama Opera Meydanı’ndaki Cafe Oriente açık. Madrid’in ünlü bit pazarı Rastro açık. Palace Otel’in kubbeli lobisi açık. Ritz’in arka bahçesi açık. Via Grande üzerindeki Cafe Bellas Artes açık. Attocha Tren İstasyonu’nun içindeki botanik bahçesine bakan lokantalar açık. Retiro parkı açık. Başkanlık sarayı açık. Sarayın karşısındaki ucube katedral açık. Sonradan Lulu’nun Soupe Anglaise olarak vaftiz edeceği İspanya’nın en büyük mağazası İl Corte İngles açık.

Tamam bugün Chueca’ya, küçük lokantaların, ilginç butiklerin, sanatçı atölyelerinin sıralandığı dar sokaklara; sadece Madridlilerin bildiği o fiyakalı mahalleye gidilmez ama bu kadarı bile yeter.

Yetmedi....

Dönüşte de bir günümüz var. Koca bir gün. Başka bir şey yapamasak bile Reina Sophia Müzesi’ndeki Alfred Stieglitz sergisini gezeceğimiz; dayanamayıp üst katlara çıkacağımız, Guernica’yı Miro’ları göreceğimiz kesin. Bir de Calle de Augusto Figuera’ya gideceğimiz. Orada ne mi var? Madrid’in en şık ayakkabıcıları!

Ama önce Endülüs: Sabahın köründe kalktık. Bizi Cordoba’ya götürecek minibüsü bekliyoruz. Biraz sonra koca bir heyula geldi. Meğer bizden başka Endülüs sevdalıları da varmış. Tam 21 kişi. Çoğu Güney Amerika ülkelerinden. Bir de Avustralya ve İsrail’den.

Cordoba küçük bir kent.

Şehir ikiye ayrılıyor. Sur içi ve sur dışı.

Ünlü Kurtuba Camii ve eski kent sur içinde. Sur dışında da birbirine benzer tuğla apartmanların sıralandığı yeni kent yer alıyor. Yeni kentin her sokağı, her caddesi dalından sarkan portakal ağaçları ile gölgelenmiş. Eski kent, sardunyaya kesmiş.

HEM ARAP HEM AVRUPALI ŞEHİR

Ünlü El Cordobes’in güreşleri bıraktıktan sonra açtığı otelde öğle yemeği yedik ve bize Cordoba’yı gezdirecek yerel rehberle buluştuk.

Surlardan geçtiğiniz anda kendinizi başka bir diyarda buluyorsunuz. Daracık sokakların daracık sokaklara açıldığı, güllerin duvarlara tırmandığı, şadırvanlı küçük avluların güzellikte birbiri ile yarıştığı bir diyar. Yüzyıllar boyu Müslümanların, Musevilerin, İsevilerin barış içinde yaşadığı, narenciyesi ve beyaz evleri ile Akdenizli, mimarisi ile Arap, temizliği ve zenginliği ile Avrupalı bir şehir burası. Başka hiçbir şey olmasa bile sadece Kurtuba Camii’ni görmek için gidilebilecek bir şehir. Yaşadıkları döneme damgasını vuran üç büyük düşünürün, İbn-i Rüşt’ün, Seneca’nın Maimoun’un şehri. Arap medeniyetinin en görkemli yıllarına tanıklık etmiş, Hıristiyan kralları ile debdebeli günler geçirmiş bir şehir.

İspanyolların mescitten devşirerek kısaca La Mezquita dedikleri Kurtuba Camii, zamanında 30 bin kişinin aynı anda namaz kıldığı büyüklükte bir cami. Kimse saymaya kalkmamış, binden fazla sütun olduğu söyleniyor. Ama o sütunlar öyle bir yerleştirilmiş ki, caminin neresinde durursanız durun diğer köşesini görüyor ve 784 yılında böyle bir perspektife sahip oldukları için bütün Arap mimarların önünde saygıyla eğiliyorsunuz. Yapımı 300 yıl sürmüş. Tavanı kaplayan sedir ağaçları Lübnan’dan getirtilmiş, mermer sütunlar Roma harabelerinden devşirilmiş. Endülüs Emevi Devleti yıkıldıktan sonra caminin tam ortasına koca bir katedral dikilmiş. Kimi medeniyet öncekinden kalanı yıkar. İz bırakmaz. Kimi dokunmaz. Kimi dönüştürür. Ama ortasından 156 sütunu söküp, tonlarca altını, gümüşü duvara gömeni azdır. Hesaplaşmanın böylesine sık rastlanmaz. Uhrevi ile dünyevi bu kadar yan yana durmaz.

Camiyi hakkıyla gezmek iki saat kadar sürüyor.

Ama şehir bu kadar değil elbet. Sırada Plazo Don Gome’deki Viana Sarayı ve birbirinden güzel 13 avlusu var. İsteyene Güzel Sanatlar Müzesi ve Arkeoloji Müzesi de. Bir de çarşı elbet.

Cordoba’da kalmadık. Akşam serinliğinde yola çıktık, gece olmadan Sevilla’ya vardık.

Sevilla, Granada, El-Hamra... Oraları da haftaya.
Yazının Devamını Oku

Yediğim en anlamlı yemekler

30 Nisan 2005
Şu son aylarda katıldığın hangi davetten etkilendin, en anlamlı yemeği nerede yedin diye sorsalar; Çamlıca’daki Bilfen İlköğretim Okulu’nda yapılan Uluslararası Yemek Yarışması ve o yarışmaya katılan çocukların pişirip tattırdıkları derim. Bircan arayıp 21 Nisan’da yapılacak yarışmaya jüri üyesi olarak katılıp katılmayacağımı sorduğunda şaşırdım. 23 Nisan nedeniyle Türkiye’ye değişik ülkelerden çocukların geldiğini, Ankara’daki Bayram Şenliği’ne katılıp hünerlerini gösterdiklerini biliyordum da, böyle bir yarışmadan söz edildiğini duymamıştım.

Bilfen İlköğretim Okulu’ndan da.

Bu da doğal... Öğretim kadrolarını ezberlediğimiz, hangisi iyidir, çocuğa ne verir, yabancı dili hangi düzeyde öğretir sorularıyla bunaldığımız günler geride kaldı. Özel dersler, sınavlar, listeler, okul kapsında bekleşmeler, tırnak yemeler, isilik dökmeler yıllar önce bitti. Çevremde ilkokul çağında çocuğu olan yok. Bir iki tekne kazıntısının bile sakalı terledi.

Hal böyle olunca da Bilfen’in adını duymamış olmam garipsenmemeli.

Önce adres verildi. Küçük Çamlıca Caddesi, Numara 48.

Sonra saat söylendi. Öğleden sonra beş.

FİKİR BABASI TUĞRUL ŞAVKAY

Bircan bu yarışmanın üç yıldır yapıldığını ama ilk kez bu yıl yabancı ülkelerden gelen yarışmacılarla uluslararası nitelik kazandığını, fikir babasının rahmetli Tuğrul Şavkay olduğunu, okulun çocukları özendirmek amacıyla seçmeli yemek dersleri verdiğini; öğrencilerin isterlerse yüzme gibi sporları seçip, isterlerse Cooking Club’da yemek pişirmenin püf noktalarını öğrendiklerini anlattı. Anlamasına anladım ama gidip görene kadar Bilfen’in bu işe nasıl gönül yatırdığını, nasıl ciddiye aldığını kavrayamadım. Amatör bir organizasyonla karşılaşacağımı sanırken en küçük ayrıntısı özenle hesaplanmış, aksamayan, insanı hem güldürüp hem ağlatan bir ‘olay’la karşılaştım.

Posta adresi İstanbul’da işe yaramaz. Tarif gerekir. Verilen tarifte de sağa sapıp, sola dönüp, bir caddeye çıkacağım ve sarı bir bina ile karşılaşacağım söylenmiş.

Peki sarı okul binası nedir? Benim için küf rengi, avlusunda bir bayrak direği ile iki eğreti potanın durduğu kasvetli bir yerdir. Ha bire resmi binaların önünde duraklıyor, bildiğimiz okullara benzer bir okul arıyorum. Sonunda girişi çevredeki lüks villaların girişi gibi demir kapılarla kapalı, bakımlı geniş arazinin içinde yükselen bir binanın önünde durduk. O kadar inanamadım ki, yoldan geçen birine daha sordum. Evet, doğruymuş. Orası Bilfen İlköğretim Okulu’ymuş.

Benim de içinde olduğum jüri beş kişi: Balçiçek Pamir, Güneri Cıvaoğlu, Sema Doğan, Cooking Club öğretmeni Tuba İşbakan ve ben.

Yemekleri tadacağımız salona geçmeden, okulu okul yapan öğretmenlerle konuşuyoruz. Hepsi çocukların heyecanını anlatıyor. Hırvat’ı, Sloven’i, İtalyan’ı, Japon’u, Türk’ü sabahtan beri mutfağa kapanmış yemek yapıyorlarmış. Aralarında heyecandan dolmayı doldurmayı unutanlar, hatta bayılıp revire kalkanlar varmış.

İDEAL MESLEKLER DEĞİŞMİŞ

Hazırız haberi ile aşağı indik.

Büyük bir salon. Televizyon kameraları, muhabirler, katılan ülkelerin konsolos eşleri.

Bembeyaz örtü serili uzun masaya geçtik ve yarışma başladı.

Yaşları 9-13 arası kızlı erkekli çocuklar ellerinde sabahtan bu yana uğraşa didişe yaptıkları yemekler, teker teker geldiler. Üç kategoride yarışıyorlar. Hamur işleri, ana yemekler, tatlılar.

Titreye titreye kapıdan giriyor, yaptıkları yemekleri gösteriyor sonra sorularımızı yanıtlıyorlar.

Başlarında aşçı külahları, yanaklar domates, gözler çakmak.

Hepsi doğal, hepsi hazır cevap, hepsi masum, hepsi sahici.

Çocukluk dediğimiz de bu değil mi?

Sorularımız üç aşağı beş yukarı aynı. Kaç yaşındalar, ileride ne yapmak istiyorlar, yemek yapmayı neden seviyorlar, nereliler gibi.

Yanıtları karşısında hem güldük hem şaşırdık.

Doktor olmak isteyenler azalmış. Mühendis yok gibi. Buna karşılık karikatürist, veteriner, mimar, stilist olmak isteyenler var. Bir de altını çize çize şef olacağını söyleyenler.

Hepsi nerelisin sorusuna İstanbulluyum diyor. Sonra anne, babasının geldiği şehri söylüyor.



Hamur işlerinde Bolu’nun Keşli Cevizli Eriştesi ile 12 yaşındaki İpek Şensu birinciliği aldı. Anneannemin Pirinçli Su Böreği ile Güniz İzci ikinci, Rigatoni Alla Boscaoila ile Giovanni Papalia üçüncü oldu.

Ana yemek kategorisinde beş yarışmacı vardı ve belli ki çok zorlanmışlar. Biz fazla zorlanmadık. Kenzo Takahashi’yi hiç fire vermeden 100 üzerinden 100’le taltif edip birinci seçtik. İkinciliği Cadonata ile Letterio Paçona’ya, üçüncülüğü Purica Smilincima ile Marija Ana Hrvoy’a verdik.

Tatlılarda Pınar Özkaya’nın Tahinli Güzel’i açık ara birinci, heyecandan revire kaldırılan ve hemşire refakati ile yarışmaya katılan 9 yaşındaki Selay Keskinel’in Tavuk Göğsü ikinci, Başak Erdoğan’ın Peynirli İrmik Tatlısı üçüncü oldu.

HER ÜLKENİN YEMEĞİ VARDI

Her yarışmacıdan önce okulun yemek öğretmeni Tuba İşbakan kısa açıklamalarla yarışmacının kimliği hakkında bilgi veriyor. Kaç yaşında, neden o yemeği yapmayı seçmiş, yaparken nelere dikkat etmiş, kim ölesiye zorlanmış, kim çetrefil bir tarifi şıpın işi yarım saatte kotarmış, kim kolaya kaçıp portakalları annesine hazırlatmış? Biliyoruz.

Yabancılar genellikle ülkelerinin bilinen yemeklerini seçmişler. Bizimkilerin tercihleri farklı. Evinde sürekli yediği yemeği seçen de var, hiç bilmediği bir yemeğin adına vurulup denemek isteyen de.

İki saat göz açıp kapayıncaya kadar geçti.

Ödüllerin verileceği büyük salon çoktan dolu. Veliler, öğretmenler, okulun kurucusu Osman Öztürk, müdire Nurşen Kayatürk, yardımcıları, Vali, Kaymakam ve erkan.

Önce küçük bir keman dinletisi. Ardından dans gösterisi. Ve ödül töreni.

O andaki heyecanı anlatmak kolay değil. Kıvranarak adının anons edilmesini bekleyenler, isminin ilk hecesiyle ayağa fırlayanlar, zıplayanlar, öğretmenlerinin boynuna sarılanlar...

Toplu halde fotoğraf çekimi de bitince sıra yapılan yemeklerin yenmesine geldi. Biz hepsini tattığımız için izin istedik. Elimizde buketlerimiz, kolumuzda sepetlerimiz hocalara teşekkür ettik.

Hem bize yaşattıkları bu müthiş ikindi saatleri hem de binlerce dünya vatandaşı yetiştirdiklerini gördüğümüz için.

ÖZNUR’UN TAVUKLU SARMA’SI

Öznur İrem 11 yaşında. Karikatürist olmak istiyor. Hamur işinden çok tatlı yapmayı seviyor ve fırsat buldukça da mutfağa giriyor. Cooking Club üyesi.

MALZEME (8-10 kişi için): 3 yufka, 4 haşlanmış tavuk göğsü, 1 su bardağı dövülmüş ceviz içi, tuz-karabiber-tarçın. (Tarçın katmak kendi fikri)

TARİF: Fırını 180 derecede ısıtın. Yufkaları yağlanmış fırın tepsisine üst üste yerleştirip hafifçe renk alana kadar pişirin. Fırından alıp, üzerlerine tavuğun haşlama suyundan gezdirin. Tavuk etlerini küçük parçalar halinde didikleyin. Ceviz, tuz, karabiber ve tarçın ile karıştırın. Hazırladığınız harcı yufkaların üzerine yayın. Rulo biçiminde sarın. Üzerini biraz yağlayıp fırında 5 dakika kadar pişirin. Dilimleyerek servis yapın.

En kısa sürede ben de deneyeceğim.

Belki tavuk suyunu biraz daha bol tutar, belki harca biraz da krema koyarım.

Tarçına gelince; Öznur haklı, tarçın şart.
Yazının Devamını Oku

Rus turistler için hazırlanan otel bende lüks bir gemi hissi yarattı

23 Nisan 2005
<B>A</B>nkara’dan sonra Antalya. 06-07... Böyle böyle 72’ye kadar sayar, hatta 80’lere uzanabilirim. Ama laf uzar, tadı kaçar. Oysa lafım Antalya üzerine. Antalya da değil, Belek. Belek de değil, orada geçirdiğim hafta sonu üzerine. İster ilk, ister son, bahar gelmeye görsün; Antalya bana ilaç gibi gelir. Bu kez de iyi geldi.

Bildiğim, Moskova’dan gelen 700 Rus turizmci ve 30 Rus gazeteci ile birlikte Belek’teki Hotel Sun Zeynep’e Coral Travel’ın 10’uncu yıl kutlamalarına katılmak üzerine davetli olduğumuz...

Kendimi bir gün olsun gazeteci olarak görmediğim için, ne neden beni davet ettiklerini ne de benim dışımda kimlerin davetli olduğunu biliyorum.

Üstelik her daveti bir mazeret bularak savuşturan, utangaçlığını bulduğu mazeretlerle alalayan ben; söz konusu üç gün, kırk ikindilerin uğramadığı Antalya’da geçirileceği için sektirmeden ‘Evet’ demiş ve içine bulabildiğim bütün yazlıkları koyduğum küçük çanta ile söylenilen saatte Atatürk Havaalanı’na gitmişim.

Gitmişim ama rahat değilim.

Davet sahiplerinin sadece Belek’te otelleri olan insanlar olmadığını, Türkiye’yi bir marka yapmak için çalıştıklarını ve bunu gerçekleştirmek için genel eğilimin tersine devletten tek kuruş katkı beklemediklerini biliyorum. Genç olduklarını, Moskova’yı mesken tuttuklarını, bu yıl Rusya’dan Türkiye’ye gelmesi beklenen iki milyon Rus turistin önemli bir bölümünü getirdiklerini de. Yani karşılaşacağım insanlar; teşvik al, otel yap, paraları cebe at, keyfine bak insanları değil. Dünyayı izleyen ve rotalarını bilinçle çizen insanlar.

Üstelik bildiğim kadarıyla Turizm Bakanı da gelecek.

O ünlü gafının arkasından ilk kez Rus tur operatörlerinin katıldığı yemeğe katılıp konuşma yapacak.

Ve muhtemelen benim de aralarında bulunduğum gazetecilerle sohbet edecek, soruları yanıtlayacak.

Peki ben ne yapacağım?

Sormaya bile gerek yok: Susacak ve bakacağım.

BÜYÜK OTELLER GEMİ GİBİ

THY kuyruğunda beklerken Meliha Okur’u gördüm. Tanıştık, -tırıldık.

CNN Türk’ün kül yutmaz finansçısı, Milliyet yazarı.

Onun dışında 12 gazeteci daha var. Çoğu ailesi ile birlikte.

Bir önceki uçakla gidenler de varmış. Bizi Belek’te bekliyorlarmış..

Antalya’ya akşam saatlerinde vardık.

Ve otele yollandık.

Açıkçası Belek, Antalya’nın en sevdiğim köşesi değil. Uzun kumsal, çam ağaçları ve bakımlı bahçeler içerisinde birbirine benzeyen 1000 yataklı oteller. Şehir merkezi hem yakın hem değil.

Böyle otellerin benim için en kötü yanı ne kadar lüks ne kadar oyuncaklı olurlarsa olsunlar bir süre sonra insanda kapana kısıldığı duygusunu uyandırmaları. Bir de hava bozar, burnumuzu dışarı çıkaramazsak, ölümlerden ölüm beğen. Hani lüks gemilerle yapılan deniz yolculukları vardır. İlk gün lokanta, bar köşe bucak ne varsa keşfedilir, alt güverteden üst güverteye seğirtilir; ikinci gün su akar deli bakar misali denize bakılır; üçüncü gün sıkıntıdan patlanır, ‘Durdurun gemiyi inecek var’ diye bağırılır ya... denize ve güneşe endeksli bu tarz oteller de öyledir.

Yağmur yağarsa tadınız kaçar. Şehre de gidemez otelin içinde dört dönersiniz. Sürekli havayı koklamam, bu yüzden.

Allah’tan ortada ne yağmur var ne yağmur sonrası kokusu.

KOLYE SANDIM ANAHTAR ÇIKTI

Bir önceki uçakla gelenler çoktan akşam yemeği için hazırlanan masaya geçmişler bile. Grubun geri kalanı ile de yemekte tanıştım.

Hotel Sun Zeynep -aslında tuhaf bir ad bu- Otium Oteller zincirinin Belek’teki halkası. Her şey dahil diye adlandırılan sistemle çalışıyor. Kapıdan girer girmez, bileğinize gidene kadar çıkarmayacağınız bir bilezik takıyor ve sunulan her hizmetten bedava yararlanıyorsunuz. Armstrong’un sarı plastik bilezikleri gibi bileziklerimizi takıyoruz. Çocuklara turuncu, bizlere kırmızı. Ertesi gün oteli dolduran turistlerin bileğinde farklı renkte bilezikler de göreceğim. Belli ki her renk başka bir şey, kırmızı da sınırsız ikram demek.

Sadece bilezik takmadık. Kolyelerimiz de var. Önce anlamadım, boynumuzda sallanan kaleme benzer nesneler oda anahtarlarımızmış. Otellerde bildiğimiz anahtarlar yerlerini çoktan manyetik kartlara bıraktılar ama bu kalemsi nesneleri ilk görüşüm. Benim gibi verilen her kartı aynı gün kaybeden ve sürekli yeni kart çıkarttıran biri için müthiş kolaylık. Üstelik ne yaparsanız yapın boynunuzdan çıkartmanız gerekmiyor. Denize de dayanıklılar, güneşe de.

DURSAM, DÜNYA DURACAK HİSSİ

Ertesi gün erken kalktım. Otel henüz uyanmamış. Kıyıda uzun bir yürüyüşe çıktım. Gece dolunay vardı, terasta oturmuştuk. Ama gündüz gözü ile çevreye bakmak başka. Her taraf mimoza. Çam ağaçları, palmiyeler ve hiçbirinin adını bilmediğim yüzlerce çiçek. Koca bir havuz, kapalı bir havuz daha, tenis kortları, seralar ve göz alabildiğine bir kumsal.

Benim gibi erkenci bir iki kişi daha var. Alman olduğunu düşündüğüm yaşlı bir çift el ele tutuşmuş gün doğumunu izliyor. Sarışın bir kadın ayakkabılarını eline almış, zikzak çizerek yürüyor. Peşinde iki köpek.

Deniz kokusu, sabah serinliği.

Çıt yok.

Durursam, dünya duracak sanki.

Sonra? Sonrası yok. Böyle anların sonrası olmaz ki.

O gün serbest gün. Yani kahvaltı edecek, yani havuza girecek; ister Aspendos’a gidip çevreyi gezecek, ister otelde kalıp dinleneceğiz.

Akşam, OTİ Şirketler grubunun Rusya’daki iştiraki Coral Travel’in 10’uncu yıl kutlaması var. Rusya’dan Sergei Shpliko gelmiş, ki Rus Seyahat Endüstrisi Başkanı olarak çok önemli biri imiş. Bizden de bildiğim kadarı ile Turizm Bakanı gelecek.

Nitekim geldi. Ve bizlere Dostoyevski’den selamlar getirdi.

Biraz tuhaf kaçtı tabii.

Ben erken kalktım ama bildiğim kadarı ile gece geç bitti.

Ruslar gibi eğlenmeyi seven bir ulustan başka ne beklenir ki?

TÜRKİYE İÇİN CEPTEN 2.5 MİLYON DOLAR

Ertesi sabah 10 yılda mucize yaratmış ekip ile tanışma günümüzdü. Ayhan Bektaş (OTİ Yön. Kur. Bşk.), Coşkun Yurt (Coral Travel Gn. Md.) ve Ahmet Bektaş (OTİ, Yön. Kur. Üyesi). Bir de grubun sahibi olduğu otellerin genel direktörü Salih Çene.

Yaptıklarını, yapacaklarını anlattılar. Soruları yanıtladılar.

Körfez Krizi patladığında pes etmemiş, gözlerini Moskova’ya dikmişler,

İlk yıl 3 bin 500 Rus turist getirerek başladıkları iş bu yıl 280 bin turiste çıkmış,

Aynı zamanda Almanya ve Avusturya ile de çalışıyorlar.

Otelleri kiralıyor ve diğer yabancıların yaptığı gibi riskleri otel sahiplerinin üzerine yıkmayıp, ellerini taşın altına koyuyorlar.

Sadece deniz, kum ve güneşin yetmediğini düşünüyor, kültür turizminin önemini vurguluyorlar.

Kataloglar bastırmış, uluslararası fuarlara katılmış, Rus televizyonlarında izlenen programlara sponsor olmuş ve Türkiye’nin markalaşabilmesi için ceplerinden yaklaşık 2.5 milyon dolar harcamayı göze almışlar.

Bu yıl sadece İstanbul için 500 bin dolar harcamışlar.

Umutlular, yılmıyorlar, iş bölümü yapmışlar, dördü de konusuna hakim; dördü de Türkçe’yi müthiş güzel kullanıyor.

Biliyorsunuz ki buna da bizim ülkede pek sık rastlanmıyor.

BİR DE BİLMECEM VAR

Bu toplantıya neden davetli olduğumu bilmediğimi söyledim. Hálá da bilmiyorum, ama kimin davetlisi olduğum belli: Zego’nun davetlisiydim. Zego kim diye soracak olursanız, Zego bir iletişim danışmanlığı şirketi. OTİ de onun müşterilerinden biri.

Sıkı sıkıya tembih edildiği için ZEGO’nun sahibini açıklayamam. Ama bir ipucu verebilirim: Zego sözcüğünü alın, parçalayın. Gerekli yere iki nokta koyun.

Türkiye’nin çıkarı olduğunu düşündüğü her alanda içi titreyen arkadaşımın adını bulun.
Yazının Devamını Oku

Ankaralı gençlere yaşam kültürü anlattım soru-cevap kısmı saldırı-cevap olarak geçti

16 Nisan 2005
Telefondaki ses ‘Hacettepe Üniversitesi’nden Prof. Dr. Tuğrul İnal arıyor’ dediğinde, doğru mu duydum acaba diye bir an duraksadım. Nasıl duraksamam, arayan yirmi beş yıldır görmediğim hocam. Böyle beklenmedik telefonlar içimi ürpertir; kötü haber alacakmışım gibi gelir.

Tuğrul Hoca lafı uzatmayı sevmez, hemen konuya girdi. Acaba davet etseler bir konuşma yapmak için Ankara’ya gider miymişim? Hangi gün uygunmuş? Ayrıca bu, mezunu olduğum üniversiteye boyun borcummuş.

İkiletmeden kabul ettim.

Öyle kürsü bülbülü olduğum için değil. Haşa! Ona hayır denemeyeceği için.

Oysa hepi topu iki fobim var: Karanlıkta kalmak ve kalabalık karşısında konuşmak.

İlki ile yüklü elektrik faturaları ödeyerek başa çıkıyorum. İkincisinden de düpedüz kaçıyorum. Yani, -dum.

Dualarım tutmadı. ‘Ne olur bir şey olsun da, şu davet iptal olsun’ yakarılarımı kimse duymadı. Meşum gün geldi, çattı.

Bir gece önce uyumak ne kelime, gözümü kırpmadım.

Aklımca hazırlandım. Benden beklenen, Yaşama Kültürü üzerine bir şeyler gevelemem.

Oysa Yaşama Kültürü denilen, benim diyenlerin bile kolay kolay altından kalkamadıkları bir alan. Kolay mı? İçinde hem kültür var hem yaşam.

KIRK BEŞ DAKİKA NERDE ON DÖRT DAKİKA NERDE

Dilbazlığıma güvenmemiş, kolları sıvamışım. Kitaplara göz attığım yetmezmiş gibi, nazımı çeken arkadaşlara da danışmışım.

Nilgün bana güvenir: Paso, ‘Sen altından kalkarsın’ demiş. Ama yılların getirdiği deneyimle, ‘Keşke konuyu sınırlandırsaydın’ diye de eklemiş.

Tuba sağlamcıdır: ‘Üniversiteliler hayır derneklerindeki dinleyicilere benzemezler’ diyerek kulağımı bükmüş, yaklaşan faciayı görmüş.

Aydın derdimi anlar anlamaz, konuşmanın çerçevesini çizmiş: ‘Aydınlanma, bireyin kendini ‘olmak’ üzerine kurduğu bir çağdı, günümüz insanın çektiği tek fiil ’sahip olmak’. Buradan başla, içini doldur, akademik olmaya çalışma!’

Yok ya! Popüler kültür, tüketim toplumu, sınıf meselesi... Gel de onun anlattığı gibi anlat. Benim dilim onun dili değil ki.

Çareyi yazmakta buldum. Metin fena değil. İçinde çocukların hoşuna gideceğini sandığım nükteler de var. Sonra yazdıklarımı konuşur gibi tane tane okudum. Gözüm de saatte. Yedi dakika. Kısa dedim uzattım. Yazının sağına soluna örnekler kattım. Yeniden okudum. On dört dakika. Olmayacak, hecelesem bile bu süre kırk beş dakikaya çıkmayacak. Bunun için bir risale yazmak gerek. Boynumuzun borcu, onu da yazarız ama o kadar sayfayı okumak bile insana cinnet geçirtir, nerede kaldı dinlemek?

Kararım karar: İrticalen konuşacağım.

Öyle de yaptım. Yapmaz olsaydım.

Ezan vakti uçağa bindim. Aklım yazdıklarımda. Portakal suyu içiyorum. Aklım yazdıklarımda. Türbülansa girdik. Aklım yazdıklarımda. İndik. Aklım yazdıklarımda.

Yani on dört dakika.

Peki gerisi? Gerisi, muamma.

BİZİM BATAKLIK ŞİMDİ ORMAN OLMUŞ

Ankara’yı görmeyeli on, okula dönmeyeli yirmi küsur yıl olmuş. Gidip gelenlerin anlattıklarından kentin yayıldığını, genişlediğini biliyorum. Bir de yeşerdiğini. Herkes ağız birliği etmiş, Ankara’nın artık bildiğim ‘çorak diyar’ olmadığını söylemiş. Hazırlıklıyım. Ama gene de şaşırdım. Ankara’yı değil, Beytepe Kampusu’nu görünce.

Beytepe, kurulduğu yıllarda bozkırın ortasında yükselen, çirkin mi çirkin bir kampustu.

Eğitimimize orada devam edeceğimiz söylendiğinde yas tuttuğumuzu hatırlarım. Onu ilk gördüğümüz günü de. Kekeme binalar, uzun gri koridorlar, soğuk sınıflar. Çamur ve kan.

Tek dileğimiz bu cefanın kısa sürmesiydi.

Ben şanslıydım. Bir yolunu bulup kapağı dışarı attım. Yılda bir kez, sınavlar için geliyor, işim biter bitmez de dönüyordum. Son sınav orada geçirdiğim son gün oldu. Diploma almaya bile gitmedim. Vekalet verdim.

Yirmi beş yıl sonra ilk kez aynı yollardan geçerken içimde sıkıntı topu. Tamam konuşma yapacağım diye elim ayağıma dolanıyor ama sıkıntımın nedeni sadece bu değil. Düpedüz korkuyorum. Bizim ülkede, hele hele Ankara gibi, üstüne örtük bir şehirde cefa kolay kolay sefaya dönüşmez. Tersi geçerlidir ama bu kural değişmez.

Ana girişe kadar korkum geçmedi.

Sonra yavaş yavaş ne kadar çok şeyin değişmiş olduğunu kavradım. Bataklık bellediğimiz vadi küçük bir orman olmuş. İleride tepelerin üzerinde sıra sıra villalar. Beride toplu konuta benzer apartmanlar. Hepsinin sonu şehir ile biten adları var.

Edebiyat Fakültesi’ne geldik.

Afalladım. Beyaz, tertemiz bir bina.

Her bölüm ayrı bir renge boyanmış. Kapılar, kırmızı, saks, sarı. Duvarlarda resimler, afişler. Köşe başlarında heykeller, müzik yayını.

Tuğrul Hoca ile bütün bölümleri dolaştık. Kantine gittik. Bilgisayar odasını, amfileri gezdik, inşaat halindeki konferans salonuna bile girdik. Kaçtığım o kasvetten eser yok.

Bu değişim belli ki onun dekanlığı döneminde olmuş. Söylemiyor ama köşeyi bucağı, yaptıklarını yapacaklarını anlatırken sesine sinen gururdan bunun böyle olduğu seziliyor.

Bölümdekilerle öğle yemeği yedik. Çin usulü tavuk, yanında Kalecik Karası.

SORU-CEVAP YERİNE SALDIRI-CEVAP YAPTIK

Kalecik Karası’nın gazabı mı yoksa konuşmanın heyecanından mı bilmem, dilim kurumaya başladı.

Konferans salonuna girip de salonun dolu olduğunu görünce dilimin kuruluğuna ellerimin teri, bacaklarımın titremesi de eklendi.

Kürsüye geçtim. Önümde tekleyen mikrofon. Hani ezberlediğim o on dört dakikalık konuşma var ya, hepsi uçtu gitti. Kabaca, ‘Her insan bir kültürün içine doğar ve o kültür tarafından biçimlenir, buna da yaşam kültürü denir’ diyecek; tarihten, coğrafyadan, sınıflardan söz edeceğim. Laf lafı açacak, ipin ucu kaçmadan kırk beş dakika dolacak.

En azından umduğum bu.

Saflık işte. Benim hesabım ne zaman çarşıya uydu?

Gak dedim guk dedim bir lafın başını, diğerinin sonunu söyledim. Tıpkı Haşmet Babaoğlu’nun televizyondaki hali gibiydim. Hani fikir vardır da takibi olmaz, öyle bir hal.

Soru-yanıt kısmı saldırı-yanıt olarak geçti.

Öğrenci dediğin celalidir. İyi ki de öyledir.

Bana İstanbul’dan gelen Laila gülü muamelesi yapıyorlar. Hayatın acımasızlığından, ayda otuz milyona geçinmenin ne demek olduğundan, insanın önünü göremediği yerde yaşam kültürünü zenginleştirmenin olanaksızlığından dem vuruyorlar.

Haklılar, çünkü umutsuzlar. Kendi sorunlarının yanında yaşama kültürü ile ilgilenmeyi abesle iştigal olarak görüyorlar.

Haksızlar, çünkü kendi farklılıklarını yaratacakları alanın tam da bu olduğunu henüz bilmiyorlar.

Ön sıra hocalara ayrılmış.

İçlerinde öğrencilerin celali karşısında mahcup olanlar olduğu gibi ‘Yaşama Kültürü yasalarla denetlenemez mi’ diye soranlar da var.

Elbette denetlenebilir. Ama ona bildiğim kadarıyla faşizm denir.

Sonunda bitti.

Deli ormanlardan gelen mavi gözlü güzel, bana koca bir buket verdi.

Bir elimde Fransızca Bölümü’nün yayımladığı yayınlar, diğerinde o koca buket; uçağa yetiştim.

Dönüş, hayatta tanıdığım iflah olmaz tek romantik Abidin Emre’nin Baudelaire ve Nerval’in birer şiirini karşılaştırdığı yazısını okumakla geçti.

Alçalıyoruz anonsu.

İndik. Ağır ağır doğruldum. Çiçekler boyunlarını bükmüş bile. Bir an bırakmayı düşündüm.

Ne yalan, o koca buketi, çelenk olarak gördüm.
Yazının Devamını Oku

Kongo’yu bana Kongo Dışişleri Bakanı değil, Barbaros Şansal anlattı

9 Nisan 2005
Bilmem biliyor musunuz? Bizler, yani gazetelerin eklerinde yazanlar yazılarımızı en geç çarşamba günü yollamak zorundayız. Bu elbette salı günü yollayamayız anlamına gelmiyor. Haftada bir, bir arkadaşla yemeğe çıkmak, lak lak edip dönmek ilk bakışta kolay, hatta zevkli bir iş gibi görünse de pek öyle değil.

Söylediğim gibi çarşambayı yazı alır, perşembeye mecal kalmaz.

Cuma ve cumartesi her yer hınca hınçtır. Yer bulunsa da rahat edilmez. Bir de gene bu günlerde bilmem neden herkesin işi çıkar; açılışlar, kapanışlar ev davetleri hep bu günlere rastlar.

Pazar, aile ve tembellik günüdür. Kimse kıpırdamak istemez.

Pazartesilerin namı karadır. Ne yapar ne eder insanı yıpratır. Soluğunuzu burnunuzdan çıkartır.

Kaldı mı bir tek salı? Seç, beğen al. Öğlen mi buluşalım? Akşam mı?

Arkadaşlarım genellikle ense yapıp oturanlardan olmadığı için öğle yemeklerine pek sıcak bakmazlar. Ya gün içinde halletmeleri gereken işleri vardır, ya da öğle yemeğinin ardından işe dönme fikri acıtır.

Peki akşam yemeği? Onda sorun yoktur. Daha doğrusu onlar için yoktur.

SON DAKİKA İPTALLERİ VE UÇUŞAN KELİMELER

Bana gelince...

Genellikle sekiz gibi buluşulur. Kalkıldığında gece yarısı olmuştur. Yemekler yenmiş, içkiler içilmiş, bol sohbet, hasret giderilmiştir.

Döner dönmez yazıya oturamam. Sabah kargalardan önce kalkar, afyonum patlamadan bir gece önce konuşulanları hatırlamaya çalışırım. Bende kaset, kalem, kağıt, not, hak getire. Aklımda ne kaldıysa o yazılacak. Ama o saatte değil akılda kalanlar, akıl bile başta olmaz.

Boş boş duvara bakılır, iki-üç acı kahvenin işe yarayacağı sanılır, tıkırtı olmasın diye yalınayak dolaşılır.

Yazmak, bana sorarsanız düpedüz işkencedir.

Sevdiğiniz, değer verdiğiniz birini tek sözcüğünüzle üzebileceğinizi bilmek, överken aşırıya kaçmak, yermekten kaçınmak, o işyerinden ekmek yediğini bildiğiniz insanların ekmekleri ile oynamak, anlamsız cümleler kurmak, imla hataları, hepsi bir anlık dalgınlığınıza gelebilir. Dikkatli olmanız gerekir.

Öğleye doğru yazı biter. Bitmemişse daha beter. Sıkıntıdan mı zamanın kısıtlanmasından mı neden bilmem, siz acele ettikçe yazı uzar, kelimeler uçuşmaya başlar.

Böyle zamanlarda ne hale geldiğimi bilen annem ve sorumluluk sahibi kimi arkadaşlar yazıları yedeklememi söylüyorlar. Ama o da olmuyor. Bu iş kaset çözmeye benzemiyor. İşin büyüsü kaçtı mı ortaya sası bir yazı çıkıyor.

Çorba dediğin buharı tüterken içilir.

Bu anlattıklarım her iş yolunda gittiği zaman karşılaştığım zorluklar. Bir de işlerin yolunda gitmediği haftalar var ki böyle haftalarda panik atak geçirmemek mümkün değil.

Aniden bastıran kar, 39 derece ateş, giyinmek için eve dönüldüğünde soyulmuş olduğunu görmek gibi öngörülmeyen yığınla nedenden ötürü son dakika iptal edilen yemekler...

İşte dün de böyle bir gündü.

Aradığımda yurtdışında olduğunu ama hafta başı döneceği için benimle seve seve buluşacağını söyleyen bir arkadaşım, uçağı kaçırdığı için gittiği yerden dönemedi.

Bu kara haberi vermek için bana ulaştığında ise artık çok geçti.

Kimi bulacağım da aynı akşam yemeğe çıkacağım?

Yazmamak? O da olmaz.

Sabah kalktım ve yazmaya başladım. Eh, biraz şikayet, biraz gevezelik derken de gördüğünüz gibi yazıyı yarıladım.

Ancak bir bu kadar daha yazmak gerek.

Ne yapmalı ne anlatmalı?

SIRTI SALONA DÖNÜK ONUR KONUĞU

Ufukta geçen haftadan söz etmekten başka çare görünmüyor. Biliyorum, konular çoktan güncelliğini kaybetti ama olsun. Üst üste iki gece davet vermiş, iki yemeğe katılmış yetmemiş bir de pazar öğlen Yeniköy’deki Yelken’e gitmişim.

Bu kadar sosyallikten üç bin beş yüz vuruş çıkar elbet.

Nasıl denir, katıldığım ilk etkinlik (!) cuma gecesi gittiğim, Sophia Loren’li Festival açılış yemeği idi.

Çok yazıldı çok çizildi.

Ve Sophia Loren hayranı olsun olmasın, o geceye katılan herkes ünlü yıldızın sadece bir yıldız değil; görünmesiyle kaybolması bir olan kuyruklu yıldız olduğunda hemfikirdi.

Bilenler bilir: Lütfi Kırdar’ın altındaki Loft loş bir yerdir.

Gittiğimde henüz açılış daveti bitmemiş ama benim gibi davete katılmayıp da doğrudan yemeğe gelenler barın çevresinde kümelenmişlerdi. Ortak konumuz elbet, Loren.

Kimimiz ‘En iyi filmi Özel Bir Gün’ diyoruz, kimimiz şiddetle itiraz ediyoruz. Acaba filmlerdeki kadar güzel mi, yoksa yıllar ondan da bir şeyler götürdü mü, bildik konuşmalar işte...

Sonra kapıda bir dalgalanma oldu. Geldi, geldi fısıltıları. Gözler Sophia’yı arıyor. Ama ne yapsan boş. Benim gibi giriş kapısının karşısına konuşlanmışlar bile lacivert takımlı adamlar arasında bütün endamına rağmen Sophia’yı seçemiyor.

Ben şahsen fotoğraflarından tanıdığım ve özel koruma şirketi sahibi olduğunu bildiğim Yıldırım Memişoğlu ve çevresini saran kalabalığın ortasında ilerleyen kabarık bir saç tutamı dışında başka şey görmedim.

Umudumuzu yemeğe ve yemek sonrasına bağladık. Ne aymazlık!

Neden bilmem, festivalin onur konuğu sırtı salona dönük oturtuldu.

Protokol masaları nasıldır bilirsiniz. Onur konuğu masanın ortasına oturtulur, önü arkası sağı solu devlet ileri gelenleri ile doldurulur. Bu kez de kural bozulmadı. Ve saat on ikiye doğru biz Loren’in sırtını yeterince izlemiş ve neredeyse onun salonda olduğunu unutmuş iken; yol ve protokol yorgunu olduğu gözlenen aktris kalktı. Beş dakikaya kalmadan da lokanta boşaldı.

KONGO’YU BARBAROS ŞANSAL’DAN ÖĞRENDİM

Ertesi akşam Vogue’daydım.

Kongo Dışişleri Bakanı Adada ve eşinin katıldığı bir yemekte. Ne işin vardı demeyin, inanın ben de bilmiyorum. Bir kere, davet sevdiğim bir arkadaşımdan geldi. Yorgunum desem itiraz etmezdi de, insan hayatında kaç kez Kongolularla yemek yer? Kabul ettim.

Unutmayın, bir de Afrika oldum olası beni çeker.

Kongo eski bir Fransız sömürgesi olduğu ve ülkede muhtemelen yüzlerce dil konuşulduğu için resmi dil Fransızca. Zaten bakanın eşi de Fransız. Otuz yıl önce evlenip Kongo’ya yerleşmiş bir Bretonne. Gerçek bir Bretonne. Az buçuk Fransa’yı bilen, ne dediğimi anlar.

Kongolulardan Kongo’yu dinlerim derken öyle olmadı. Havadan sudan, İstanbul’dan, Roma’dan, Paris’ten Nantes’dan konuştuk. Bize Kongo’yu başka biri anlattı: Barbaros Şansal.

Gecenin sonuna doğru ekonomisinden hammaddesine, zengin saraylardan yoksul evlere, vitrinsiz dükkanlardan kumlu sokaklara, aile yapısından eğitime kadar Kongo hakkında ne öğrendiysem Barbaros’tan öğrendim.

Barbaros Şansal ve Yıldırım Mayruk... Biliyorum ki zamanla yediğimiz yemekleri de, Kongo hakkında edindiğim bilgileri de unutacağım. Bana bu geceden tek bir anı kalacak; o da Yıldırım Mayruk ve Barbaros Şansal ile tanışmam olacak.

Yelken’e gelince... Yerim bitti.

Hani hep yazıları yedeklemem öneriliyordu ya, ilk kez sözlerini dinledim.

Yelken’i yedekledim.
Yazının Devamını Oku

Kendi tecrübemden korkup yapma dedim, iyi ki beni dinlememiş

2 Nisan 2005
Bir gün ne iş yaptığımı soran birine ‘teklif edilen her işi’ demiştim de, gülmüştü. Hani tabelasında ‘Tesisat-Tamirat-Tadilat-Boya-Badana-Her Tür Onarım İşi Yapılır’ yazanlar vardır ya ben de biraz öyleyim. Mühendis olsam, ‘Kedi resmini bile cetvelle çizerler’ alayına katlanır, gene mühendisliğimi yapardım. Ama değilim... Daha doğrusu altın bilezik addedilen bir mesleğim yok. Doktor, astronot ya da ne bileyim kadastrocu olsam, bir dala konup orada kalırdım.

Oysa ben ne yaptım? Hayat boyu daldan dala atladım, birbiri ile ilintili ilintisiz yığınla işe bulaştım. Çocuk bakıcılığından okutmanlığa, sanat yönetmenliğinden televizyonculuğa, çevirmenlikten kuyumculuğa... Saysam, bir elin parmaklarından fazla, yığınla iş. Saymıyorsam, maymun iştahlı lafını duymamak içindir. Bence maymun iştahlı değilim ama ondan da beter bir huyum var: Sıkılmayagöreyim, arkama bakmadan giderim.

Yaşamak için yapmak zorunda kaldığım iş her ne idi ise, ona ihanet etmedim. Ama sıkılmamak adına beni heyecanlandıran her yeni alana dokunmadan da geçemedim. Gün oldu aynı anda iki, hatta üç işle uğraşmak yordu. Varsın yorsun. Yeter ki gönüller şen olsun. Şiarımız buydu. İşte bu envai çeşit iş içinde iki-üç yıl süren bir galericilik deneyimim var ki unutamam: Levni.

1979 yılında Somali Büyükelçiliği’ndeki yarım güne dolgun ücret işimi zevzek muhasebecinin tafrasına kızdığım ve her gün sayfalar dolusu, ‘kadayıfın önü kızardı, altı yandı’ muhabbetini çevirmekten bıktığım için bıraktım ve galeri açmaya karar verdim. Para? Yok. Mekan? Yok. Satılacak resim, tanıdığın ressam, alıcı?.. Hiçbiri yok. Ama sanata iman, berdevam.

Serde gençlik var ya, alçakgönüllü de değilim. O zamanlar Ankara’nın en işlek caddesi Tunalı Hilmi’nin göbeğinde metruk bir apartman girişi buldum. İstanbul’a üç sefer düzenleyip mülk sahibinden gerekli izinleri aldıktan sonra, kara kara o izbeden nasıl bir galeri çıkaracağımı ve bunun için gerekli parayı nereden bulacağımı düşünmeye başladım. Şansım yaver gitti. Bir tanıdık tadilatı yaptı, Sait Maden logoyu çizdi, Ferit Edgü sergiler için destek verdi. Serpil, resim satışına güvenmediği ve aç kalmamı istemediği için büyük emeklerle topladığı nadide antikalarını satılmak üzere galerinin bir köşesine yerleştirdi.

Altı aylık hay huydan sonra Levni açıldı. Ve kabus başladı. Çoğu ressam kendini dünyanın merkezi sanar ve size uydu -daha da beteri- asalak muamelesi yapar. Galericinin işi ressamladır der, aldırmamaya çalışırsınız. Ama farkına varmadan dolarsınız. Taşıran damla damlayınca da patlarsınız. Sonra gelsin kırgınlıklar, pişmanlıklar. Ya resim alıcıları? Bir iki gerçek koleksiyoner dışında resim alıcısı ile uğraşmak gerçekten belalı iştir. Koyu eleştirmen kesilip denli densiz konuşanlar, bir tablo almak için bin saatinizi alanlar, galerinin komisyonuna göz dikip ressamla anlaşmaya çalışanlar, en kötüsü de kanepelerinin rengine uygun resim arayanlar.

Peki eleştirmenler? En azından o yıllarda hepsi ayrı alemdi. Sevdikleri bir ressama karşılık, sevmedikleri yüzlercesi vardı. Ve içlerinde kuşkusuz en özgünü Sezer Tansuğ, lafını hiç sakınmazdı. Onun beğenmediği bir ressamın sergisini açmayagörün, sizi de yerin dibine sokardı. Elbette genellemek doğru değil ama resim eleştirisinden anlaşılan üç aşağı beş yukarı buydu ve etrafta Ahu Antmen gibi eleştirmenler yoktu. Küratörler, Türkiye sınırları dışında icra-i-sanat eylerlerdi. Yazar- çizerler gibi, ressamlar da, ya toplumcu gerçekçi ya da bireyciydi, ki bu da küfürden beterdi.

Neden kabus dediğim anlaşıldı sanırım.

AÇILIŞTAN ÖNCE BİR YIL ÇALIŞTI

Aydın Polatcan geçen yaz gelip de Balmumcu’daki bir apartman girişini kiraladığını ve orada altı yüz metre karelik bir alanı sanat galerisi yapacağını söylediğinde ‘Aman yapma’ dedim de başka şey demedim. Sadece yapma da değil... Sen iyi bir işadamı ve iyi bir koleksiyoncusun, Türkiye’nin sanat sorunsalını çözmek sana mı kaldı, Bebek’teki galeride az mı sıkıntı yaşadın, hiç mi akıllanmadın, üstelik şimdi çok daha büyük bir yer açıyor, dertsiz başını derde sokuyorsun benzeri bir sürü vıdı vıdı.

Ama Aydın bu; sormasına sorar ama hep doğru bildiğini yapar. Öyle de yaptı. Bir yıldan uzun süre, açacağı galerinin mükemmel olması için uğraştı. Birlikte çalışacağı insanları, danışma kurulunu özenle seçti; geri planda kalmaya, orayı sıradan bir galeriden çok bir sanat platformu yapmaya ahdetti. Sözü olanın söz alacağı bir platform.

O usul usul hazırlanırken pek çok kez karşılaştık ama hiç İstanbul Modern Sanatlar Galerisi’nden konuşmadık. Neden konuşalım ki? Saflarımız belliydi. O beni ‘geçmişindeki deneyimden ötürü’ galeri düşmanı bellemişti; ben onu iflah olmaz bir resimsever.

İMSG geçen hafta ‘Bu Sizin İçin’ sergisiyle açıldı: Elli sanatçı, elli eser.

Açılış sergileri önemlidir. Galerinin imzası gibidir. Karma sergileri oldum bittim sevmeyen ben, açılışa küfemdeki kuşkularla gittim.

Boşuna endişelenmişim. Sergi üzerine ahkam kesmek haddim değil, bunu eleştirmenlere bırakmak gerek. Ama gönül rahatlığıyla şunu söyleyebilirim: Aydın iyi ki beni dinlememiş. İyi ki bir yıl uğraşmış, iyi ki İMSG’yi açmış...

Açılış kalabalıktı. İğne atsan yere düşmez cinsinden. Aydın mutlu, oradan oraya koşturup durdu.

Bana gelince, gece boyunca içimdeki sesle boğuştum durdum. ‘Utan’ diyordu.

İLK SERGİNİN MESAJLARI

İMSG’ye uzun bir koridordan geçerek giriyorsunuz. Koridor tasarımcıların eserlerine ayrılmış. Sağ tarafta oldukça geniş, sanat kitaplarının satıldığı bölüm var. Koridorun sonunda karşınıza küçük bir bar çıkıyor. Geri kalan koskoca alan ise sergilenecek eserlere ayrılmış.

İlk sergi galerinin imzası gibidir dedim; bundan böyle tutacağı yolu gösteren ilk işaret... O işarete ve sergiye katılan isimlere bakarak İMSG’nin sadece resim değil; heykel, yerleştirme, fotoğraf ve video çalışmalarının da sergileneceği bir galeri olduğu görülüyor.

Aydın, uluslararası sergiler düzenleyeceğini de söyledi. Şimdiden bir iki sergi için anlaşma yapılmış. Arkadaki büyük salon konferanslara ayrılmış. Mekan performans sanatçılarına da açık olacakmış.

n Barbaros Bulvarı No: 113, Balmumcu / İstanbul. T: 0212 288 48 48. Bu Sizin İçin sergisi 22 Nisan’a kadar görülebilir.
Yazının Devamını Oku

Adıgüzel Ayduran gönül adamıdır, bu yüzden parası yoktur bu yüzden dostu çoktur

26 Mart 2005
Aylardır yağmur demiş, soğuk demiş, cuma günü çarşı kalabalık, esnaf ödeme derdinde olur demiş, gidememişim. Oysa saçağı dökülmüş halı, kancası kopmuş kolye, dingildek çerçeve gibi ancak orada tamir ettirilebilecek bir çanta dolusu malzeme birikmiş. Hepsi paşa gönlümün keyfini bekliyor. Benimkiler daha da bekleyebilir ama bir de haddimi bilmeden arkadaşlarımdan topladıklarım var... Sevda’nın ninesinden yadigar tepsi Recep’in, Ayla’nın ipek seccadesi Adıgüzel’in elinden öper. Biri, kimi iş bilmezlerin düzelteceğim diye yamulttuğunu eski haline getirecek; diğeri biçeceği rayiçle yüz elli yıllık seccadeye moket muamelesi çekilmesini önleyecek. Sonunda dün Kapalıçarşı’ya gittim. Gitmeden Adıgüzel’i aradım. Yeni dükkanı, söylediğine göre Mercan Kapısı’nın oralarda bir yerde. Canım çarşının yılankavi yollarında kaybolmak da istemiyor, soluk soluğa Mercan yokuşunu tırmanmak da... En iyisi gelip beni Nuruosmaniye Kapısı’ndan alsın. Birlikte o güzelim esnaf lokantalarından birinde yemek yer, sonra sadece onun bildiği saklı adreslere gideriz.

Ömrümün yirmi yılı çarşının hanlarında geçti: Zincirli, Pastırmacı, Yol Geçen, Cebeci...

Güne Yol Geçen Han’da başlar, sonra tek tek diğerlerine uğrar; kapıların kapanacağını bildiren bekçi düdükleri duyulana kadar da çıkmazdım. İşe dalıp, içeride kilitli kaldığım bile oldu. Demem o ki, çarşıyı az çok bilirim. Sadece yollarını değil; ustasını çırağını esnafını. Namuslusunu, namussuzunu. Kime kazık atılıp kimin kollandığını. Kár hesaplarını, pazarlık paylarını. Kısaca çarşı erbabının ezbere bildiği ama hiçbir yerde yazmayan yasaları.

Kapalıçarşı kelimenin tam anlamıyla, kapalıdır. Sel olur damla düşmez; dışarıdan gelene, ölünür de sır verilmez.

Atölyenin kapısına kilit astığım gün, arkama bakmadan çıktım ve şeytan görsün yüzünü deyip yıllarca ayak basmadım. Ama çarşı değilse de çarşıdakilerle ilişkim hep devam etti. Arman’la telefonlaşırız. Aleks, çığırtkan Aleks, başım sıkışınca eve gelir, numuneleri getirir. Hayatta kandilimi kutlayan tek insan kömüre kesmiş Recep’tir. Bıkmadı, usanmadı bir gün olsun Berat’mı Miraç’ımı, Regaip’imi unutmadı. Garbis, gitti. İsmet Usta zaman zaman ses verir.

Ama Adıgüzel’in, adı kadar güzel bu Alevi dedesinin yeri başkadır.

TÜRKİYE’NİN EN İYİ HALI EKSPERLERİNDEN

Çarşıya adım attığım yıl, ‘81 olmalı, o zaman Cağaloğlu’ndaki Milliyet binasının tam yanında küçücük bir halıcı dükkanı vardı. Caddeye kurulmuş cafcaflı dükkanlara inat, kapısında levha bile olmayan bir dükkan. O dükkanda da başka kimselere benzemeyen bir adam: Adıgüzel Ayduran.

Yirmi küsur yıl olmuş. O gün başlayan dostluğumuz bitmedi. Birlikte iş de yaptık, keyif de çattık. Halı arayan, bulamayan, bulduğunun değerinden emin olamayan herkese onun adını verdim. Türkiye’de birkaç on adet olduğu bilinen halı eksperlerinin en iyilerinden biri olduğunu, halının-kilimin yaşını, yöresini, niteliğini, değerini bakar bakmaz anladığını, işi öğrettiklerinin hemen hepsi köşe dönüp han hamam sahibi olduğu halde onun paraya tamah etmediğini, kimsenin hakkını yemediğini, yalan söylemediğini de anlattım. Malın ondan alınması gerekmezdi ama yüklü meblağ ödeyip sonradan dövünülmek istenmiyorsa, kimden alınırsa alınsın ona danışılması elzemdi.

Adıgüzel’e işini ne kadar iyi bilirse bilsin, ne kadar severse sevsin, ona sadece bir halı uzmanı demek doğru değil. O insan uzmanıdır. Karşısındaki kim olursa olsun; yaşlı genç, yoksul varsıl, cahil bilge fark etmez, kolayca ilişki kurar. Bildiğini aktarır. Cebini, içini, yüreğini -neyi varsa- paylaşır. Klişe olacak ama doğru: Gönül adamıdır.

O yüzden parası yoktur. O yüzden dostu çoktur.

YEMEĞİ ÇOK, MUHABBETİ AZ ESNAF LOKANTALARI

Dün önce Fes Cafe’de oturduk, çayımızı içtik. Sonra Pedaliza’ya gitmeye karar verdik.

Kapalıçarşı yığınla özelliğinin yanı sıra lokantaları ile de ünlüdür. Esnaf öğle yemeklerini bir simitle atlatmaz. Dükkan boş bırakılmayacağı için önce çıraklar gider karınlarını doyurur. Sonra ustalar yola koyulur. Hepsinin sevdiği bir lokanta vardır. Kimi birini kimi diğerini tercih eder ve lokantaya sadece yemek yemek için gider. Karınlar sohbete tok, aç karnına muhabbette mecal yoktur.

Kapıdan girer girmez o gün neler piştiğine bakılır, masalara şöyle bir göz atılır, tanıdıklara Aleykümselam denir ve tepeleme taze ekmek dolu sepetlerin durduğu beyaz örtülü masalara geçilir. Öyle girişmiş, ara sıcakmış, ana yemekmiş, kimse yüz vermez... Her gün çıkan yaklaşık yirmi türlü yemekten biri seçilir, hadi bilemedin üzerine bir de tatlı yenir. O kadar.

Çarşının en ünlü lokantaları Havuzlu ve Subaşı’dır. Öğle saatlerinde iğne atsan yere düşmez.

Ama geçen süre içerisinde her şey gibi Çarşı da değişmiş. Bu ikiliye bir de Pedaliza eklenmiş. Diğerlerini iyi bildiğim, yüzlerce kez yemek yediğim için Adıgüzel’e Pedaliza’ya gitmeyi ben önerdim.

Cebeci Han’dan girer girmez karşınıza çıkıyor. Tarihi mekana girer girmez iyi bir lokantaya geldiğinizi anlıyorsunuz. Güler yüzlü şef hoş geldiniz diyor. Daha çok sebze ağırlıklı yemekler var. Bol dereotlu bezelye, patlıcan kebap, kabak kalye, enginar, bakla... Bir de klasikler: Biber dolma, karnıyarık, salçalı köfte, püre. Ve elbette başka hiçbir lokantada yiyemeyeceğiniz lezzetteki pilav. Pilav esnaf lokantalarının tacıdır. Lokantanın kalitesi pirinç tanesinden anlaşılır. Bir de elbette tatlılar. Sütlaç, ayva, kabak, aşure ve artık esnaf lokantaları dışında bulunmayan çeşit çeşit hoşaf.

Ben köfte, Adıgüzel bezelye yedik. Sonra da kahvelerimizi içmeye Fes Cafe’ye gittik. Fes de çarşının yenilerinden sayılır. Açılalı sekiz yıl olmuş. Nuruosmaniye kapısından girdikten sonra sağa sapan ilk caddeye dönün, biraz ilerleyip sola sapın. Bu sokak sizi Halıcılar Caddesi’ne çıkarır. Ortada bir şadırvan ve caddenin iki yanında antika ve halı dükkanları vardır. İşte orada, bir süreden beri çarşının modern yüzü diyebileceğim Fes Cafe ve hemen yanında Cafe’nin sahibi olan Metin Tosun’un diğer dükkanları var. Birinin adı Hamam diğerininki Abdulla.

Fes Cafe, adı üzerinde kafe. Kahvehane değil. Çay servisi, kahvesi, kahvenin yanında sundukları küçük kurabiyeleri, bol köpüklü cappuccinosu ve mönüde yer alan diğer seçenekleri ile; ama hepsinden önemlisi serviste çalışan modern gençleri ile çarşının diğer mekanlarından farklı. Kapalıçarşı alaturkadır. Fes, adına inat ne doğulu ne batılı. Aslında bizim gibi, buralı.

TAKSİ DURAĞI OLMAYAN TEK ÇARŞI

Abdulla ve Hamam’da çeşit çeşit havlular, peştamallar, banyo tasları ve el yapımı sabunlar satılıyor. Tarçınlı, lavantalı, kekikli sabunlar. Eski sabunların günümüze uyarlanmış biçimleri. Müthiş güzeller.

Kahve faslından sonra halı toptancılarına gittik. Çemberlitaş’a gidip hanlara girdik. Birinde çay, diğerinde elma, berikinde ıhlamur içtik. İstisnasız hepsinde yaşlı başlı bir adam ‘Hoş geldin dede’ diyerek Adıgüzel’i karşıladı, ağırladı. Üst katlara çıktık, özel bölümlere girdik. Her biri göz ağrısını gösterdi. İpekler, yünler, eprikler. Dün dokunmuş gibi duran eskiler, bin yıllık duran yeniler.

Koca gün, geçti gitti.

Sonra sokağa çıktık, taksi beklemeye başladık.

Yürüyüp Eminönü’ne inmesem hálá bekliyor olacaktım.

İnanılır gibi değil ama Kapalıçarşı’nın durağı yok.

İstanbul’un en turistik yerinde nasıl olur da taksi durağı olmaz?

Nasıl olur da yalnızca havaalanı yolcusu turistleri kabul eden ve üç kuruş yerine bin kuruş isteyen kabadayı şoförler oradan kovalanmaz?

MİNİ KAPALIÇARŞI REHBERİ

n Pedaliza: Yağlıkçılar Caddesi, Cebeci Han No: 55, Tel: 0212 527 45 82.

n Fes Cafe: Halıcılar Caddesi No: 58, Tel: 0212 522 90 78.

n Halı bakımı için önemli bir adres; Halı Hospital: Ekspertiz, toz dolabı, şampuan havuzu, kurutma odası, adrese teslim, eğri halıların düzeltilmesi, yıpranmışların tamiri, saçak çekilmesi gibi halıya ait her şey için... Tel: 0212 471 85 00.
Yazının Devamını Oku