Figen Batur

Köyden çıkıp Mercedes’i, Rolex’i olanı vardır da özel hocadan sanat tarihi dersi alanı yoktur

30 Ekim 2004
Bunca yıldır görmediğim Londra’yı sadece bir hafta yazacağımı beklemiyordunuz umarım. Geçen haftadan devam. Ama bu kez Londra’dan çok orada yaşayan birinden, yirmi dokuz yıldır Londra’yı mesken tutan bir Türk’ten söz edeceğim: Hüseyin Özer’den.

Bilmem Hıncal Uluç okur musunuz? Ben, Hüseyin Özer’in adıyla ilk kez Hıncal’ın yazılarında karşılaştım. Kendisi ile de Londra’da.

Hüseyin Özer, ünlü Sofra lokantalarının sahibi.

İşin doğrusu sıkı bir okuru olmama karşın Hıncal Uluç’un önerdiği her filme gittiğimi, sevdiğini söylediği her kitabı okuduğumu söyleyemem.

Ama beğendiği her lokantanın izini sürerim. Önerdiği lokantalar herkesin beğendiği sıradan lokantalar değildir çünkü. Kazık yemeden, iyi yemek yenilen yerleri bulup çıkarır. Anlata anlata bitiremediği Hünkar öyledir, tanıdığım ender gurmelerden Güven Osma’nın Harbiye’nin arka sokaklarında açtığı küçük lokanta öyledir.

Sofra’yı da az buz övmedi. Tarlabaşı’nda bir şubesinin açıldığını da yazdı. Yazdı da ben bir türlü punduna getirip gidemedim. İşte bazen olmayınca olmaz ya, kısmette Regent Street’teki lokantaya gitmek ve bugüne kadar yemediğim külbastıyı orada yemek varmış.

Hem de Londra’ya ayak bastığım ilk gece.

YEMEKLER HEM TÜRK HEM DEĞİL

Şimdi hemen, dünyanın en iyi lokantalarının olduğu Londra’da başka işin mi yoktu da külbastının peşine düştün demeyin. Elbette öyle olmadı.

Hüseyin Özer aynı zamanda Ney dans gösterisinin sponsoru. Ben de oraya Ney’in davetlisi olarak gitmişim. Programda akşam yemeğini Özer’de yemek var.

Özer, Hüseyin’in Sofra adını koymadığı ilk lokantası.

Ali (Erten) ile buluşmak için kaldığım otele iki adım mesafedeki lokantaya yollandım.

İçerisi hınca hınç dolu.

Duvarları kırmızıya boyalı orta ölçek bir yer.

Giriş bölümü bar, arka tarafta beyaz örtülü masalar. Müşterilerin hemen hepsi İngiliz. Kapıda kuyruk yok, günlerden perşembe. Bar bölümü masaların boşalmasını bekleyenlerle dolu.

Ali ile önce bir içki içtik sonra yemeğe geçtik.

Uçakta yediğimi, tok olduğumu söylememe rağmen ısrarlara dayanamadım ve mezelerden tattım: Tarama, börek, biraz imambayıldı. Ardından da sözünü ettiğim külbastı. Mezeler alışık olduğumuz gibi küçük küçük tabaklarda gelmiyor. Büyük dikdörtgen tabaklar içine tadımlık yerleştirilmiş.

Hem bildiğim tatlar, hem değil. Nasıl Çin’de yenilen yemek Avrupa’da yenilen Çin yemeğine benzemezse bu da öyle. En iyi Türk yemekleri evlerde pişer denir ya, Özer’de yediklerim de bizim ev yemeklerimizin Avrupalı damak tadına uyarlanmışı gibi.

Servis Türklere emanet. Sonraları hepsinin Londra’da okuyan gençler olduğunu ve Hüseyin Özer’in lokantalarında sadece Türk öğrencilerinin çalıştığını öğreneceğim.

Hüseyin Özer’e gelince... Onunla ertesi akşam tanıştım. Ve doğruya doğru, ben bu güne kadar ona benzer birini tanımadım.

Gözünüzün önüne Piyale Madra’nın çizimlerini getirin. İri burunlu, dik saçlı, bizlerin Mao yaka diye vaftiz ettiği beyaz mintanı, şık kadife takımı, yerlere kadar inen uzun Miyake yağmurluğu ile farklılığının altını çizen pırıl pırıl bir adam. Güleç, cömert, konuşkan.

Hikayesi Sindirella hikayesi... Tokat’ın küçük bir köyünde doğmuş. Çocuk denecek yaşta Ankara’ya gelmiş. Adı sanı olmayan lokantalarda çalışmaya başlamış. Sokaklarda, bodrumlarda geçen yeniyetmelik. Okumaya meraklıymış ama yol göstereni yokmuş. Eline para geçer geçmez kendini Ulus’taki bir kitapçıya atar, raflardaki kitaplara ne alacağını bilmeden uzun uzun bakarmış. İlk aldığı kitap, okudukça sayfaları dağılıveren bir sözlük. Bunu diğer kitaplar ve İngilizce-Türkçe sözlük izlemiş. Nedeni o günlerde adam olmak için İngilizce bilmek gerektiğine ve günü geldiğinde İngiltere’ye gideceğine gönülden inanması.

NE ÖĞRENDİYSE PARA HARCAYARAK ÖĞRENDİ

Salaş yerlerden iyi lokantalara, ayak işlerinden, mutfak çıkmazlarına, Ankara’dan İstanbul’a derken dediğini yapıyor, bir öğrenci kafilesi ile birlikte Sultanahmet’ten kalkan bir otobüse atlayıp cep delik cepken delik Londra’ya geliyor. Geliş o geliş. Yirmi dokuz yıl geçmiş. Mayfair’de küçük bir dönercide başladığı iş hayatı yirmi dokuz yıl sonra, dokuz Sofra lokantası ile devam ediyor. Londra’nın en iyi semtlerinde açtığı, İstanbul ve Ankara’ya da uzandığı dokuz lokanta ile.

Evet iyi bir aşçı. Belli ki çok çalışkan. Ve bence çok da iyi bir pazarlamacı.

Oysa o hiçbir şeyi pazarlama adına yapmadığını, sadece doğru bildiğini uyguladığını söylüyor. Kapının önünde uzayıp giden kuyruktakilere bedava şarap dağıtması da, tabağındaki yemeği bitirmediğini gördüğü müşteriden para almaması da, her masanın üzerine telefon numarasının yazılı olduğu ve şikayetlerinizi bana bildirin mealinde bir kart bırakması da doğru bildiğinden şaşmaması. ‘Biz böyle gördük’ diyor.

Buraya kadarı kimi zaman karşılaştığımız, kimi zaman dinlediğimiz, kimi zaman filmlerde izlediğimiz hikayelere benziyor. Ama sonrası farklı.

Aynı koşullardan gelen, çok çalışıp biriktiren, işini büyütüp sonunda zengin olan insan vardır da; zenginliğin banka hesaplarının kabarmasından çok hayatımızın renklenmesi olduğunu düşünen, hep iyiyi hep mükemmeli hedefleyen, ‘Ne öğrendiysem para harcayarak öğrendim’ diyen çok insan yoktur.

PR’INI KRALİYET AİLESİNİN GELİNİ YAPIYOR

Kırk yıl önce Tokat’ın köyünden çıktığı yoluna şimdi sülün avına çıkarak, polo oynayarak, hafta sonlarını soylu arkadaşlarının Londra dışındaki evlerinde geçirerek devam eden, kusursuz İngilizce konuşan, birbirlerine dokunmaktan haz etmeyen püriten İngilizlere sarılan, yeni açtığı lokantasının halkla ilişkilerini kraliyet ailesinin gelinine teslim eden, müşterileri ile dost olmayı beceren ve sık sık Sean Connery ile içki içeni yoktur.

Mercedes’i, Rolex’i, kışlık ve yazlık evleri olanı vardır da, kendine özel hoca tutup sanat tarihi dersi alanı yoktur.

Okul açanı vardır da, öğrenci yetiştireni yoktur.

Rekabeti seveni vardır da, rekabet benzerler arasında keyiflidir diye rakibini destekleyeni yoktur.

Yola çıkan çok Hüseyin vardır da, onun kadar yol alanı yoktur.

Gerçekten de onun hikayesi hikayeden çok masal gibi.

Bütün masallarda iyiler, kötüler, acılar sevinçler, alınacak dersler vardır ya...

İnsanı sonunda inanılmaza inandırır ya...

Hepsi bir varmış bir yokmuş diye başlar ve hepsi de onlar ermiş muradına diye biter ya.

Biz de öyle yapalım, yazıyı ‘Hüseyin ermiş muradına’ diyerek bağlayalım.
Yazının Devamını Oku

Sabah denizde yüzüp gelmiş biri için Londra’nın soğuğu tam karakış

23 Ekim 2004
Telefonda Ali Erten.<br>Hızlı hızlı anlatıyor.<br>Mutluluk sesine sinmiş. Kolay değil: Bundan bir buçuk yıl önce Antalya’da sessiz sedasız başlayan Ney, rüştünü ispat etmiş Londra’ya davet edilmiş. Hem de öyle kıyı kenar bir semte değil, West End’e, eğlence dünyasının zirvesine. 9-21 Kasım arası 15 gösteri ile Londra izleyicisinin karşısına çıkacaklarmış.

O sevinmesin de kim sevinsin?

Bu işe nasıl gönül koyduğunu ve nasıl çalıştığını biliyorum.

Antalya’ya gitmiş, şovu orada izlemiştim. Daha o günlerde, Ney’in varlığından kimsenin haberi yokken bile hedefinin Londra’ya gitmek olduğunu söylemiş, ben de bunu Ali’nin sınır tanımaz hayal gücüne vermiştim.

Boşuna ‘Düşlemek gerçekleştirmenin yarısıdır’ dememişler; Ali bir yandan gösterinin dört dörtlük olması için ter döker, bir yandan her toplulukta olan sorunlarla cebelleşirken, Londra’ya gitmenin de yollarını ararmış meğer.

Kolay olmamış.

MÜZİKAL BAŞKENTİ WEST END

Elini kolunu sallayarak gidene Londra’da salon yok. Önce şov beğenilecek, sonra onu orada pazarlayacak kişi bulunacak, bu kişi mutlaka o dünyanın kudretli isimlerinden tercihen de bir Yahudi olacak, tanıtım İngiliz seyircisine göre yapılacak, biletlerin dörtte üçü şov başlamadan satılacak... Buraya kadarı bile inanılmaz güç.

Ama iş bununla da bitmiyor. Şov sahnelendikten, kırmızı perde indikten sonra esas zorluk başlıyor. Malum, İngiliz seyircisi dünyanın en zor beğenen seyircisi, eleştirmenleri ise notu en kıt eleştirmenleri.

Onun için tiyatro ve müzikallerin başkenti West End. Onun için oraya gelen topluluğa yarı final oynamış gözüyle bakılıyor, onun için orada başarı kazanana alkıştan taç takılıyor, onun için Londra’da başaran dünyada başarıyor.

Ali, ilk yarıyı tamamlamış insanların haklı gururuyla anlatıyor ve ısrarla beni Londra’ya çağırıyor.

Ali’nin yüreği bayram yeri gibidir. Coşkusu sirayet eder.

Eder de, Londra uzak, Londra puslu, Londra soğuk, Londra sisli...

Ama öte yandan, gidersem bu Londra’ya ilk gidişim olacak. Bunca yıl ne zaman gitmeye kalksam bir iş çıkmış gidememişim. Ve bunu kime söylesem, okuma yazma bilmediğimi itiraf etmiş gibi bir tepkiyle karşılaşmış, sinirlenmişim.

Vakit bu vakittir dedim ve Bodrum’dan kalkıp Heatrow’a indim.

Akşam alacası. Ahmak ıslatan. Kış.

Sabah yüzmüş biri için karakış.

BEN DONUYORUM İNGİLİZ KIZLAR YANIYOR

Sağdan soldan devşirdiğim, üst üste giydiğim ince kazaklar bana mısın demiyor. Soğuk içime işliyor.

Filmlerde gördükçe güldüğüm o meşhur kara taksilere binmek için bekliyorum. Önümdeki İngiliz kız kışa yaz muamelesi yapmaya ahdetmiş, soğuktan kızarmış parmaklarını açıkta bırakan bantlı sandaletler giymiş Üstelik bağrı ve göbeği de açık.

Sonraki günler bunun hiç de şaşılacak bir şey olmadığını, yan yana masalarda kürk mantolu madonnalarla, stilettolu bayanların oturduğunu görecek ve İngilizler için hava durumu değil, ruh durumu geçerli diye ilk toplumsal gözlemimi gerçekleştireceğim.

Bununla da kalmayacak, iki güne varmadan, önüme gelene bu halkın söylendiği gibi soğuk ve kakavan, uzak ve yukarıdan olmadığını, onları doğal ve vakur bulduğumu anlatacağım.

Ve vakur olan her şeyi sevdiğim için İngilizleri sevdiğimi...

Bu ülkenin neden bunca eksantrik çıkarttığının sırrına varacağım: İngiltere’de herkese kendi gibi olma hakkı yüzyıllar önce verilmiş ve herkes bu hakkın hakkını vermiş.

Hangi şehrin sokaklarında melon şapkası, kadife paltosuyla köhne vosvosuna binen ak saçlı adamlara; kraliyet arabası bellediğin Bentley’lerden inen deri pantolon, silme dövme, tiftik saç rockçulara; şapkasındaki kuş uçtu uçacak duran, fırfırlı eteğini savura savura yürürken kırıtmayı da unutmayan ninelere; kapıcıların lordlara, lordların uçuklara, orospuların leydiye, leydilerin kimi zaman orospuya benzediği insanlara rastlanır?

Ve hangi şehrin sokaklarında bu insanlara sıradan insan muamelesi yapılır?

MÜZELER BİR SONRAKİ SEFERE

Yağmur aralıksız yağıyor ama aldıran kim?

Dört gün boyunca sabah gözümü açtığımla kendimi sokaklara attım. Kah Ali ile, kah tek başıma Londra’yı arşınladım.

En çok yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm.

Chealsea, Knigtsbridge, Soho, Picadilly, Covent Garden nedir bildim.

Ne British Museum, ne National Gallery, ne Victoria Albert, ne Tate... Yanlarından bile geçmedim.

Onlar için kendime ayrı bir takvim belirledim.

Ali ile birlikte Peacock Theatre’a gittim.

Peacock Theatre, Ney’i ağırlamaya hazırlanıyor.

Portugal Street’te 1000 kişilik bir salon. Yanı başında yılların Phanthom of the Opera’sı sahneleniyor.

Lobinin duvarlarını rengarenk ‘Ney, Flames Of Passion’ yazılı afişlerle donatmışlar.

Birlikte salona girdik. Boş kırmızı koltuklar, seyircilerini bekliyorlar.

Gözlerimi kapadım, üç hafta sonrasını hayal ettim.

Kuliste koşuşturmaca. Herkes bağırmakta, Ali’nin ve bu şovu hayata geçiren herkesin beti benzi atmış, genç dansçıların dizleri titriyor...

Perde açılıyor, salona hüzünlü Ney sesi yayılıyor.

Ve şov başlıyor.

Bir saat sonra perde indiğinde...

Kahin değilim, ne olacak bilemem ama kendi hesabıma ben, içimden kuşlar havalandırdım.

Ve hepsini ayakta alkışladım.

BURAM BURAM İNGİLİZ KOKAN BARLAR SOKAK ARALARINDA

Çok güzel yerlerde yemek yedim. Nobu’da, San Lorenzo’da, Patara’da.

Nobu, bir şubesi de New York’ta olan ve Londra’nın en iyi Japon lokantası olarak bilinen lokantası. Park Lane’de Hilton’un bitişiğinde. Çok pahalı ama aldığı parayı da hak eden bir lokanta. Ben ki Japon yemeği sevmem. Uzun yıllardır yediğim en iyi balığı orada yedim. Ve her tabağı uzun uzun seyrettim desem.

Patara, iyi bir Thai. Beauchamps Street’deki San Lorenzo çok iyi bir İtalyan. Aman dikkat, kredi kartı geçmiyor ve asla rezervasyonsuz müşteri kabul edilmiyor.

Özellikle pazar sabah kahvaltıları için Bakery & Spice biçilmiş kaftan. Fulham Road’daki Sophie’s Place soluklanmak için şık bir mekan.

Ve elbette ünlü Pub’lar... Belki eskiden olduğu gibi her köşe başında değiller artık. Gene de adları ‘Duke of’ diye başlayan ve buram buram İngiliz kokanlara da, İrlanda’nın yeşilini, müziğini ve bana sorarsanız kasvetini taşıyanlara da sokak aralarında rastlanıyor.

Benim yaptığımı yapar, yağmurdan kaçmak için içeri girerseniz, bir bira, bir bira daha derken, doluya tutulacağınızı biliniz. Bağıra çağıra şarkı söyleyen çakır keyif müşterileri izlemek için bile gitmeye değer.
Yazının Devamını Oku

Defne Ayas sanatta aksayan ülkemizin New York’taki bastonu

25 Eylül 2004
Nasıl bir tez vermiş olmalı ki, New York’un herkesin ağzını sulandıran ama kapılarını ancak en başarılılara açan sanat dünyasında hem de o dünyanın en önemli müessesesinde New Museum of Contemporary Art’da iş buldu. Hálá orada küratör olarak çalışıyor. Defne gelecek demiştim, geldi.

Kokusuyla geldi.

Adı üstünde işte. Defne.

Rüzgar gibi esti, sonra gitti.

New York’a döndü.

Şimdi İstanbul’daki evde çıt çıkmıyordur.

Tubiş yataklara düşmüştür. Cengo gazetelerin arkasına saklanmıştır. Dikkatli gözler onun tek satır okumadığını, bıyıklarıyla oynadığını fark eder. Karşı karşıya geçip oturdukları ve bunca yıl sonra bile anlatacak yığınla şey buldukları koltuklar boştur. Herkes kendi dünyasına, kendi odasına çekilmiştir.

Bunun da geçeceğini bilirler.

Onların hüznü saridir, Allah’tan baki değil.

Zaten hep böyle olmaz mı?

Günü geldiğinde çocuklar giderler. Kendi yollarını çizerler. Başarıları sizi mutlu eder. Yokluklarını lafı döndürüp dolaştırıp onlara bağlayarak unutmaya çalışırsınız ve bir türlü içinizdeki sızının adını koyamazsınız.

Oysa basittir: Issızlaşmışsınızdır.

Defne Ayas yıllardır New York’ta yaşıyor.

Ve bence daha yıllarca da orada yaşayacak.

Belki buradan beslenecek ama orada yeşerecek.

Tubiş’in sızısını yüreğinde hissedecek, Cengo’nun dile getirmediği özlemi içini burkacak ama orada kalacak.

Kalmalı da. Kalmalı ve aksak ülkemizin sanat alanında bastonu olmalı.

OKUL BİRİNCİSİ AMA ANTİPATİK DEĞİL

O gece özel bir geceydi.

O geceyi özel kılan Defne’ydi.

Şaka değil, onu yaklaşık on yıldır görmemiştim. Son gördüğümde Amerika’da okumak istediği üniversitelerin listesi elinde, o sınavdan bu sınava seğirtiyordu. Bu da lafın gelişi. Defne her zaman ne yapmak istediğini bilen biri oldu. Üstüne üstlük de çalışkan. Zaten sınavdan sınava seğirtmemiş, girdiği bir tanesiyle istediği bölümü kazanmıştır. Geçmiş gün, tam hatırlamıyorum. Unuttuğuma bakılırsa anlaşılan bu konu üzerine çok da konuşmamışız. Zaten onun okuldaki başarılarının sözü bile edilmezdi. Başarı Defne söz konusu olduğunda olağan ve sıradan bir şeydi.

Burs almak için İstanbul’un en kazık lisesini birincilikle bitirmesi gerekiyorsa, bitirirdi. Bitirdi de.

Çalışkan öğrencilere musallat bir iticilik vardır ya, Allah için Defne’de bunun zerresi yoktu.

Neredeyse doğuştan gelen merakı ve genlerinde olduğuna inandığım enerjisi ile her şeye yetişir ve bunu dünyanın en olağan şeyi gibi yaşardı.

Burada Tubiş’in ve Cengo’nun hakkını teslim etmek gerek.

Onu pamuklar içinde büyütmediler ama bir dediğini de ikiletmediler.

Amerika’ya gittiğinde aklında bu gün yaptığı işi yapmak var mıydı bilmiyorum. Sanmam.

DÜNYADAKİ SAYILI İSİMLERLE ÇALIŞIYOR

Önce siyaset teorisi okudu. Eh, buna da şaşmamak gerek, içine doğduğu değilse de, içinde büyüdüğü ortam buydu. Sonra da gitti, o güne kadar pek de duymadığımız bir alanda, sanat ve teknolojinin birbirlerini nasıl etkiledikleri üzerine yüksek lisans yaptı.

Nasıl bir tez vermiş olmalı ki, New York’un herkesin ağzını sulandıran ama kapılarını ancak en başarılılara açan sanat dünyasında hem de o dünyanın en önemli müessesesinde New Museum of Contemporary Art’da iş buldu. Hálá orada küratör olarak çalışıyor.

Büyük konuşacağım ama bugüne kadar kimsenin başaramadığı bir iş yapıyor. Birlikte çalıştığı arkadaşları dünyanın bu alandaki sayılı isimleri. Kimler mi? 9. İstanbul Bienali’nin küratörü Dan Cameron‘dan Michel Thurz’a yığınla isim.

Size, bana, bizlere yabancı ama dünyaya tanıdık yığınla isim...

O gece baktım bu işlerin peşini bırakalı köhnemişim, bir ikisi dışında söz ettiği adamları da tanımıyorum, bana gerçekleştirdiği sergileri anlatmasını istedim.

Anlatmasına anlattı.

Dinlemesine bütün antenlerim açık dinledim de.

De’si var.

Ne kadarını anladığım meçhul.

Bildiğim, gazetelerin övgüyle söz ettiği, insanların akın akın gittiği sergiler düzenlediği.

NEW YORK SOKAKLARINDA DİYARBAKIRLI ÇOCUKLAR

Haziranda yaptıkları sergi sokağı ve sokaktaki insanı konu alan sanatçıların katıldığı bir sergi imiş. Public Execution isimli sergi (Toplu İnfaz) elbette adına yakışır yerlerde, yani New York sokaklarında, parklarında, bina girişlerinde açılmış. Galerilerde değil.

Bu sergiye bir de Türk sanatçı, Serkan Özkaya davet edilmiş. Çektiği 15 bin küsur diayı sergi binasının camına yapıştırarak muhteşem bir iş çıkarmış. Sergi öyle ses getirmiş ki, New York Times ona tam bir sayfa ayırmış.

Ağustos’ta Chealsea’de Whitebox Galerisi’nde Amerika’daki seçimlere gönderme yapan bir televizyon reklamından yola çıkarak oluşturdukları ikinci bir çalışma sergilemişler. Burada da başka bir Türk sanatçının, Diyarbakır’dan Erkan Özgen’in video çalışması varmış.

Diyarbakır’da bir çocuk parkında çektiği görüntülerden oluşan bir video çalışması. Defne, Erkan Özgen’in filmini ayrıntılarla anlatırken kendimi tutamayıp ağladım. Gözümün önünden çocukların merakla bakan koca gözleri ve acılı topraklara basan cılız bacakları geçti. Erkan Özgen’le tanışmak için sabırsızlanıyorum.

Önümüzdeki günlerde gerçekleştireceği serginin adı ise Democracy Is Fun (Demokrasi Eğlencelidir) imiş. Anladığım kadarı ile, birlikte üreten sanatçıların katılacağı ve performansların ağırlıkta olacağı bir sergi olacak bu da.

Zaten anlattıklarından performans işini çok önemsediği, bunu çağımız sanatçılarının dertlerini dile getirmek için kullandıkları en etkileyici yöntem olarak gördüğü anlaşılıyor.

BEN SORDUM DURDUM O MUTLUYUM DEDİ

Gece boyunca elbette sadece bunları konuşmadık.

Onu soru yağmuruna tuttum.

Tıpkı gönülden sevdiklerine pervasız sorular sormayı doğal addeden geveze teyzeler gibi. Hem merak ettiklerimi hem de Tubiş’in içine çöreklenen ve Defne’yi üzmemek adına soramadığını düşündüğüm her şeyi.

İş; iyidir hoştur, insanı besler, geliştirir, yaşatır ama her şey demek değildir ya, hayatın dolması, taşması, saçılması, süpürülmesi de gerekir ya; bunun için yüreğin çarpması, sıkışması, gerilmesi, çatlaması da kaçınılmazdır ya; ne kadar kaçarsan kaç, yazgın gelir seni bulur lafına gönülden inanırım ya işte öyle sorular.

Defne, hoş gördü aldırmadı.

Gülümseyerek gözümün içine baktı, ‘Mutluyum’ dedi.

Sonra, sustuk.

Sonra ne kadar istersek isteyelim, geceyi daha da uzatamayacağımızı kavradık.

O gün bu gün akşam olmaya görsün, havada defne kokusu.

Haklısınız çocuklar.

Haklısın Tubiş, kendini kitaba vermekte haklısın.

Haklısın Cengo, Fener maçlarınla avunmakta haklısın.

Bir kez daha anladım:

Uzaktakileri sevmek insanın canını yakıyor.
Yazının Devamını Oku

İki yılın muhasebesi

18 Eylül 2004
İki yıl önce temmuzlardan bir temmuz, kuzinimin evinde nefes almadan küçük keselere çiçekler bağlar ve önümüzdeki cincik boncuklara bakıp yapılacak daha bin küsur nikah şekeri var diye hayıflanırken telefonum çaldı. Ertuğrul (Özkök) arıyordu. Konuşmamıza kulak kabartan kuzinimin kaşlarını kaldırıp yüzüme sorar gibi baktığını hatırlıyorum. Kapattıktan sonra ‘Hayırdır’ demesine fırsat bırakmadan bir solukta yapılan öneriyi anlattım. O günlerde Hürriyet’ten ayrılan Mr. Gurme yerine yazılar yazmam isteniyordu. Tek koşul bunun gizli kalmasıydı.

Ertuğrul’un teklifini kuzinime anlatır anlatmaz, tek koşulu daha dakika dolmadan ihlal ettiğimin farkına vardım. Hemen Ertuğrul’u geri aradım. Evet yazı yazabilirdim ama bunu gizli yapamazdım. İstesem bile yapamazdım.

Beni tanımıyor muydu? Ağzım sussa, gözüm söylerdi. Ayrıca Türkiye’de ne gizli kalmıştı ki böyle sıradan yazıların yazarı kalacaktı? Üstelik Michelin Kılavuzu’na yıldız veren müfettiş olmadığıma, lokanta sahipleri de üç güne varmadan kim olduğumu kavrayacaklarına göre gizlilikte ısrar etmenin anlamı yoktu. Aklına yatmış olmalı ki kabul etti. Bir tane de örnek yazı istedi.

Mr. Gurme’nin yerine yazacağıma göre aynı formatı kullanayım dedim.

Adı anılmayan birileri ile bir lokantaya gidilecek, herkes ayrı birer yemek söyleyecek, içkilerin tadına bakılıp not verilecekti.

Peki ben ne yaptım?

Rusya’ya gittim.

St. Petersburg’dan Moskova’ya inen bir gemiye bindim.

Yazıyı düşünen kim, maksat Beyaz Geceleri yaşamak.

Döner dönmez biraz da tembelliğimden korkan Ertuğrul’un ‘Nerede örnek yazı’ diye üstelemesinden bıkıp masaya oturdum. Ve yeni dönmüşüm ya, Rusya üzerine yazdım.

Ama ne yazı!

İçinde; Názım’ın şiirlerine dadanan kayın ormanlarının ilk gün büyüleyici, ikinci gün kasvetli, üçüncü gün delirtici olduğu var. Beyaz Gece dediklerinin bütün efsaneler gibi uzaktan kulağa hoş geldiği ama yaşamaya görün insanı bunalttığı var. Rus Gemi İşletmeleri’nin hálá komünist dönemden kalan anlayışla yönetildiği, saat sekize bir kala acıkmanın ve lokantaya yollanmanın azar işitmeye çanak tutmak demek olduğu var. Evlerinde oturacaklarına dünyayı dolaşmayı kafalarına koyan ve yaşlı demek ayıp olduğundan üçüncü kuşak diye adlandırılan Avrupalı gezginlerin yaşam oburluğunun insanı ürkütmesi var. Puşkin bile var, gel gör ki yemek üzerine tek laf yok.

Yazıyı okur okumaz yanlış bir şey yaptığımın farkına vardım. Ama bütün acemi yazarlar gibi yazdıklarıma kıyamadım. Çareyi Moskova’da gittiğim lokantayı, yediğim yemekleri, içtiğim votkaları yazdığım bir kutu açmakta buldum.

Fena olmamıştı.

BEN YAZDIM, OLDU DERKEN BİRDEN UYANIVERDİM

Evet belki konu bütünlüğü yoktu, evet belki canım demek isterken canın çıksın diyordu ama çok da kötü sayılmazdı. Benden istenilen yazıyla ilgisi olmaması ise herkesi bağlar, beni bağlamazdı.

Nasıl bilmiyorum, yazı sınavdan geçti.

Artık rahattım. Yolculuklarıma çıkabilir, kutular açabilirdim.

Çok sürmedi. İlk yazıyı okuyan ve bunun bir kalem alıştırması olduğunu düşünen ve bu güne kadar tanıdığım ender fikri takip sahibi insanlardan Neyyire (Özkan) beni daldığım düşten uyandırdı. Olabilecek en nazik biçimde sıranın yemek yazılarına geldiğini söyledi.

Elveda Puşkin!

Elveda yan gelip yatmalar, hayattan yazı çıkarmalar!

Elveda kutular!

Hepinize elveda.

Oturup kara kara düşünmeye başladım.

Gurme değildim. Gurme olamayacak kadar tiryakiydim.

Ama Allah için eşim dostum boldu ve İstanbul lokanta doluydu.

Cahil cesareti başladım, kör topal bu güne geldim.

Şaka maka değil, iki yılı devirdim.

Şimdi bu ne yazısı diye soracaksınız.

Haklısınız.

Biliyorsunuz, benim gibi haftada bir yazanların hasta olmaya, yurtdışında bulunduğu için yazısını yollayamamaya, izinlerinin bir bölümünü kullanmaya hakları yok.

Bir yere gidilecekse ya yazılar önceden istiflenecek ya da gidilen yerden gönderilecek.

Ama zorluk bununla da sınırlı değil. Fotoğraf şart. Genellikle yemek yediğiniz insanla baş başa gülümser ve şarap kadehini kameraya doğru kaldırırken bir resminiz olmalı. Burada iki satırda anlatılan işin aslında herkesi canından bezdiren bir işlem olduğunu söylememe herhalde gerek yok. Nerede buluşulacağı beş gün önceden kararlaştırılmalı, gazeteye haber uçurulmalı, fotoğraf çektirmekten zerre hazzetmeyen arkadaşlar kandırılmalı, onlar rahatlasın diye türlü çeşitli şaklabanlıklar yapılmalı vs. vs. vs.

Bu işin pirleri çekilen fotoğrafları da denetlerlermiş ki işim olmaz.

Bir de buna sizin cumartesi okuduğunuz yazıları en geç çarşamba yollamak zorunluluğunu eklerseniz, bu hafta neden böyle bir giriş yaptığımı çözersiniz.

İstanbul’un bulutundan kaçtım.

YAZACAK İNSAN ÇOK AMA YİNE ÇARŞAMBA GELDİ

Orada kaldığım sayılı gün içerisinde canım ne yemeğe çıkmak, ne yemeğe çıkarmak istedi.

Bodrum’un ıssızlaşacağını buradan yazmanın beni zorlayacağını bilmiyor değildim.

Gene de içimde durmadan ‘Bodrum’dan yazarsın! Bodrum’dan yazarsın’ diye şakıyan ağustos böceğinin sesini dinledim.

Sayılı gün çabuk geçti, çarşamba geldi.

Akşam Defne yemeğe gelecek.

Yıllardır New York’ta Video Art üzerine çalışan, şu anda modern sanatın can damarında yaşayan Defne. Onunla konuşmalıyım. Evdeki fotoğraf makinesi ne güne duruyor?

Ama yazı bu haftaya yetişmez.

Gümüşlük’te yeni açılan otel beni bekliyor.

Ekim ayında kaçamak yapacaklar için iyi bir adres olabilir.

Sevil burada.

Doğan Avcıoğlu’nun anılarının yayınlanması da gündemde olduğuna göre, onunla da felekten bir gece çalınabilir.

Dimitris Kos’ta bekliyor.

Selimiye’ye de yolum düşecek gibi. Akbük’e uğramazsam Tansu beni keser.

Dönüşü Antalya üzerinden yapmak ve orada uzun süredir kalmak istediğim bir otelde konaklamak istiyorum.

Hepsini yazsam en az dört yazı, bu da bir ay eder.

Eh, buralarda bu kadar oyalanmayacağıma göre bunlar bana hayda hayda yeter.

Gene de söz vermek istemem.

Cırcır böceği şarkısına devam ediyor. Karıncaları lanetliyor.

Fıldır fıldır dolaşacağına ayaklarını uzat, al eline bir kitap, gerekirse onu yaz diyor.

Nouvel Observateur’ün son sayısında gözüne çarpan yazıdan da söz edebilirsin diyor. Yaz başı plaj okuması olarak elime aldığım, iki gün içinde yalayıp yuttuğum, iki haftaya kalmadan külliyen unuttuğum Dan Brown’un ünlü kitabı Da Vinci Şifresi meğer Amerika ve Avrupa’da infiale neden olmuş.

Amerika’da kitabın gerçekleri yansıtmadığını anlatmak için din bilginleri ve araştırmacılar tarafından ondan fazla kitap yazılmış. Velakin hiçbiri satmamış.

Avrupa’dakiler işi daha ciddiye almışlar. Piskoposlar bir araya gelip bir bildiri yayınlamışlar. Gelen dört yüz bin mektubu tek tek yanıtlayamadıklarını ama sorulan ortak sorulara cevap niteliğinde olduğunu söyledikleri bildiri;

‘Evet, Meryem Ana bakireydi’

‘Hayır, İsa Maria Magdelana ile evlenmedi’

‘Yemin ederiz İsa’nın çocukları yok’ diye uzayıp gidiyor, dinibütün Katolikleri sakinleşmeye davet ediyor.

Şimdi bir kutu açsam,

Size erişte üzerinde levrek buğulama tarifi vereceğime bunları anlatsam ve fotoğraf çektirmek belasından kurtulsam nasıl olur?

Daha doğrusu, fena mı olur?

İyi olur. İyi olur.
Yazının Devamını Oku

Bodrum’un sarı yazı dururken İstanbul’un kasveti hiç çekilmiyor

11 Eylül 2004
Sen misin dönmeyen? <br>Sen misin eylülü Bodrum’da geçirmek isteyen? Sen misin sarı yazı bekleyen?

Sen misin gafil?

İşte böyle tıpış tıpış dönersin.

Önce bir telefon gelir. Aldırmazsın. İkincisinde surat asarsın.

Üçüncüsünde elin ayağın bağlanır, gider biletini alırsın.

Evi olduğu gibi bıraktım.

Bavul almadım.

Kapıyı çektiğimle çıktım.

Biletim gidiş-geliş.

Niyetim üç gün içinde işleri halledip dönmek.

Oysa bilmez değilim; İstanbul dişlerini geçirmeye görsün, ne yapar ne eder dönüşü erteler.

İSTANBUL’DA YOLLAR TENHA, ORTALIK SESSİZ

Rekabet kızıştıkça, iyileşeceğine THY kötüye mi gidiyor ne? İçine saydam iki dilim peynir sıkıştırdıkları bayat sandviç verdiler. Yanında su. Vermeseler de olurdu.

Zaten orta sıralarda oturmanın derdi budur: Sabah uçuşlarında, sıra size gelene kadar bir iki spor gazetesi dışında gazete, akşam uçuşlarında sudan başka içecek kalmaz.

İndik. Gideli bir ay değil de bir yıl olmuş gibi.

Hava serin. Ne de olsa gece yarısı diye avunmaya çalışıyorum.

Islatmayan, sinsi bir yağmur yağıyor.

Yollar tenha. Ortalık sessiz.

Sonra ev. Evim.

Kara yüzünü yüzüme dikmiş.

Işıksız pencerelere bakınca gel de Çile’nin şairini hatırlama.

Gel de ‘Gözlerine mil çekilmiş bir ámá gibi evler’ diye mırıldanma.

Kış boyu parktaki bankı mesken tutan berduş ortalarda yok. Sağda solda kartonları da görünmediğine göre belli ki gitmiş.

Yoksa? Başka şey olamaz. Gitmiştir. Koca İstanbul’da yaşayacağı başka park mı yok? Uyuyacağı başka bank mı? Eminim gitmiştir.

Ve umarım bu gidiş asude mahallemizin sakinleri yüzünden değildir.

LÜFER MEVSİMİ GELMİŞ

Kokumu alan kulağı küpeli kara köpek sığındığı kuytudan fırladı. Kuyruk sallayarak hoş geldin der gibi bir-iki havladı.

Balıkçılar ölgün ampulün aydınlattığı tezgahlarının başında gecenin son müşterilerini bekliyorlar.

Kırmızı tablaların çoğu boş. Dolu olanlarına çingenelikten terfi etmiş palamutlar ve Boğaz’ın göz bebekleri lüferler yerleşmiş. Tazelikleri yirmi adımdan bile belli.

Gece ağır. Havada iyot kokusu.

Eşiği aştım.

Karanlığı sevmem. Sessizliği sevmem. Sıkı sıkıya kapalı perdeleri, üstleri örtülü kanepeleri, tamtakır buzdolaplarını sevmem. Örtüsü bozulmamış yatakları, mum yanmayan salonları, çiçeksiz vazoları, yemek pişmeyen mutfakları sevmem.

Bir umut, kendimi hep iyi hissettiğim arka odaya geçtim.

Masa toplu, her şey yerli yerinde.

Ortada unutulmuş bir iki dergi. Neden sakladığımı çözemediğim bir iki gazete ilavesi.

Raflarda kitaplar. Yanımda değiller diye hayıflandığım kitaplar. Kış uykusuna yatmışlar.

BEN GÜNEŞLİ HAVALARI SEVERİM

Bir de faturalar. Ödenmiş, ödenecek, ödenmesi gerekli faturalar; abuk sabuk el ilanları ve indirim kuponlarıyla karışmış, onlarla uğraşacağım zamanı bekliyorlar. Bekleyedursunlar.

Gece daha da karardı. Yağmur hızlandı.

Balkona çıktım. Karanlıkta bile seçilen koyu bulutlara baktım.

Ve sabah ipil ipil yağan bir yağmura uyandım. Gün boyu söylendim.

Fransızlar gibi havadan şikayet ettim.

Yok bu mevsimde bu kadar yağmur normal mıymış, yok hava bu kadar serin olmalı mıymış?

Herkese, konuştuğum herkese mızırdandım.

Benden başka şikayetçi yok gibi.

‘Bilirsin bu havaları severim’ciler. Kendilerini güz çocukları olarak vaftiz edenler. ‘Sıcak olacağına varsın yağsın’cılar. Yağmur sonrasından, yağmur sonrası kokusundan dem vuranlar.

TEZ VAKTE BODRUM’A GERİ DÖNMELİ

Anlaşıldı, yalnızım. İş başa düştü demek. Ya kasvetimle başa çıkacak, ya bu çamur duygusunda boğulacağım.

Ya da, ki bu en iyisi, içimin mevsiminin kaydığını kabul edecek, halledilecek işleri halledip, halledemediklerime boş verip, en kısa zamanda güneşe döneceğim.

Ama gitmeden İstanbul’da olmanın tek nimetinden faydalanıp kocaman bir lüfer yiyeceğim.

Olur a belki koca lokantada benden başka kimse olmaz. Ardına kadar açtıkları cam kenarına ilişirim.

Ortaya mis gibi zeytinyağı ile çıtır ekmek gelir. Bir şişe de buz gibi şarap.

Hava değişir. Bulutlar aralanır, yakmayan güneş burnunu çıkarır. Boğaz suları ancak bu ay görülen o müthiş ışıkla yıkanır.

Lüfer geldiğinde, ilk lokmadan önce koca bir yudum içerim.

Ve bütün içtenliğimle İstanbul’dan özür dilerim.

Ama içimin mevsimi kaydı ya...

Gene de çeker giderim.
Yazının Devamını Oku

Sokaklar tenhalaştı şezlong kavgaları yok artık

4 Eylül 2004
Yaz bitti. <br>Günler kısaldı.<br>Akşamlar serin. İstanbul’da yağan yağmur burada deli rüzgar olarak esti.

Çekmecelerin arkasına yerleştirilmiş şallar, kazaklar çıkarıldı.

Sokaklar tenha.

Lokantalarda yer bulamama ihtimali, şezlong kavgaları yok artık.

Bağıra çağıra top oynayan çocuklar, göbeğini sallaya sallaya gülen adamlar, sere serpe kumlara uzanan kadınlar.. Hepsi gitti.

Eylül geldi.

Herkes bayılır ama Eylül bana Pazar günlerini hatırlatır.

Yorucu haftayı izleyen rehavet gününü.

Uzun uykulardan uyanır, uyku sersemi dolaşırsınız.. Önünüzde ne yapacağınızı bilemediğiniz koca bir gün uzanır. Öğlene kadar vakit geçer. Gazeteler okunur, uzun kahvaltılara oturulur. İkindiye kalmaz, içinize Pazartesi kabusu çöker. Akşam erken gelir, gece çabuk geçer.

Bu aylarda depreşen kış korkumu bilmeyenler Eylül’e mersiye düzüyorlar. Onlara göre Bodrum’u sevenler Eylül’de gelir, Ekim’i de geçirip öyle dönerlermiş. Bodrum yılın ancak bu mevsiminde yaşanılası bir yermiş.. Balığın en tazesi, mezenin en lezizi bu aylarda yenirmiş. Deniz durulur, Ağustos fırtınaları diner, her yer sarıya kesermiş. Bahçeden koparttığınız mandalina alasulu olur, pazardaki sebze bolluğuna Tuzla’dan gelen karides eşlik edermiş.

Dönmekle kalmak arasında bocalıyorum.

Kalırsam muhtemelen Eylül’e duyulan aşkın bütün aşklar gibi abartılı olduğunu göreceğim.

Dönersem, kışı erken getireceğim.

Oyumu kalmaktan yana kullandım.

Bakalım, Eylül nasıl geçecek?

Aslında yirmi küsur yıldır her yaz, güzü de burada geçirmeye niyetli gelir, Ağustos’un son mehtabında yüzdükten sonra kös kös geri dönerim.

Önceleri okul vardı.

Dönülecek, forma kitap etiket üçgenine girilecek diye içim kan ağlardı.

Sonra gene okul vardı; Oğlumun okulu. Şeytan üçgeni berdevamdı. Gene içim kan ağlardı.

Derken güç değilse de iş sahibi olduk.Yazlarımızın canına okuduk. İki günlük kaçamaklar, hafta sonu uzatmaları derken yaz geçer, biz arkasından bakakalırdık.

Peki hepsi bu kadar mıydı?

Değil elbet.

BODRUMA’A İLK GELİŞİM

Bodrum’a ilk kez 1969 baharında geldim.

Okul gezisi.

Aklımda mendirekteki kayalardan atlanıp yüzülen masmavi deniz, gece Artemis Pansiyonun önünde yakılan kocaman ateş, Halikarnas Balıkçısının diktiği söylenen Bella Sombra ağaçları, bir de gitar çaldığını iddia edip birkaç melodiyi ancak tıngırdatan bıyığı yeni terli arkadaşlarım kalmış. Ali,Cafer, Teoman. Bir de Müge, Berran, Renan.

Gülmüş, gülmüş, gülmüş, Ali Güven’den sandaletler alıp dönmüştük.

Sonra, üniversite yılları.

İlhan Berk’le Han’da ilk rakı, Aşıkane’den ezbere şiirler, imzasız mektuplara aşık olmalar, kendini Mira sanmalar..

Sonra keşif turları.

Arkası açık ciplerle saatler boyu hoplaya zıplaya gittiğimiz tozlu yollar.

Gümüşlük, Torba, Gölköy.

Göl’de Mustafa Kemal ve kolonisi; Deli Aysel, rahmetli Dürnev Tunaseli.

Türkbükü’nde çay bardağıyla rakı içen Selahattin Hilav ve avanesi.

Kış ortasında tanımazlıktan geldiğini düşündüğüm için bozulduğum, bunu söylediğimde yüzüme uzun uzun bakıp sonunda boynuma sarılan ve ‘Seni giyinik görmedim ki elbette tanıyamam’diyerek çevredekilerin gülüşmelerine yol açan Cahit Külebi.

Güneş kaçkını, domates düşmanı Ömer ve Piyale ile paylaştığımız denize üç yüz basamak, kıyıda unutulanı dalgalara emanet ettiğimiz ev.

Frişka: Sünger teknesi.

Gökova: Düşler körfezi.

Sıcak bira, susuz rakı, solgun roka.

Ve Ceco. Daldı mı beş saat dalan, üç kiloluk orfoz, yirmi adet ahtapot olmadan su yüzüne çıkmayan Ceco. Bir süre İstanbul’da seramik fırınının başında uyusa da sonunda kendini gene Ege’nin mavisine atan Küçük Dev Adam.

Ve tabii ve illaki aşk. İlk yürek çarpıntısı ilk diz çözülmesi.

Başını alıp gitmeler.. ‘Ben sende bütün aşkları temize çektim’demeler. Daha neler..Daha neler..

Bodrum, kişisel tarihimde elbette sadece bunlardan ibaret değil.

Ben burada, Ege’nin Akdeniz’e burnunu uzattığı bu yarımadada, ıhlamur kokulu az yaz devirmedim.

Bir tutam da kış.

Ama bunca zaman, burada, bir kez olsun tadına doyum olmadığı söylenen nazenin Eylül’ü geçirmedim.

AĞUSTOS MEHTABINA VEDA

Dün akşam,Ağustos mehtabına hoşça kal demek için o yılların tanıkları ile birlikte Ortakent’e Gebura’ya gittik.

Gebura, Bodrumlu dilinde Gel lan buraya’nın kısaltılmışıymış.

Ortakent, benim Bodrum’un en sevdiğim köşesi değil.

Ama Gebura’yı anlata anlata bitiremiyorlar. Palavrasını bilirdik de Gebura’sını görmemiştik diye biraz da söylene söylene gittim.

Kumsala kurulu birkaç tahta masa. Meyilli. Uç tarafta oturanlar denizle haşır neşir. Mehtap ha çıktı ha çıkacak.

Mezelerden meze beğeniyoruz. Ispanaklı kroketten, ahtapot salatasına ne ararsan var.

Balıkta kararsız kaldık Deniz olduğu söylenen levrek mi yesek denizden geldiğine yemin edilen Çipura mı?

Baran,’bu işin denizi yok’ dedi. Balık çiftliği işiyle uğraşan bir arkadaşından dinlemiş.Gerilen ağların bir bölümü iri balıklara ayrılırmış. Sonra sıskaları halk, semizleri seçkin olarak pazarda yerini alır ama tümü de beslendiği yapay yemden nasiplerini alırmış..

Baran’ın açıklamasını dinleyen Gebura’nın sahibi Osman Karataş ‘Bunları deniz levreği diye alıyoruz be abi’dedi.Gülüştük.

Bir süre balık yemesek mi diye düşündük.

Ha denizi ha çiftliği ne fark eder?

‘Hepsi derya içre mahi değiller mi?’dedim ve Osman’ın annesi Naime Hanımın yaptığı Levrek Buğulamadan istedim.

Sadece bunun için Ortakent’e gitmeye değer.

Bir ayağı denizde ahşap masamıza geçtik.

Mehtap çıktı: Portakal.

Şarap geldi: Kristal.

Bir süre sonra da meşum bir dalga. Habersiz yakaladı.

Oysa iki kadeh arası, ileride çok ileride Kos’un önünden geçen ışıl ışıl gemiye hayranlıkla bakmıştık.

Süzülüp gitmişti. Bizi de peşinden sürüklemişti.

Çaktırmadan el sallamış, içimizden kuşlar havalandırmıştık.

İlk hışırtıya uyanmadık. İkincisinde ıslandık.

Üçüncüsünde kaçıştık. Sonunda birbirimize baktık. Fellini’yi andık.

Uzaktan, dalgası sizi çok sonra ıslatan bir gemi geçse. Onunla birlikte yeni yetmeliğiniz, gençliğiniz, düşleriniz geçse.

Karanlıkta kaybolsa. Sizin de aklınıza o cümle gelir. Hüzünlenirsiniz.

Usul usul ‘E La Nave Va’ dersiniz.

Kapadokya-Girit işbirliği

Hep sıla türküleriyle anılır mübadele. Ne gelenler ne gidenler doğdukları topraklardan kopabilmiştir. Geride bırakılanlar özlenir, yeni gelenler onlara gözü gibi baksın istenir. 1923’te mübadeleyle Türkiye ve Yunanistan’da yer değiştirenlerin torunları bugün bu isteği bir projeyle yerine getiriyor.

Türkiye’den Lozan Mübadilleri Derneği’nin öncülüğünde Ürgüp’teki Mustafapaşa (Sinasos) Belediyesi, TMMOB Mimarlar Odası, Koruma ve Restorasyon Uzmanları Derneği (KORDER) ve Yunanistan’dan ICOMOS’un (Uluslarası Anıtlar ve Sitler Konseyi) ortaklaşa düzenledikleri ‘Ortak Kültür Mirasımız Projesi’ Avrupa Birliği tarafından finanse ediliyor. 18-23 Eylül tarihleri arasında Kapadokya’daki Mustafapaşa beldesinde yapılacak etkinlikler 21-27 Ekim tarihleri arasında Yunanistan’da Girit’te bulunan Rethymno şehrinde sürecek.

‘Ortak Mirasımız- Birlikte Koruyalım’ Sloganıyla yapılacak herkese açık proje etkinliklerinde Kapadokya’nın tarihi ve coğrafyası detaylarıyla anlatılacak. Sinasos’tan nüfus mübadelesi, Kapadokya’da kültür mirasının korunması konularında panellerin yanı sıra bir günlük Kapadokya gezisi düzenlenecek. Sergilerde de yerleşimler ve buralardaki yapılarla ilgili plan, çizim ve fotoğraflar, mübadillere ait etnografik malzeme, tarihi ve bilimsel metinler sunulacak. Aynı etkinlik 21-27 Ekim’de de Girit’te düzenlenecek.

Lozan Mübadilleri Vakfı Genel Sekreteri Sefer Güvenç projenin ‘Avrupa Komisyonu’nun ‘Sivil Toplum Geliştirme Programı’ kapsamında kurulan Türk Yunan Sivil Diyaloğu Programı çerçevesinde, mimari mirasın korunması için ilk proje olduğunu söylüyor: ‘Her iki taraf mübadilleri taşınmaz mal varlıklarını geride bıraktılar. Kiliseler, manastırlar, camiler gibi kültür varlıkları, büyük bir tahribata uğradı, yıkıma terkedildi. Oysa bu insanlığın ortak kültür mirasıdır, bu yapıların korunması acil bir görev olarak önümüzde durmaktadır. Türkiye’de ve Yunanistan’da ilk defa sivil toplum örgütleri bu işe el atıyor.’

Etkinlikler ile ilgili detaylı bilgi www.lozanmubadilleri.org sitesinden edinilebilir.
Yazının Devamını Oku

Aşkın, Blood Sweat & Tears yıllarımın arkadaşı Ankara’nın müziğe tutkun gençlerinin en havalısıydı

28 Ağustos 2004
Aşkın, Blood Sweat & Tears yıllarımın arkadaşı Ankara’nın müziğe tutkun gençlerinin en havalısıydı komikti, muzipti Dört haftadır yazmaya yeltenip yazamadığım bir yazı var.

İstanbul’dan beri yakamda.

Özendiğim, titizlendiğim, içimin kuytusuna yerleştirdiğim bir yazı.

Yazıp yazıp beğenmediğim bir yazı.

Dilimin ucunda bir fiil, uçuşan harfler, kelimeler... Hiçbiri yeterli değil.

Cinaslardan da medet umulmayacağına göre en iyisi ertelemeli.

Gününün gelmesi beklenmeli.

Eğer medyada görünmekten zerre haz etmeyen biri, sizi kıramadığı için yemek teklifinizi kabul etmiş, yağan yağmura, cinnet trafiğe aldırmayıp sözleştiğiniz yere dakika sektirmeden gelmişse ve de ona çok değer veriyorsanız olacağı budur: Kekemeliğiniz tutar, kelimeleriniz düğümlenir. Yazamazsınız. Artık dilinizin çözülmesini beklemekten başka çareniz yoktur. O da size inat kilitlendikçe, kilitlenir.

Sonra zaman geçer.

Şarabın kokusu da, balığın tadı da unutulur.

Aklınızda sadece ‘Sanırım benim için hayatta ne yaşamak istediğimden çok nasıl yaşayacağım önemli oldu’ cümlesi durur.

‘Nasıl’a bunca önem veren, mahremi mahrem insanları anlatmanın zorluğu ise malumdur.

Sevgili Atilla, dört haftadan beri birlikte yediğimiz yemeği yazamamamın, kalem sürümemin nedeni bu.

Peki o zaman ne yazmalı?

Bence -geçen haftadan devam-Bodrum’u anlatmalı.


Nerede kalmıştık?

Farklı köylerde yaşanan farklı hayatlardan söz ediyorduk.

Ve elbette farklı insanlardan.

Burası hem kış boyu görüşemediğiniz arkadaşlarınızla karşılaşıp hasret gidermek, hem yazdan yaza görüştüklerinizle nikah tazelemek için biçilmiş kaftan.

Yolda yürürken, şezlonga uzanmış, bara tünemiş, salaş bir lokantanın mutfağında meze seçer hatta yüzerken bile birileri ile burun buruna geliyor, ayak üstü sohbete dalıyorsunuz.

Ama doğruya doğru: En tiz çığlığı yıllarca görüşemediğiniz dostlarınızla karşılaştığınızda atıyorsunuz.

Kiminin saçı dökülmüş, göbek bırakmış. Kimi bıraktığınızdan daha genç duruyor. Kimi eskisinden de tembel. Kimi deli gibi çalışıyor. Kimi çoluk çocuğa, torun tosuna karışmış kimi ‘Bekarlık sultanlıktır’dan şaşmamış.

Aşkın Arsunan’la Aydın’ın partisinde karşılaştık.

Yıllardır görüşmediğimiz doğru değil. Ama sık karşılaşmadığımız da kesin.

Aşkın, Blood Sweat and & Tears yıllarımın arkadaşı.

Kim bilir kaç yıl oldu?

Ankara’nın müziğe tutkun gençlerinin en havalısıydı. Komikti, muzipti, yakışıklıydı.

Sonra aldı başını İsveç’e gitti.

Ünlüydü.

Burada değil, oralarda.

Özel jetlerle uçtuğunu, Kanarya Adaları’na konduğunu öğrendik.

EN İYİ YORUMCULARIN ARKASINDAKİ İSİM

Bir gün döndü.

Nedenini önce çözemediysek de sonra anladık.

Anlatmazdı da anlatılırdı: Yangından geçen herkes gibi yanmıştı. Alevlerden uzak durma niyeti mi, dumandan boğulmama isteği mi artık bilmem, bir süre için buraya sığınmıştı.

Çok üzülmedik.

Adının ilk hecesine böyle bağlanırsa, olacağı buydu dedik.

Müzik insanlarını sağaltacak şey gene müziktir ya, kısa bir süre sonra İstanbul’da çalmaya başladı.

O yaz Memduh Paşa Yalısı’nda geçti.

Yemez içmez, Memduh Paşa Yalısı’na taşınırdık. Ağaçların altındaki uzun barda bir yandan içki içer bir yandan Aşkın’a tempo tutardık.

Öne çıkmayı hiç sevmedi.

Arkada piyanosunun başında olmak ona yeterdi.

Sezen’e, Sertab’a, Levent’e, Ajda‘ya, kısaca Türkiye’deki en iyi yorumculara eşlik etti, en yetkin müzisyenlerle çaldı.

Ama içinin cız dediği yer cazdı. İlk göz ağrısı.

Elimde Aura Production’ın yolladığı özgeçmişi var.

O gece buralardan uzak geçirdiği günlerde ne yaptığını sorduğumda, basın bültenini yollatırım demiş, yan çizmişti.

Bir yandan okuyor bir yandan iki aya önce çıkardığı CD’yi dinliyorum: ‘One a Day’

TÜRKİYE, İSVEÇ VE AMERİKA’DA GEÇEN MÜZİK HİKAYESİ

Metin; ‘Aşkın Arsunan, müziğin içine doğan şanslı müzisyenlerden’ diye başlıyor. Baba Sait Arsunan trompet, keman, kontrbas, piyano, akordeon vb. çalan bir müzisyenmiş. Halen Amerika’da piyano öğretmenliği yapan abla Ayla ve ağabey Neşet de öyle.

Aşkın müziğe akordeon ile başlıyor. Kısa bir süre sonra piyanoya geçiyor. İlkokul biter bitmez konservatuvara yazılıyor ama klasik müzik dışına çıkmak isteyen bütün müzisyenlerin başına gelen onun da başına geliyor: Kovuluyor.

Sonra İstanbul Konservatuvarı’nda ikinci deneme. 15 yaşında ama o çoktan profesyonel olmuş bile.

70’li yıllarda yurtdışına gitmiş. İsveç’teki Semus Müzik Akademisi ve Carl Axel Hall ile çalışması hayatının dönüm noktası.

Sonra ver elini Avrupa başkentleri. Sonra da Amerika Birleşik Devletleri.

Lil Babs, Janet Jackson ve Patti Austin gibi ünlülerle çalıyor.

Arada belgesel film müzikleri, cıngıllar.

Sonra Türkiye...

Gene müzik, hep müzik.

SANKİ PİYANOSUYLA TEŞEKKÜR EDİYOR

Aşkın, müzik çevrelerinde gayet iyi tanınsa da geniş kitleler için yeni bir isim.

Nedeni belli. Dediğim gibi önde durmayı seçmedi. Müziğin yapıldığı yeri, mutfağını benimsedi.

One a Day onun ilk solo albümü.

Ben müzik üzerine yazacak kadar müzikten anlamam. Dinlerim. Ya severim ya sevmem. O yüzden şu anda çalan parça üzerine ahkam kesemem. Ama yazılanları aktaracak olursam, Aşkın’ın Levent Altındağ, Şenova Ülker, Aycan Teztel, Eylem Pelit, Volkan Öktem’i bir araya getirerek kurduğu grup Ethno Karma Project ile yaptığı bu albüm standart cazdan avant-garde’a uzanan, etnik ve elektronik dokunuşlarla süslenmiş bir albümmüş.

Paul Desmond parçası Take Five ve Paul Simon bestesi unutulmaz Bridge Over Troubled Water dışındaki bütün kompozisyon ve aranjmanlar Aşkın’a ait.

Kriko diye, hayatında hem insan, hem müzik adamı, hem kaldıraç görevi gördüğü için Aycan Teztel’e ithaf ettiği bir parça var ki, sanki piyanosuyla bu minnetini dile getiriyor.

One a Day’i sevdim.

Yazıya eşlik etti.

Yarın da dinleyeceğim.

Öbür gün de.

Zaten adı üstünde. Günde bir kere.
Yazının Devamını Oku

Bodrum’da ev daveti vermek moda

21 Ağustos 2004
Ev partileri demişken, geçen akşam Aydın Polatcan’ın partisine davetliydim. Partinin şeref konuğu İsviçre’de yaşayan müzisyen Atilla Şereftuğ ve şarkıcı eşi Daniela Simmons’tu. Simmons, ülkesinde ve Avrupa’da çok tanınan bir sanatçı. Önümüzdeki günlerde Universal Music İsviçre’den çıkacak son CD’si kendi ismini taşıyor. Bodrum deyince bir de Seyyal Taner geliyor artık akla. (Soldan sağa: Figen Batur, Seyyal Taner, Atilla Şereftuğ, Daniela Simmons.)

Buranın iyi yanlarından biri de herkesin farklı köylerde yaşaması.

Bodrum’dan söz ediyorum.

Kimi Yahşi’nin dağını mesken tutmuş, kimi Bitez’in bağını.

Herkes evini kurduğu köyü öve öve bitiremiyor.

Yalıkavak’ta yaşayanlar rüzgarın nimetinden, Türkbükü’nde oturanlar çevrenin şenliğinden söz ediyor. Akyarlar tutkunları denizin mavisi diyor da başka bir şey demiyor. Torba’cılar, Mazı’cılar, Ortakent, Gökçebel, Farilya’cılar.. Herkes takım tutar gibi köyünü tutuyor.

Dağ, taş, koy, koyak, dere, tepe her yer eve kesmiş durumda. Kartal tepesine kurulmuş malikaneler altlarında uzanan kibrit kutularını süzüyor. Biri nohut oda bakla sofa, diğeri içinde kaybolacağınız boyutlarda.

Siteler. Her yerdeler.

TAKSİM-EMİNÖNÜ TRAFİĞİ GİBİ

Kuş uçmaz kervan geçmez yerlerde, terk edilmiş gettoları andıranları kadar, durmuş oturmuş yeşillikler içine kurulmuş olanları da var.

Bir de elbette tekneler... Guletler, tirandiller, ütüler.

Koyları parselleyip yan yana, dip dibe demir atanlar; yelken basıp ufukta kaybolanlar.

Ya oteller?

Yıldızlısı yıldızsızı, görenlere parmak ısırttıranından kapısından girince kaçılası yüzlerce otel.

Evler evlere, siteler sitelere, tekneler teknelere, oteller otellere benzemiyor.

Hayatlar da.

Ama hepsi burada, Bodrum’da.

Akşam serinliği çöker çökmez herkes çekildiği kuytudan çıkıp yollara düşüyor. Komşusunu ziyaret eden de var, yarımadanın öteki yanında oturan arkadaşına giden de. Merak ettiği bir lokantanın yolunu tutan da var, gelen geçeni seyredip oyalanan da.

Kimi zaman trafik Taksim-Eminönü trafiğini aratmıyor.

Yollar git git bitmiyor, yürümekle aşınmıyor.

BODRUM SANKİ FETTAN BİR METRES

Bodrum!

Uzun çarşısında şaşkın ve kavrulmuş turistlerin dolaştığı, askeri, memuru, emeklisi aydını, işadamıyla koyları kapatılmış, köylerinde köylülere yer kalmamış Bodrum!

Huzur arayanlarla huzur kaçıranların, para peşinde koşanlarla masraftan kaçınmayanların, denizden çıkmayanlarla havuzdan şaşmayanların, dinlenmeye gelenlerle eğlenmeyi sevenlerin, ağustos böceğinin cırcırının tekno müzik vırvırına karıştığı Bodrum.

Her zevke her keseye seçenek sunan, herkese kucak açan Bodrum.

Bodrum fettan metreslere benziyor.

Bir kez kucağına düşmeye görün; terk etmek isteseniz de terk edemiyor, dönüp dolaşıp ona geliyorsunuz.

Gelmeye görün; bütün kaprislerine boyun eğiyorsunuz.

İki haftadır buradayım.

İlk günler kışın tahribatını silmekle geçti. Oysa mart sonunda üç günlüğüne gelmiş, uçan anteni yerine taktırtmış, donan begonvili kökünden kestirip akıbetini nisanın bereketine bırakmıştım. Niyetim, gelir gelmez gündelik hayatın dayatmalarından kurtulup yazı yaşamaktı. Olmadı. 2004, alnıma ‘Ustalarla geçirilecek yıl’ diye yazılmış olmalı, geldiğimin ertesi günü telefona sarıldım. Memet, Refik, Recep, Ali, herkesi çağırdım. Kapı, pencere, boya, badana derken bir hafta geçti. Tenteler gerildi, rozetler ekildi, donan ve yeniden dirilmeye çalışan begonvillere inat coşan yaseminler budandı, bu arada canım ciğerim iki arkadaşım ağırlandı.

Pazara gittim: Börülcenin tazesini, zeytinin çentiklisi seçtim. Şarabı istifledim. Erken uykulara yattım, seher vakti kalktım. Sonra ev yerleşti, tanıdık simalar, eski arkadaşlar, geldiğimi duyanlar, günbatımı içkileri, akşam yemekleri, davetler derken ağustos yarılandı.

ARAYANA HUZUR DA BELA DA BURADA

Bodrum eski Bodrum.

İşte gördüklerim:

Bu yıl ev davetleri revaçta.

Sekiz kişilik masalar da kuruluyor, yüz kişilik davetler de yapılıyor.

Yemekler ya manzaralı balkonlarda, ya yasemin kokulu bahçelerde yeniyor. Her taraf muma, kandile kesiyor. Kabak çiçeği dolması, mücver gibi birkaç yerel tat, bol kalamar, ızgara balık ve tatlı. Mutlaka dondurmalı.

Büyük partilerde kim kime dum duma. Hemen hepsi havuz başında. Müzik için sistem kurduranlar, İstanbul’dan DJ çağırtanlar var. Yemekler de davetliler kadar çeşitli. Acısı tatlısı, iştah açıcısı, ekşisi, tazesi, geçkini hepsi bir arada.

İstanbul’dan gelenler sadece DJ’ler değil.

Onun düğünü, bunun nişanı, berikinin kutlaması için günü birliğine gelen davetliler otelleri dolduruyor, iğne topuk ayakkabılarla başlayan geceler genellikle yalınayak bitiyor. Denge dediğin üç kadehte gidiyor.

Antik Tiyatro’da konserler izleniyor.

Gümüşlük’te balık yeniyor. Mimoza en iyisi.

Salaş mekanların adresleri elden ele geçiyor.

Ortakent’te Palavra, Hayri’yenin Yeri, Farilya’da Zafer’in Lokantası adam başı içki dahil yirmi milyon liralık fiyatıyla başı çekiyor.

Gümbet İngilizlere emanet. Bira içip kendilerinden geçiyorlar.

Bitez’i Ruslar doldurmuş. Nazdoroviye, Do svidanya, Da, Niet!

Türkbükü’nde olup bitenler, gelip geçenler, gazetelerin ikinci sayfasını süslüyor.

Sahiller, yaş gruplarına göre parselli.

Gençlerin rağbet ettiği yerde yaşlılara yer yok.

Merak edip gidenler son turfanda muamelesi görüyor.

Yaşını başını almışların gençlere tahammülü yok.

Merdivenin başında oynayan çocuklar, kelebek yüzmeye çalışan, yüzemediği gibi su sıçratıp permalı saçları bozan gençler iki kaş çatmasıyla hizaya getiriliyor.

Briç oynayanların kavgaları, tavla oynayanların iddiaları bitmiyor.

Çevreciler, dalgıçlar, sörfçülerin yanı sıra şnorkelle havuza girip, düz denizde boğulmayı becerenler yan yana.

Fuga’da Kenan Doğulu tıklım tıklım. Zeze alternatif müziği sevenlerin, Havana hava atmak isteyenlerin mekanı.

Bir de türkü barlarda çığrılan türküler var.

Nerede olunursa olunsun, gece, Bodrum’a selam çakan şarkılarla bitmekte. MFÖ ‘den Bodrum Bodrum, damardan söylenen, ‘Odam kireçtir benim’ diye başlayıp ‘Soyun da gir koynuma, terim ilaçtır benim’ kısmına gelindiğinde haykırılan türkü. Bir de elbette Bodrum’un olmazsa olmazı ve bana nedense güzelim Frişka’yı hatırlatacağına Ali Kırca’yı hatırlatan Çökertme.

İsteyene kakofoni. Dileyene karmaşa.

Arayana huzur da bela da burada

Burası Bodrum.

Herkes bildiği gibi yaşamakta.
Yazının Devamını Oku