Figen Batur

Arkadaşların hatırına çiğ tavuk da yenir diye gittim, ziyafet sofrasına düştüm

11 Mart 2006
Bundan yirmi yıl önce kızları aşçı olmaya karar veren arkadaşlarımın tepkilerini bugünün değerleri ile inceleyince, arkadaşlarımın tutucu oldukları düşünülebilir. Ama o zaman kaygılarında pek de haksız değildiler. Bırakın Türkiye’yi, dünyada bile kadın aşçı sayısı azdı. Aşçılık denilen zanaat erkeklerin tekelindeydi ve kentsoylu tabaka tarafından meslek olarak addedilmezdi. Türkiye’nin ilk ve tek dört yıl eğitim veren Gastronomi Bölümü’nün olduğu Yeditepe Üniversitesi Rektörü Ahmet Serpil ve Sedefhan Oğuz ile buluşmaya giderken Kayışdağı yollarında bunu düşünüyordum: Son yirmi yılda değişen değerleri ve Türkiye’yi...

Yıllar önce arkadaşlarımın lise son sınıfta okuyan kızı üniversiteye gitmeyeceğini; babasının ona biçtiği parlak diplomasi kariyerini de annesinin hayallerini süsleyen T cetvelli mimariyi de istemediğini; gönlünde yatanın aşçılık olduğunu söylediğinde ev ahalisi yasa bürünmüş; babanın asılan yüzü kız Fransa’ya gidip döndükten sonra bile gülmemiş, annenin ağlamaktan şişen gözlerine uzun süre uyku girmemişti. Nasıl olur da kızları aşçı olurdu?

Zaten oldum bittim dik başlıydı. İşte gene yapacağını yapmış, tutup Mengenli ustalara özenmişti. Üstelik bu alanda kadınlara yer olmadığını herkes bilirdi. Hadi siyasi bilimler, hukuk, mimari ağır geldi diyelim; iç mimari gibi kız çocuklarına yakışan bir meslek de mi seçemezdi? Ömrünü ocak başında tüketmek olacak iş miydi? Önce doğru dürüst meslek sahibi olacağı bir okulu bitirsin sonra canı çekiyorsa aşçılık okuluna da gitsindi. Dedikleri dedikti. Öyle de yaptılar.

Başka seçeneğinin olmadığını anlayan kız ayakları geri geri Sorbonne’a gitti, hangisi olduğunu şimdi hatırlamadığım bir fakülteyi bitirdi. Ardından da Fransa’nın en ünlü aşçılık okulu Cordon Rouge’a girdi. Şimdi mesleğini severek yapan mutlu ve zengin biri.

Bugünün değerleri ile bakıldığında arkadaşlarımın tutucu oldukları düşünülebilir. Ama bundan yirmi yıl önce kaygılarında pek de haksız değildiler. Bırakın Türkiye’yi dünyada bile kadın aşçı sayısı azdı. Aşçılık denilen zanaat erkeklerin tekelindeydi ve kentsoylu tabaka tarafından meslek olarak addedilmezdi.

Kayışdağı yollarında bunu düşünüyordum: Son yirmi yılda değişen değerleri ve Türkiye’yi.

Neden Kayışdağı yollarına düştüğüme gelince; birkaç akşam önce Sedefhan Oğuz’a rastlamış, hoş beş derken laf lafı açmış söz dönüp dolaşıp uzun süredir görmediğim Ahmet Serpil’e dayanmıştı. Ayrılmadan önce bir gün üçümüz birlikte yemeğe çıkalım dedim, gününü ve saatini Ahmet Serpil’le kararlaştırdıktan sonra bana bildirmesini rica ettim. Ertesi gün Sedefhan arayıp, yemeği Yeditepe Üniversitesi’nde yememizi önerdiğinde şaşırmadım desem yalan olur. Tamam, Ahmet Serpil Yeditepe’nin rektörü, Sedefhan da onun yardımcısı idi ama gene de İstanbul’da gidilecek bunca yer varken lokanta olarak tutup üniversite kantinini seçmek de bir tuhaftı.

BU MİSAFİR BULDUĞUNU DEĞİL, UMDUĞUNU YEDİ

Ne yapalım? İşin ucunda onları görmek varsa, çiğ tavuk da yenir dere tepe aşılıp Kayışdağı’na da gidilir.

Gidilir de nasıl gidilir? Zaten bin kere gittiğim yerlerin bile yolunu doğru dürüst tarif edemem. Nasıl olacak da hayatımda bir kez, o da akşam vakti televizyon çekimi için gittiğim o üniversitenin yolunu hatırlayıp şoföre anlatacağım diye için için dertlenirken, Sedefhan araba yollamayı önerdi. Lafının sonunu getirtmedim, tamam, dedim.

Yeditepe Üniversitesi Kayışdağı’nın ortasında bir vaha gibi. Yurtların çevrelediği fakülteler, spor tesisleri ve kapısından girdiğinizde kapalı dev avlusu ile insanı şaşırtan rektörlük binasından oluşmuş büyük bir kampus.

Ahmet Serpil’in odasına çıkıp soluklandıktan sonra yemeğe gitmek için ayaklandık. Ben ya kantine ya öğretim üyelerinin gittiği yemek salonuna gideceğimizi düşünürken arabaya bindik ve bambaşka bir yere, Gastronomi Bölümü’nün bulunduğu binaya gittik. İçerisinde birkaç masa ile arkasında geniş profesyonel bir mutfak bulunan, duvarlarında Güzel Sanatlar öğrencilerinin çalışmaları asılı şirin bir salona girdik.

Bizi Gülistan ve David Shipman karşıladı.

Çocuklar, yaklaşık otuz kişi kadar, sabahtan beri hünerlerini sergiliyor bizi ağırlamak için bütün marifetlerini döktürüyorlarmış. Hatta içlerinden biri o kadar heyecanlanmış o kadar heyecanlanmış ki biz gelmeden az önce düşmüş bayılmış.

Sofraya değişik üç ekmek konmuş: Domatesli, zeytinli, peynirli. Giriş olarak somon tartar, ardından ravioli, ana yemek olarak da püreli bonfile yapmışlar. Salata ve tatlı da var elbette.

GENETİK LABORATUVARI BENİ AŞAR...

Siz hiç otuz kişinin canla başla hazırladığı, içine beklentilerini, heyecanlarını kattığı bir yemek yediniz mi? İnanın tadı farklı!

Gülistan Shipman ekmek hocasıymış, eşi David ise nasıl söylemeli, pastadan şaraba, etten tavuğa, ottan baharata kısaca yemek denildiğinde akla gelen her şeyden sorumlu hoca.

Bölüm, Türkiye’nin ilk ve tek dört yıl eğitim veren Gastronomi okuluymuş. Bu yıl ilk mezunlarını verecek bölüme kabul edilen öğrenciler burada sadece yemek yapmayı değil, aynı zamanda restoran işletmeciliğini de öğreniyor, yemek kültürü, yemek tarihi ve beslenme üzerine eğitim alıyorlarmış. İlk yıllar ortak derslere giriyor, son yıl ise seçtikleri alana göre sınıflara ayrılıyorlarmış. Dolayısıyla okulu bitirenler sadece şef olmuyor, tıpkı Avrupa’nın ünlü gastronomi okullarından mezun olanlar gibi gastronominin çeşitli alanlarında çalışmak üzere yetişiyorlarmış.

Biraz sonra yanımıza bölümün kurucusu ve başkanı Bike Kocaoğlu geldi. Açılır açılmaz bölümün gördüğü ilgiyi, her geçen yıl başvurulardaki artışı anlattı. Onu kutladım ve yirmi yıl önce arkadaşımın kızının başına gelenleri anlattım.

Söz uzadı, sohbet koyulaştı. Ahmet Serpil’le, onun dekan benim kıytırık okutman olduğum Marmara Üniversitesi günlerine gittik. Sedefhan’ın babası Orhan Oğuz’un yazdığı anı kitabına ve onun eğitim için verdiği savaşa değindik. Kahvelerden sonra durduğu yerde duramayan Ahmet Serpil "Hadi okula" komutu verdi.

Tıp Fakültesini, Eczacılığı, Matematik Bölümünü, Mühendisliği gezdirdi. Koridorda rastladığı öğrencilerle şakalaştı, öğretim üyeleriyle kucaklaştı. Üşenmeden bütün laboratuvarlarda üretilen işleri bir bir anlattı. Sesindeki coşkudan, hepsine az buz emeğinin geçmediği anlaşılıyordu. Katları dört döndükten, hemen her yeri gezdikten sonra koridorlarında diğer bölümlere göre pek az öğrencinin dolaştığı Genetik Mühendisliği bölümüne geldik.

Belli bu bölüm onun gözbebeği. El kadar aletlerin milyon dolarlar ettiği bir laboratuvar düşünün. İçine üç tane otuz yaş civarında Nobel ödülü almaya azimli bilim adamı yerleştirin. Birinin Erzurum, diğerinin Adana, berikinin Ankara’da başlayan; Amerikan ve İngiliz üniversitelerinden geçtikten sonra Yeditepe Üniversitesi’nde kesişen serüvenlerini, işleriyle ilgili konuşmalarını ve anlattıkları içerisinde anladığınız tek lafın da DNA olduğunu düşleyin. Ne yaparsınız?

Benim gibi dört kulak dinler, küçük notlar alır, iş yazmaya gelince, anlatılanların tek kelimesini bile anlamadığınızı görüp kendinize mi kızarsınız, yoksa başınıza gelecekleri tahmin edip o göz bebeği bölüme adımınızı bile atmaz mısınız?

Aslına bakarsanız doğrusu ne birincisi ne ikincisi. Doğrusu, bu işten anlayan biri ile oraya tekrar gitmek ve yapılan çalışmaları kavradıktan sonra bunu bir dizi haline getirmek. Ben de öyle yapacak, bu yazıyı da burada noktalayacağım.
Yazının Devamını Oku

Yazarınız hastalığından dolayı yazmıştır...

4 Mart 2006
Fotoğrafımın altında "Yazarımız rahatsızlığından ötürü yazısını yazamadı" ibaresini görmekten bana da gına geldi ama bilindiği üzere illet adres sormuyor; buyur demesen de dinleyen kim, gelip yakana yapışıyor... Bu seferki aksırık tıksırık olarak değil, ince bir sızı olarak arz-ı-endam eyledi.

Bundan birkaç ay önce sağ elime bir haller oldu. El sallıyorum tıkır, paket kaldırıyorum tukur; bileğimde bugüne kadar alışık olmadığım bir ses ve ardından gelen sızı...

Tam hangi hareketi yapmamam gerektiğini

bellemiş, sızımla yaşamaya alışmışken

takırtılara şimşekler eşlik etmeye başladı. Bilekte başlayıp dirsekte biten, çaktı mı insanın gözünden yaş getiren şimşekler. /images/100/0x0/55eb48e3f018fbb8f8b74cfa

İnsan doktora gider değil mi? Hayır! Ailenin hatta zaman zaman mahallelinin gönüllü doktorluğuna soyunmuş benim gibiler böyle entipüften işler için doktora gitmez; Çin yakılarından, kas gevşeticilerinden, ağrı kesicilerden medet umar, bu arada dirsekten omuza, oradan da dize inen ağrıların nedenini de sert geçen kışa, kemale eren yaşa, genetik mirasa verip romatizma genel başlığı altında toplar.

Acımın sızımın gerçek nedenini öğrenmem kolay olmadı. Önce hayli manidar bir hediye almam, ardından üç ayrı kişiye gitmem gerekti.

İlki diyetisyen Taylan Kümeli.

İkincisi doktor Dehan Yazıcı.

Üçüncüsü doktor Önder Çerezci.

Doğum günümde uzun süredir evden çıkmamama, kar kış bahane edip kanepede uyuklamama, ama en çok da kilo üzerine kilo almama kızdığını bildiğim oğlum Sarp ultimatom gibi bir hediye verdi: Taylan Kümeli’den bir randevu.

Gel de gitme! Analar ve oğullar...

Gittim.

Nişantaşı’nda Halil Bey Apartmanı’nda karşılıklı iki daire. Oradan oraya seğirten ve Taylan Kümeli’nin yanında çalıştığını düşündüğüm genç, güzel diyetisyenler. Üzerinde içine meyve dilimleri atılmış birkaç su sürahisinin durduğu büyük bir sehpa ve geniş, rahat kanepeler.

Ölçülüp biçildikten, gövdemdeki yağ su kas oranını öğrendikten sonra sıra, nasıl yaşadığımın, dolayısı ile nerede yanlış yaptığımın öğrenilmesi açısından elzem olduğu söylenen soru-cevap faslına geldi. Yediğim az yemeği, içtiğim bol içkiyi, son bir yıldır üzerime sinen miskinliği, ne varsa anlattım. Taylan Hanım dinledi dinledi ve bana bütün müşterilerine ilk hafta verdiğini söylediği bir arınma diyeti ve yaptırtmam gereken bir kan tahlili verdi.

O tahlil sonunda da takke düştü kel göründü.

Tam iki sayfa tutan, epey de maliyetli olan tahlilin TSH diye, Tiroid bezelerinin durumunu gösteren bir olmazsa olmazı var. Bunun bir de T 1’i ve T 2’si var. İşte o TSH’nin olması gereken üst sınırı dört ise, bende yetmiş dört!

Taylan Kümeli sonucu görür görmez en nazik sesiyle acilen bir uzmana gitmem gerektiğini; aldığım kiloların da, uyuşuk kedi durumumun da, muhtemelen dizimden dirseğime vuran sızıların da bundan kaynaklandığını söyledi. Araştırıldı, taraştırıldı guatr, nodül derdine düşmüş dostlara danışıldı ve Dehan Yazıcı’nın kapısına dayanıldı.

BİRAZ SABRETSEM GÜREŞÇİ OLABİLİRMİŞİM

Sonuç: Ömür boyu çayıma şeker atar gibi sabah aç karnına kullanacağım bir hormon hapı ve boğazıma oturmuş bir yafa portakalı.

Meğer üç tarafı denizlerle çevrili olmasına rağmen iyot yoksunu ülkemizde en çok rastlanan hastalıklardan biri tiroid bezlerinin salgı düzensizliklerinden ötürü ortaya çıkan hastalıklarmış. Bunun hiposu, hiperi varmış. Genellikle kadınlarda görülür, doğumla, travmalarla, stresle tetiklenir, bazen de benim durumumda olduğu gibi sinsi sinsi ilerler, günü geldiğinde azarmış.

Kalp damar hastalıkları ve bilumum başka belalar bu aşırı çalışan ya da aksayan bezlerden ötürü ortaya çıkar; benimki gibi külliyen duranlarına ise az rastlanırmış. Dehan Bey nasıl olup da doktora gitmediğime, birkaç kişiyi öldürmediğime, bırakın kilo almayı, pankreas dövüşçülerine dönüşmediğime şaşırdığını söyledi ve acilen bir fizik tedavi uzmanına görünmemi salık verdi.

BU SEFER ADRESİM BELLİ

Onu araştırmadım. Hemen Önder Çerezci’yi aradım.

Önder, aksak Timur halime aldırmadı, elime odaklandı. Hissediyor musun, "evet", elektrik geçiyor mu "ayy", acıyor mu "vayy" arasında teşhisi koydu: Sinir sıkışması ve eklem iltihabı. Dert belli de, derman farklı. Ne aylardır sürdüğüm Çin yakısı, ne şu ne bu. Buz kompresi, B vitamini ve üç hafta süreyle takılması elzem, atelli sargı.

İki gün geçmeden sızıdan eser kalmadı.

Kalmadı ama iş yazı yazmaya gelince olmuyor. Ateli çıkartınca canım yanıyor, takınca parmaklarım oynamıyor.

Ama teşhis bir hafta, tedavi diğer hafta diye yazmamak olmaz. Bilgisayarın başına oturdum ve iki hafta önce Yeditepe Üniversitesi’nde yediğim mükellef yemeği yazmaya koyuldum. Olmadı. Ahmet Serpil’in coşkusu yazıya yansımadı. Gelecek haftaya bıraktım ve herkesin yaptığını yapıp, gördüğünüz üzere başımdan geçenleri anlattım.

BUGÜN KİMSEDEN AF DİLEMİYORUM

Sürçülisan ettiğim malum. Ama affola demeyeceğim!

En azından yazıyı buraya kadar okuyanlar için Taylan Kümeli’den birkaç önemli ipucu vererek kendimi affettireceğim. Çalışmayan tiroid bezine rağmen iki haftada dört kilo yağ yakmayı becermiş bir kadın olarak bu ipuçlarını ciddiye almanızı şiddetle öneririm.

Her gün yemeyin içmeyin -zaten ne mümkün- ama mutlaka bir litre suyu, içine iki adet elma, kabuğu ile dilimlediğiniz iki limon, bir adet çubuk tarçın, iki karanfil katarak kaynatın ve gün içerisinde tüketin.

İçki içmeden önce C vitamini alın.

İçtiğiniz içki kadar su için.

Son suyunuzun, yani gece yatmadan önce içeceğiniz son bardağın içerisine de bir çay kaşığı elma sirkesi katın.

Sudan bıkınca çorbaya sarılın.

Yeşil çay, bitki özleri de serbest.

Katı gıdalar içinse Taylan Kümeli’ye danışın.
Yazının Devamını Oku

Mahkeme koridorlarında geçen Sevgililer Günü

18 Şubat 2006
Biliyorum hepinize Sevgililer Günü lafından gına geldi. Kırmızı gül görmekten, aşık çift hikayelerinden, çarşaf çarşaf yayınlanan sevgiliye ne hediye almalı anketlerinden, hepsinden... Bana da! Elimden gelse, Azteklerin yaptığını yapacak, şubatın 14’ünü atıp 13’ü 15’e bağlayacağım ama ne mümkün? Kaderde 14 Şubat’ı unutmamak için parmağa iplik bağlamak, takvimlere çarpı koymak, geldi geliyor diye beklemek varmış. Neden mi? Durun baştan başlayayım...

Bundan bir ay kadar önce kapı çalındı, bir polis memuru elinde sarı bir zarfla çıkageldi. Devletten geldiği renginden belli o zarflardan hazzetmem. Hayırlı haber değildir. Memur adımı soyadımı sordu, beyan yeterli olmasa gerek nüfus kağıdımı istedi, bir fotoğrafa bir yüzüme bakıp benim ben olduğuma kanaat getirdikten sonra elindeki defterde imzalamam gereken kutuyu gösterdi. Lakin bu arada benim titrek sesle sorduğum "Memur bey nereden geliyor" sorusuna cevap yok. Karşımdaki sanki polis memuru değil konuşmamaya yeminli keşiş. Neden sonra, çatık kaşlarla yüzüme baktı ve boğuk bir sesle "İzhar" dedi. O an benzim zarfın rengine kesti. İzhar? İzhar ne demek?

Öyle put gibi durmuş; tebliğ, icra, ibra, taahhütname, muvaffakatname gibi bildiğim bütün sarı zarf kelimelerini sıralıyorum ama yok... İçlerinde izhar yok. Zarfı da alamıyorum. Nereden öğrenmişsem, bazen resmi evrakı teslim almak bile bombanın saatini ayarlamak anlamına gelir diye; boz ve boş suratla memurun yüzüne bakıyorum. Sonunda açıkladı: İlk duruşmaya katılmayanlara ikinci duruşmaya da gitmezler ise mahkemeye "mevcutlu" yani polis nezaretinde götürüleceklerini bildirmek için yollanan yazı imiş.

Tamam iyi de hangi duruşma? Ne davası? Ben yüksek sesle kan olmaz, alacak verecek yok, araba kullanmadığıma göre trafik cezasını da geç diye şıkları sıralaya durayım memur bey zarfı açıp duruma açıklık getirdi: "Hırsızlık sanığı imişsiniz!" O an ölmedim ya bir daha ölmem! Tanıkla sanık lafını karıştırmayan polise de polis demem. Artık bayılma noktasına geldiğim yüzümden aktığından mı neden bilmem, bir süre sonra kaşlarının arası ütülendi, sesinin tonu ve hitap şekli değişti "Abla ne yap ne et, git. Yoksa seni götürmek zorunda kalırız" dedi. Sonra da en babacan haliyle "Bula bula da Sevgililer Günü’nü bulmuşlar" diye ekledi.

FOTOĞRAFI BİLE VAR KENDİSİ YOK

Polis nezaretinde Sevgililer Günü davası... Güleyim mi ağlayayım mı? İzharı okumaya başladım. Zaten hepi topu soluk daktilo ile yazılmış üç beş satır: Tarih, dosya numarası, sanık ve tanık adları. Sanıklar Ömer bilmemkim ve Selim bilmemne ve şimdi hatırlamadığım üç beş isim daha. Müştekiler de biz ikimiz: Yani Tuba Çandar ve bendeniz. O an ayıldım; Bu Selim bizim Selim. Yaklaşık bir yıl önce selamsız sabahsız hayatımıza giren, o gün bu gün çekip gitmeyen Selim. Selamsız sabahsız lafı boşuna değil. Gerçekten de Selim, bir sabah ansızın Tuba’lara geliverdi ve kısa bir ziyaret sonunda evde bulunan değerli ne varsa aldı gitti. Bir gece önce Tuba’da kalmış olduğum için benim çantamı da almış. Olaya Cengiz (Çandar) el koydu. Onun da canı yanık. Diz üstü bilgisayarı, pasaportu, cep telefonu ama daha da önemlisi, üç yıldır üzerinde çalıştığı kitabın disketleri gitmiş.

Eh hal böyle, şikayetçi de Cengiz Çandar olunca, haliyle eve birkaç ekip birden geldi. Hatta İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah ve İçişleri Bakanı Sayın Abdülkadir Aksu bizzat arayarak polisin duruma el koyduğunu söyledi. Rahatladık. Gerçekten de Türk polisi iki gün içinde hırsızımızın adını sanını, hatta fotoğrafını bile buldu. Bir tek kendini ve çalınan malları bulamadı. Eh o kadar kusur kadı kızında da olur! Bir iki hafta umutla bekledikse de sonunda vazgeçtik, bir bardak soğuk su içtik.

Tam Selim’in adını unutmuştuk ki izhar geldi. Meğerse davamız kamu davası olmuş. Bu kamu davası denen öyle bir dava cinsi ki, kar kış dinlemiyor, her ahval ve şeraitte görülüyor. Gitmeyenlerin sonu malum... İşin beteri avukat tutmak da yok. Yani siz tutamıyorsunuz. Hırsız firarda olduğu için onu mahkeme tarafından görevlendirilen avukat temsil ediyor ama hakim illa sizi karşısında görmek istiyor.

MÜBAŞİRE KANDIK DAVAYI KAÇIRDIK

İşte 14 Şubat sabahı kargalar uyanmadan kalkıp, Tuba ile el ele Sulh Ceza’ya yollanmamızın nedeni bu. Ortada öyle bağırıp çağıran, boşanmaya çalışan çiftler yok. Sessiz koridorlarda cüppeli birkaç avukat, kelepçeli birkaç arkadaş o kadar. Bir de sözleşmiş gibi fiyonklu şapkalarımızla arzı endam eden biz, ikimiz. Davanın hangi salonda görüleceğini anlamak için kapı önlerine asılmış listelere bakınıyoruz. Adam öldürme, emniyeti suiistimal, uyuşturucu, gasp, adam yaralama gibi suçun her çeşidi sıram sıram sıralanmakta. Biz yirmi yedinci sıradayız. Dava saati gelmiş ama birinci davanın bile üzeri çizilmemiş. Mübaşir olduğunu sandığımız beyefendiye sıramızın ne zaman geleceğini sorduk, en az bir saat sonra olacağını öğrenince de, hiç olmazsa sıcak bir çay içelim diye bahçedeki çay ocağının yolunu tuttuk. Ama heyecandan mı neden bilmem, yirmi dakika sonra geri döndük ki, ne görelim? Bizimkinin üzeri çizili. Selim’in avukatı kapıda, ama şapkalı mağdureler ortada olmadığı için dava başka bahara kalmış.

Yalan değil, bahara. Hem de iyi mi, gene özel bir güne: 23 Nisan’a. Karar verdik, bu kez şapka takmayacağız. Papatyadan çelenk yapıp boynumuza asacağız, çocuklar gibi şen koridorlarda zıplayacağız. Bakarsınız Selim de bunca devletlinin yüzünü kara çıkarmamak adına gelir, rondomuza katılır.

Bayram dediğin de ancak böyle kutlanır!
Yazının Devamını Oku

Dört farklı kadın, üç yemek kitabı

11 Şubat 2006
Her zaman bir kadını tanımanın en kestirme yolunun onun evine gitmek olduğunu düşündüm. Ev kadar insanı ele veren az şey vardır. Ne kılık kıyafet, ne duruş oturuş, ne de bilgi birikimi bir kadını evi kadar doğru yansıtır. Tanımadığınız ya da az tanıdığınız birinin evine adım atmak, bir anlamda onun iç dünyasının da kapısını aralamaktır. Seçtiği renkler, nesneler, evine gösterdiği özen ya da boş vermişlik birer ipucudur. İpin ucunu bulup çekmeye görün, yumak çözülür.

Kimi evler, özellikle de göstermelik düzenlenmişleri bazen insanı yanıltır.

Yanıltmayan tek şey, sofralardır.

Siz hiç tuzluğundan örtüsüne, tabağından kaşığına, çiçeği, mumu, sahanı lengeri ve elbette basitinden allengirlisine, hazırından zahmetlisine, dakikada kotarılmışından pişirirken pişmişine ortaya konan yemekleri ile birbirinin tıpkıbasımı iki sofra gördünüz mü? Ben görmedim.

İşte onun için sofra kadınların aynasıdır, derim.

Aslında lafa neden böyle başladım, bilmiyorum. Şimdi "Söz ettiğin kadınlar bir eli yağda, diğeri balda yaşayan bir avuç azınlık. Bir lokma ekmek bulamayan, kimi zaman aç yatıp aç kalkan bunca kadın varken sen tutmuş mumdan peçeteden dem vuruyorsun" diyen e-maillere boğuşacağım ama başladım bir kere... Oldu olacak, bitireyim.

Söz ettiğim kadınlar, köylüsünden kentlisine, yaşama sevincini yitirmemiş kadınlar. Diğerlerinin, yani yoksulluğun biçtiği, yaşayan ölüler haline getirdiklerinin aynası, elbette evleri değil. Onların aynası, umutsuzluğun birer kara deliğe dönüştürdüğü gözbebekleri.

Ama konumuz bu değil.

Geçen hafta gene kar yağıp eve mahkum olduğumda, baktım dışarı çıkılamayacak, ben göze alsam da davetlim daveti başka bir bahara bırakacak; bu haftanın kurtarıcısı olarak son günlerde sofralarına konuk olduğum arkadaşlarımdan söz etmeye karar verdim.

Ama düşündükçe sofradan söz etmektense yemeklerden söz etmenin, bunun en iyi yolunun da yemek kitaplarını tanıtmaktan geçtiğini düşündüm.

Ve son zamanlarda edindiğim kitaplar içerisinde üç tanesini seçtim.

İlki Gönül Paksoy’un ikinci cildini yayınladığı Yemek İçin Tasarımlar’ı, diğeri Lale Apa ve Bedriye Medina’nın ortak çalışması Remix’ler, üçüncüsü ise Ülkü Necipoğlu’nun yazdığı ve ikinci baskısı yapılan Türk ve Batı Mutfağından Yemek Tarifleri.

Bu üç kitabı seçme nedenime gelince yazarlarının benzer çevrelerin insanları olmalarına karşın farklı yaş diliminden kadınlar olmaları.

GÖNÜL PAKSOY

Bugün ne pişirsem diye düşünenler için değil

Gönül Paksoy, bilinen bir isim. Kelimenin tam anlamıyla tasarımcı. Bu tanım, tasarladığı giysiler kadar yemeklerine, daha da ileri gideyim, elinin değdiği her şeye uyuyor. Onun yaptığı paketi, dizdiği kolyeyi, boyadığı kumaşı ya da püsküllü mısır kabuğunda pişirdiği uskumruyu görüp de etkilenmemek mümkün değil. Yılda iki kez verdiği kalabalık yemek davetine gidenler, yaptığı yemeklerin ne kadar sıra dışı, bir o kadar da estetik olduğunu bilirler. Yemeklere uzun uzun bakılır, övgüler yağdırılır sonra soru işaretleriyle tadılır.

Soru işaretiyle tadılır, çünkü tattığınız şey her ne ise; alışık olmadığınız, o güne kadar birlikte kullanıldığını görmediğiniz malzemelerin bir araya gelmesiyle oluşmuş bir tattır. Yabani sebzelere meyveler eşlik eder, adını duymadığınız bitkiler salataları süsler, kullanılan baharatın ne olduğunu anlamak bulmaca çözmeye benzer.

İşte, Yemek İçin Tasarımlar kitabında da o davetlerde yaptığı yemeklerin tarifini veriyor Paksoy. Kitabı açar açmaz, farklı ve farklılığının farkında bir kadının sofrasına konuk oluyorsunuz. Benim gibi bütün tarifleri okuyup bitirdiğinizde ise bu işin tarif okumakla ilgisinin olmadığını, içine bolca yaratıcılık, emek ve aşk katmadıkça onunkiler gibi yemek yapamayacağınızı anlıyorsunuz.

Her ne kadar kullanılan bütün malzemenin yerel pazarlardan satın alındığını söylese de mor karnabahar, Çin lahanası, ham kavun, dev kabak, kestane mantarı, çiriş ve benzeri zerzevatın köşedeki manavda satılmadığı gerçek. Nitekim Gönül Paksoy da onun tutkusunu bilen arkadaşlarının ender bulunan sebzelerle karşılaştıklarında hemen alıp ona yolladıklarını söylüyor. Diyeceğim o ki, söz konusu kitap tarifleri birebir uygulamak isteyenlerden çok yemek yapmanın ve onu sunmanın yaratıcılıkla birleştiğinde nasıl sıradan bir uğraştan çıkıp sanata dönüştüğünü görmek isteyenler için biçilmiş kaftan. Bu gün ne pişirsem diye düşünenler için değil.

LALE APA, BEDRİYE MEDİNA

Hayattan geri kalmak istemeyenlere

İkinci kitap Lale Apa ve Bedriye Medina’nın Remix serisi. Remix’ler daha çok zamanı dar olduğu halde ağız tadından ve sofra adabından vazgeçmek istemeyen kadınlar için hazırlanmış.

Lale’yi de, Bedriye’yi de tanırım.

İkisi de çalışan, düşünen, yaratan ve büyük şehir yaşamının dayatmalarına zamanlarını doğru kullanarak kafa tutan modern kadınlardır. Çocukları ile de birebir ilgilenir, spora da gider, dostlarını da lokantada değil, özenle kurdukları sofralarda ağırlarlar. Hal böyle olunca, yazdıkları kitap da kendileri gibi yaşayan kadınlara yönelik.

Yorgun bir günün sonunda eve geldiğinizde yüksünmeden yapabileceğiniz pratik yemek tariflerini içeriyor. Aman sakın sade suya tirit çorbasından söz ettiğimi sanmayın! Tersine, hemen her tarif kolay uygulanabilir olmasına kolay ama bir o kadar da sağlıklı ve leziz. Bütün ayrıntılar düşünülmüş. Televizyon karşısında, teknede, bahçede yenecek; pazar sabahı çat kapı gelen dostlara sunulacak, kış gecelerinde içinizi ısıtacak, yaz günü ferahlatacak ve her kadının kábusu olan resmi davetlerde yüzünüzü ağartacak tarifler bunlar.

İçki yanında sunacağınız diplerden, kolaylıkla yapabileceğiniz ekmeklere, salatadan çorbaya, pirzoladan risotto’ya yüzlerce tarif...

Okuduklarını birebir uygulamak isteyenler ve bugün ne pişirsem diye düşünenler için birebir.

ÜLKÜNECİPOĞLU

Anne mutfağını özleyenlere

Üçüncü kitap ise Ülkü Necipoğlu’nun. Kitabının ismi Türk ve Batı Mutfağından Yemek Tarifleri.

Kendisi komşum ama henüz tanışmadık.

Buna karşılık kitabını okuduktan sonra bir kez telefonda konuştuk. Soyadı tanıdıktı.

Konuşurken, Bizans tarihi ile ilgilenenlerin yakından tanıdığı bir ismin, Boğaziçi Üniversitesi Öğretim üyelerinden Nevra Necipoğlu ve Amerika’da Sanat Tarihi profesörü olan Gülru Necipoğlu’nun annesi olduğunu öğrendim. Yemek kitabı yazmasının nedenini sorduğumda da "’Marifet iltifata tabidir’ derler ya, bana kalsa böyle bir kitabı asla yazmaya cesaret edemezdim. Kendimi hiç yemek ustaları arasında saymadım. Ama soframda ağız tadıyla yemek yenmesi için özen gösteririm. Bu gayret genelde başarıyla sonuçlanmış olsa gerek, eşim dostum, ailem bilhassa damadım, bir süredir notlarımı kitaplaştırmam için ısrar ediyorlardı. Önce aldırmadım ama ailemden ve dostlarımdan öğrendiklerimin benimle yitip gidebileceklerini düşündüğümde inadımdan vazgeçtim. Kitabımda iddialı olduğum tek bir unsur var: O da okunulan tariflerin harfiyen uygulanmaları halinde alınacak neticelerin tatminkar olacağı. Bir de gurur duyduğum başka bir şey var: O da ölmüş ailem ve dostlarımdan öğrendiklerimi isimleriyle yaşatmış olmam. Bu kitap benim değil, hepsinin eseri" dedi.

Sonra kızlarına nazire yaparak, "Bir de sadece bilim kadınları mı kitap yazar? Benim gibi ev kadınları da yazar, üstelik yazdıkları ikinci baskı yapar" diyerek, kahkaha attı.

441 tarifin yer aldığı kitabı karıştırdığımda annemin sofrasına oturmuş gibi oldum. Çerkes tavuğundan zeytinyağlı dolmaya geleneksel lezzetlerin yanı sıra parçalanmış yufka böreğinden kolayca yapılıveren pizzaya, bilenin "el kantar göz tartar" usulüyle çabucak yaptığı, ancak püf noktalarını bilmeyen acemilerin çuvallayacağı tarifler ile karşılaştım. Ülkü Hanım bu derdi bilmiş ve tarifleri verirken püf noktalarını es geçmemiş.

Hem anne mutfağını özleyenlere, hem bu gün ne pişirsem acaba diye düşünenlere merhem olacak bir kitap yazmış.

Her üçünü de şiddetle tavsiye ederim.
Yazının Devamını Oku

Üç isim, üç şarkı hayatımın üç farklı dönemi

4 Şubat 2006
Soluk soluğa kapıdan girdiğimde yirmi dakika gecikmiştim. Üstelik beklettiklerim yakın arkadaşlarım değil, zamanlarının kısıtlı olduğunu bildiğim insanlar ama olan oldu bir kere. Gün batımıyla birlikte Hisarüstü’nün lam elif sokaklarının dona çekeceğini, yirmi metrelik yokuştan yirmi dakikada inilebileceğini hesaba katmadım. Neyse...

Alı al moru mor, köşedeki yuvarlak masaya seğirttim ve özür üzerine özür diledim.

Neco o akşam başka bir yerde sahneye çıkacağını ve yarım saat sonra kalkmak zorunda olduğunu söyledi. Hale soluklanayım diye bir içki getirtti, fotoğraflar çekildi, bu arada benim nabzım düzeldi.

Aslında her biri için ayrı soru hazırlamadım. Hepsine sormak istediğim tek bir soru var: Ömrünü müziğe yatıran bu insanlar hayatı bize biraz daha katlanabilir kıldılar; orası kesin de, acaba kendileri nasıl yaşadılar? Müzikle uğraşmak iyidir de, onu icra etmek fedakarlık gerektirir. Hayat biz fanilerin hayatı gibi akmaz. Gün dilimleri, yemek saati, tatil vakti farklıdır. Biz nehariyizdir, onlar leyli. İşte bunu konuşmak istiyorum. Bu farkın getirdiğinden götürdüğünden söz etmek, varsa ödedikleri bedelleri bilmek, yoksa bunu nasıl olup da becerebildiklerini öğrenmek...

Neco’nun da Özdemir Erdoğan’ın da uzun yıllardır evli ve yetişkin çocukları olan mutlu aile babaları olduğunu, Akrep’in uzun soluklu ilişkisinde huzuru bulduğunu biliyorum. Zaten niyetim özel hayatlarından değil sosyal hayatlarından konuşmak.

Ama ağzımı açar açmaz sorulara boş veriyor, üçünün de hayatımdaki farklı ama nedense benzer dilimlerine denk düşen rolünden söz ediyorum.

Neco’yu ilk kez Ankara’nın ünlü gece kulübü Süreyya’da dinledim. 17 yaşlarında olmalıyım, başımda kavak yelleri. Özdemir Erdoğan’ı Harbiye’de Kokteyl adlı bir gece kulübünde. Yaş otuzlu yaşlar, dilimde İkinci Bahar.

Akrep; günlerin kısa, gecelerin uzun olduğu Bodrum yazlarına rastlar.

Hepsinin fonunda da kuşlar kanat çırpar.

ÖZDEMİR ERDOĞAN DEVLET MEMURU OLURSA

Lafa böyle başlayınca iş soru-cevap olmaktan çıktı sohbet başka yere aktı. Bir süre sonra Neco özür dileyerek kalktı. Yazın Bodrum Marina’da görüşmek üzere sözleştik. Akrep Shu Bar’da da sahneye çıkıyor ama kalkmasına, Özdemir Erdoğan’ın da sahne almasına daha vakit var.

Bütün sohbeti burada anlatmam mümkün değil. "Off the record" olduğundan değil, yer darlığından. Ama Özdemir Erdoğan’ın anlattığı bir hikayeyi anlatmadan geçemem: Fikri Sağlar’ın Kültür ve Turizm Bakanlığı sırasında kendisini Kültür Bakanlığı Kredi ve Ödenekler Daire Başkanı olarak buluyor. Daha masasına oturmadan kapı çalınıyor ve bir memur, imzalaması için bir tomar kağıt uzatıyor. Özdemir bakıyor hepsi de ünlü isimlere dağıtılacak üç beş milyon kredi. Listede kimler yok ki? Türk sinemasının en maço simasından sahnelerin hanımefendisine yüzlerce kişi. Yahu diyor, bu ne iştir, sanatçıya ulufe dağıtmak gibi kredi vermek olur mu? Yapılacaksa daha anlamlı bir şey yapılmalı, telif yasası çıkartılmalı. Uzun lafın kısası imzalamıyor ve sanatçı arkadaşlarıyla arası açılıyor.

Sonra bir gün Süleyman Demirel ile karşılaşıyor.

Dayanamıyor Süleyman Bey’e kendisi gibi birini neden böyle para dağıtılacak bir makama uygun gördüklerini soruyor.

Süleyman Bey hazır cevap: "Sen," diyor "Yıllardır, ’Paranın ne önemi var, mühim olan aşkımız’ diye söylemedin mi? Dağıtmayacağını biliyorlar ya, ondandır."

İşte böyle yığınla hikaye...

COCO’DA HEM YEMEKLER İYİ, HEM DE MÜZİK

Bu üç kişiyle Coco’da buluştum.

Coco, olmazı oldurmaya çalışan mekanlardan. 4. Levent’te, Manolyalı Sokak 21’de. O semtin bütün sokakları birbirine benzer, onun için eski Le Select’in olduğu bina diye tarif etmek daha iyi.

Haftanın dört günü canlı müzik var. Salı geceleri Özdemir Erdoğan, perşembeleri Akrep Nalan, cuma Neco ve cumartesi Fedon söylüyor. Bu tarz canlı müzik çalınan yerlerde genellikle yemek ön planda değildir. Yemek istediğinizde önünüze genellikle küçük tabaklar içerisinde minik mezeler gelir ve açıkçası hiçbiri de unutulmaz tatlar değildir. Ödediğiniz faturanın yediğiniz yemekten ziyade, dinlediğiniz müzik için olduğunu siz de bilirsiniz, mekan sahipleri de.

Coco farklı. Mutfağı iyi bir restoran mutfağı. Etiniz, balığınız, salatanız, şarabınız hatta ve hatta Hale Dicleli’den çok tutulduğunu öğrendiğim Çökertme Kebabınız var. Tatlı çeşitleri, özellikle de tattığım çikolatalı suflesi çok iyi.

Fiyatlar da iyi bir lokantada ödeyeceğiniz fiyatlar.

Bir diğer artısı ise, müşterilerin kalitesi. Mekanın müdavimleri gürültüden bezdikleri, kalabalıktan yoruldukları için uzun süredir dışarı çıkmayan insanlar. Kapıdan girdiğinizde şık bir kalabalığın doldurduğu, bir zamanlar İstanbul’da sık rastlanılan, son yıllarda ise izine pek rastlanmayan hoş bir mekanla karşılaşıyorsunuz.

Kimsenin eli havada değil ama atmosfer neşeli.

Akrep Nalan

SAHNELERİN YALINAYAK KONTESİ


Sahnelerin yufka yürekli devi, rindi, kalenderi...

Ankara’da usul uslu yaşar, dağarcığındaki binlerce şarkıyı arkadaş toplantılarında söylerken; gittiği Bodrum’da bir gün sahneye çıktı ve yuttuğu tozu öyle sevdi, ona öyle sevdalandı ki bir daha inmedi.

O sevda hayatının yolunu çizdi. Ankara’yı bıraktı İstanbul’a yerleşti.

Gündüzden geçti, geceyi seçti.

Sahnede onun kadar uzun kalan, repertuarı onunki kadar geniş başka bir şarkıcı var mı bilmiyorum. Bildiğim, şarkı söylemeyi her şeyden çok sevdiği, sahnede geçirdiği saatlerin ona kısa, uzak geçen dakikaların uzun geldiği.

En çok şarkı söylemeyi sever dedim, doğru.

İkinci sırayı dostları alır.

Üçüncü sırada ise bıkmadan usanmadan oynadığı tavla ve okumadan gün geçmez dediği kitapları vardır.

Özdemir Erdoğan

SESİNDEN RÜZGAR GEÇEN ŞARKICI


Aynı zamanda besteci, yapımcı ve şarkı sözü yazarı.

Film müzikleri, cıngıllar, süpervizörlük, stüdyo kayıtları da yapan, kısaca günün yirmi dört saati müzikle uğraşan müzik adamı.

Kendisine biçilen huysuz, zındık gibi sıfatları zarafetle taşısa da, sanırım onu tarif eden tek sıfat, aykırılığı.

İflah olmaz bir mükemmeliyetçi: Nedenini sorduğunuzda gösterdiği tek neden, seyircisi.

Hınzır gülümsemesi, tel çerçevelerin ardına saklamaya çalıştığı muzip bakışları ve taammüden işlediği "suçlarını" anlatırken tutamayıp attığı çıngıraklı kahkahası insana önce haylaz bir oğlan çocuğu ile karşı karşıya olduğunu düşündürtse de, laf müziğe gelince işin rengi değişiyor. Sesinin tınısına ömrünü müziğe adayanların çilesi siniyor.

Sahnede devleşmiyor.

Fısıldayarak söylediği şarkılarına başladığı an ortada ne sahne kalıyor ne şarkıcı.

İkisi birbirine geçiyor, bütünleşiyor.

Ve içiniz nereden estiğini bilmediğiniz rüzgarla ürperiyor.

Neco

SADECE SEVDİĞİ İŞLERİ YAPAN ADAM


Şarkı söylemek istemiş, söylemiş.

Oyuncu olmak istemiş, olmuş.

Oyunculuk eğitimi alan her şarkıcının düşüne giren müzikaller onun da düşlerine girmiş, Türkiye’de sahnelenen üç büyük müzikalin baş rolünü üstlenmiş.

Sevmediği mekanlarda sahne almamış.

Benimsemediği insanlarla çalışmamış.

Hayatın kapalı bir çevrede yaşanan kör rekabetten ibaret olmadığını erken yaşta anlamış, gençliğini toprağa akıtmamış. Doğru bildiğinden şaşmamış, seçtiği gibi yaşamış.

Gelecek yıl meslek hayatının kırk birinci yılını kutlayacakmış.

Geçmişi anlatan sesinde özlem, gelecekten söz ederken güven var.

Sahneyi dolduran, gür sesiyle çınlatanlardan.

Altmışlardan ,yetmişlerden derlediği şarkıları söylüyor.

Ve insanı geçmişin gamsız günlerine götürüyor.
Yazının Devamını Oku

Bu bir kalem sürçmesidir, affola

28 Ocak 2006
Dediğim gibi, deli poyraz eşliğinde geldiği için yağdığı mı tozduğu mu belli olmayan meret, bende kıstırılmışlık duygusu dışında hiçbir duygu uyandırmadı. Siz bu yazıyı okuduğunuzda bitmiş olacağı söyleniyor ama şu an bütün şiddeti ile sürüyor.

Kardan söz ediyorum.

İstanbul’un her semtine farklı yağan kardan.

İki gündür durmadan yağan kardan.

Lapa değil, bıldır değil, tipi değil döne döne yağan kardan.

Fırtına eşliğinde geldiği için olsa gerek insanda coşkudan çok kıstırılmışlık duygusu uyandıran kardan.

Üç gündür evdeyim. Köpeği gezdirmek için parka inmek dışında dışarıya çıkmadım.

Genellikle böyle zaruri ev hapislerinden hoşlanırım.

Gündelik koşuşturma içerisinde bir türlü fırsat bulunup da yapılamayan işleri düzene koymak, uzun süredir aranamayan arkadaşları aramak, uzaktan da olsa seslerini duymak, niyetlenildiği halde bir türlü okunamamış kitapları okumak, birikmiş evrakı ayıklamak, çekmeceleri, dolapları boşaltıp bunca ıvır zıvırın nasıl biriktiğine şaşırmak, kuytu bir rafta unutulmuş albümlere bakıp geçmişe dalmak, solgun kırık sepya fotoğrafların çekildiği günlere dönüp anıları temize çekmek iyi gelir.

Sizi ev hapsine mecbur kılan her ne ise -karsa kar, yağmursa yağmur, beklemekse beklemek- onu sever, için için bitmemesini dilersiniz.

Bu kez öyle olmadı ama...

KOLTUKTAN KANEPEYE

Dediğim gibi, deli poyraz eşliğinde geldiği için yağdığı mı tozduğu mu belli olmayan meret, bende kıstırılmışlık duygusu dışında hiçbir duygu uyandırmadı.

Bırakın evin içinde dört dönen badem kadın olmayı, koltuktan kanepeye gidecek mecalim yok. Televizyon açık. Kanaldan kanala zıplıyor, karşıma çıkan programlara boş gözlerle bakıyorum. Belli ki herkes benim gibi değil. Kadının biri yememiş içmemiş, kar-tipi fırtına dinlemeyip kayınvalidesinden öğrendiği fasulye turşusunu izleyici ile paylaşmak, ama ondan da önce televizyonda görünmek fırsatını kaçırmamak için Beykoz’dan İkitelli’ye gitmiş; elinde kaşık, sponsor firmanın verdiği bir örnek kirazlı tencerelerde Karadeniz yemekleri yapıyor. Bir diğeri tek katılımcı olma fırsatını değerlendirmiş, sorulan sorulara cevap vermek dışında habire konuşuyor. Haberlerde tek haber var. İstanbul’u etkisi altına alan ve hayatı felce uğratan kar. Kuş gribi uzmanları, yerini metereologlara ve her daim ekrana çıkma fırsatı yakalayamayan belediye başkanlarına bırakmış. Magazin programlarında gazetecileri evlerine çağıran bu vesile ile kar elbiseleri ve kürklü şapkalarını gösterme şansını yakalayan birkaç ünlünün nasıl çocuklaşıp bahçede kartopu oynadığı görüntüsü dışında bir şey yok. Diziler tekrar, filmler eski.

BİRAZ DAME DE SION

İçimden bir ses, fırsat bu fırsat otur yazını yaz diyor.

İyi de ne yazacağım?

Pazar günü dünyanın dört bir yanından okulun 150. kuruluş yılını kutlamaya gelen Dame de Sion’lu arkadaşlarımla buluşmaya kalktım, olmadı. Oysa sadece onların fotoğraflarını çekip altına bir iki satır yazmak bile yeterdi. Düşünsenize ne yaşları, ne başları, ne de hayatta duruşları birbirine benzemeyen yüzlerce kadın Büyük Avlu’da toplanmış. İçlerinde diploma aldığı günden beri görüşmeyeni de var o gün bu gün Siyamlı ikizler gibi yaşamayı becereni de. Aradan yıllar geçmiş. Hayatın izi hepsinde farklı. Karşılaştıklarında duralıyor, kimin kim olduğunu çıkarmaya çalışıyorlar. Sonra haykırışlar, sarılmalar ve hiç değişmemişsin diye başlayan bilinen yalan. Oysa kilolar alınmış verilmiş, sarışınlar siyaha, karalar sarıya kesmiş. Belki de haksızlık ediyorum kim bilir. Belki de o avluya adım attıklarında hepsi birkaç saatliğine bile olsa on yedi yaşlarına geri dönmüşlerdir.

BİRAZ HAKAN ERDOĞAN

Yok, bu gün ne yazsam belli ki karamsar bir yazı olacak.

Peki başka neden söz edebilirim? Geçen hafta gittiğim Sabancı Müzesi’ndeki caz konseri? Sonra Müzedechanga’da yediğimiz yemek?..

Aslında Hakan Erdoğan ile gelecek günler içerisinde buluşmak ve fiyakalı birkaç fotoğraf çektirtip düzenlediği konserlerden söz etmek istiyordum. Yaptığı az buz iş değil çünkü. Hakan, hobisini işi kılmayı becermiş ender insanlardan. Müzikle iç içe dış dışa bir hayat onunki. Sorduğunuzda, mesleğinin olmadığını söylüyor.

Organizatörlük meslek değilmiş. Hacettepe Üniversitesi’ni bitirdikten sonra kendisini bu uğraşın içerisinde bulmuş. Ankara Festivali’nin kurulmasına ön ayak olmuş.

Ünlü Hipodrom Konserleri de onun fikri. Zamanın Ankara Belediye Başkanı Murat Karayalçın onu bu fikirden caydırmak için az buz uğraşmamış. "Koca Hipodrom 9. Senfoni dinlemeye gelenlerle dolmaz, hezimet olur" demiş ama dinletememiş. Hakan inatçı. Riski göze almış, konseri yapmışlar. Ve otuz bin kişinin ayakta Beethoven dinlemesine onlar da şaşırmışlar.

Derken Ankara günleri bitmiş yolu İstanbul’a ve Sabancı Müzesi’ne düşmüş. Yaz aylarında müzenin bahçesinde cazlı kahvaltıları ve son iki aydır da Toyota sponsorluğunda bizim de gittiğimiz konserleri düzenlemeye başlamış. Bu konserleri düzenlerken tek ölçüsü İstanbul Festivali’ne davet edilecek kadar ünlü olmayan ama yetkinlikte oraya gelenleri aratmayan sanatçıların çağırılacağı konserler olması. Bizim gittiğimiz gece Blanchard adında bir kemancının kurduğu trionun konseri vardı. Ben tanımasam da söz konusu Monsieur Blancheard ünlü mü ünlü ve klasik keman virtüözü olmasının yanı sıra böyle Grapelli tarzı çalan ender cazcılardan biri imiş.

BİRAZ DA CHANGA

Sonra Müzedechanga’da yemek. Bu yazılara ilk başladığım yıl, ilk yazıyı onlar için yazmak istedim ve o gün bu gün kendilerinden tek kelime edemedim. Oysa Savaş ve Tarık ve Zekiye yazıyı değil, diziyi hak eden işler yapıyorlar. Müzenin ilk katına açtıkları yeni yerde de yeni tatlar denemişler. Hele bir kırmızıbiberli armut tatlısı var ki, anlatamam... Ama onları böyle karamsar bir yazının içine sığdırmaya da kıyamam.

Yok; dışarıda bu kar böyle sürdükçe olmayacak.

Ne yapsam ne etsem yazının kıvamı tutmayacak.

Sadece tiyatrocular mı dilleri sürçtüğünde affola, der?

Bazen gördüğünüz gibi kalem de sürçer.
Yazının Devamını Oku

Semahat Hanım’ın gözbebeği Divan

21 Ocak 2006
Pazar sabahı uyandım ki içim pırpır.<br><br>Bu duyguyu iyi bilirim. Gençken zorlu sınavlar öncesi mideme yumruk oturur, ağzım pasa keser, kalp atışlarım uzaktan duyulurdu. ’Sakinleş’ derdim kendime. ’Bu da altı üstü diğerleri gibi bir sınav işte’. Ama ne derin nefes alıp vermelerin ne bu ve buna benzer telkinlerin faydası olmadığını; zil sesine kadar içimin taşlı tarlada giden arabaya binmiş gibi hop oturup hop kalkacağını bilirdim. Zil sesi o duygunun silgisiydi. Sınav nasıl geçerse geçsin zil çaldığı anda gerginliğim de geçerdi. Zamanla, girilecek sınavlar, verilecek hesaplar azaldıkça, gençliğe ait pek çok duygu gibi bu duygum da yitti gitti. Ve pazar sabahı hiç beklemediğim bir anda geri geldi. Önce anlamadım. Afalladım. Sonra yavaş yavaş bu duyguyu kuytudan çıkaranın öğleden sonraki buluşma olduğunu kavradım. Saat üçte Semahat Arsel ile randevum var. Semahat Arsel ile, yani Koç ailesinin basına belki de en mesafeli üyesi ile. Gıyabındaki lakabıyla anacak olursam: Demir Leydi’yle. Bu sohbeti kabul etmesinin nedenine gelince o da belli: Ertesi gün Divan Oteli’nin ellinci yıl kutlaması var. Yönetim Kurulu Başkanı olarak otelin tarihçesini bizzat anlatmak istemiş ve neden bilmem beni seçmiş. Geç kalırım korkusu ile saat /images/100/0x0/55eb0f65f018fbb8f8a87130ikide Divan’a gittim. Niyetim biraz soluklanıp soracağım sorulara hazırlanmak. Ne mümkün? Ortalık insan kaynıyor. Girişin dışına kristal avizeler asılıyor, camla kaplanıp büfeye dönüştürülen uzun resepsiyon masasının yanına kurulan platformda ses teknisyenleri son denemeleri yapıyor, ışıkçılar spotlara renkli filtreler takıyor, süsleme işiyle ilgili şirket çalışanları arı gibi uçuşuyor ve Divan’cılar Genel Müdüründen komisine bir aksaklık olmasın diye oradan oraya koşturuyor. Bırakın yeni ve anlamlı sorular hazırlamayı o hercümerç içinde soracaklarımı da unuttum. Saat tam üçte beklendiğimiz haberi geldi. Ben odadan odaya geçilen şaşaalı bir ofise gireceğimizi, Semahat Hanım’ı masif bir masanın arkasında oturmuş bizi bekler bulacağımızı düşünürken Divan Oteli’nin, tek süsü Sevgi Gönül’ün portresi olan sade odalarından birine girdik ve mağrur, mesafeli, otoriter görünüşüne karşın asla yukarıdan,soğuk, korkutucu olmayan bir hanımefendi ile karşılaştık. Önce fotoğraflar çekildi. Sonra sohbete geçildi.

Semahat Arsel’in hayatında Divan Oteli’nin önemli bir yeri olduğunu, ondan söz ederken sesine sinen tınıdan anlıyorsunuz. O tınıda şefkat ve gurur var. Tıpkı çocuklarının başarıları ile övünmekten hoşlanmayan ama sorulduğunda seslerini saklayamayan anneler gibi.

Belli ki Divan Oteli de Semahat Hanım’ın gözbebeği.

Nasıl olmasın ki?

Divan sadece bir otel değil. O elli yıl önce hayatımıza giren, anılarımızda yer eden önemli bir marka aynı zamanda.

Buna ulaşmak kolay olmamış.

50’li, 60’lı, 70’li yıllar zorlukla, mücadeleyle geçmiş.

Kimi zaman bürokrasinin ağırlığı, kimi zaman rakiplerin husumeti, kimi zaman ülkeyi kavuran yokluk yoksunluk, istikrarsızlık Divan’ı da etkilemiş. Gene de bütün bunlar Divan’ın ayakta kalmasını, ondan da öte elli yıl içerisinde en bilinen Türk markalarından biri olmasını engellememiş.

Kuruluş öyküsünü biliyorsunuzdur.

50’li yılların başında Vehbi Koç’un işleri Ankara sınırlarını aşmıştır. Yolu sık sık İstanbul’a düşmekte ancak kendisi ve konukları için bazen ne dönemin en iyi oteli addedilen Park Otel’de ne de başka bir yerde kalacak yer bulamamaktadır. Biraz da bu sıkıntısına çare olsun diye Taksim’de Tatari ailesinden 250 bin liraya aldığı arsaya bir katını ailesine ayıracağı, diğer katlarını misafirhane olarak kullanacağı bir apartman yaptırtmaya karar verir.

Ama Vehbi Bey bu.

İnce elemeden sık dokumadan, kılı kırk yarıp çevresine danışmadan adım atmaz.

Nitekim zaman içerisinde bu düşüncesi değişecek, Avrupa’ya yaptığı birkaç gezi sonunda da otel kurmaya karar verecektir.

Ve Divan’ın ilk harcı atılır.

O harçta Vehbi Bey’in azmi, sabrı, teri vardır.

Ellinci yıl anısına yayımlanan kitapta bütün engellerin nasıl aşıldığı bir bir anlatılıyor.

Bin bir zorlukla ilerleyen otel inşaatı uluslararası bir konferans nedeni ile hızlanır... Park Otel kapanmış ve yeni açılan Hilton Oteli’nde gelen delegeleri ağırlayacak yer kalmamıştır. O güne kadar CHP’li olduğunu bildikleri için pek de yardımcı olmayan Demokrat Parti Hükümeti Vehbi Bey’den inşaatı hızlandırmasını ve oteli konferansa yetiştirmesini ister ve gerekli yardımların yapılacağı sözünü verir.

Hummalı bir çalışma sonunda otel 16 Ocak’ta ilk açılışını yapar ama konferans sonrası yeniden kapanacak ve eksikler giderildikten sonra ikinci kez açılacaktır.

Ama bu açılıştan önce Divan sınavını başka bir kalabalığın, ailenin en büyük çocuğu Semahat Koç ile Nusret Arsel’in düğünü için bir araya gelen dost ve akrabaların önünde verecektir.

ADI İÇİN YAZARLAR ARASINDA YARIŞMA

Otelin adının hikayesi de ilginç.

Günün önemli yazarları arasında bir yarışma açılır ve katılan yazarlardan yabancıların da kolaylıkla telaffuz edebilecekleri, otel hizmetine uygun kısa bir ad bulmaları istenir. Önce ’rahat’ adı öne çıksa da sonra Fikret Adil ile Ömer Sami Coşar’ın önerdikleri Divan’da karar kılınır.

Şapkalı Divan’da.

İ’nin üzerindeki şapka ne zaman ve neden uçtu bilmiyorum ama otelin o yıllardaki adı Divan’ın uzun i’li olanı.

O da bildiğiniz gibi üzerinde sere serpe yatılacak kanepe değil, Osmanlı sarayında devlet erkanının bir araya geldiği, önemli kararların alındığı yüce kurul, bir diğer anlamıyla da Osmanlı edebiyatında şairlerin şiirlerini belirli yöntemle derledikleri kitap demek.

Bana, şapka yerinde dursa otele daha yakışan bir ad olurdu gibi geliyor ama olsun.

Varsın kadı kızında bu kadar kusur bulunsun.

Semahat Hanım o yılları anlatırken bütün bu zorlukların yanı sıra en önemli sorunlardan birinin de yetişmiş insan bulma zorluğu olduğunu söyledi.

Şaka değil hizmet sektörüne giriyorsunuz ve ülkede bu alanda yetişmiş insan sayısı yok denecek kadar az.

Açılış öncesi Vehbi Bey’in İsviçre’ye gitmesi ve oradan beş kişilik uzman bir kadro ile dönmesinin nedeni de buymuş. Zürih’ten gelen kadro mutfağın ve Divan pastanelerinin alt yapısını oluşturmuş. Anlayacağınız bu gün bile Türkiye’nin en iyi çikolatası sayılan çikolataların tadının altında Zürih’ten gelen bir İsviçrelinin imzası var.

TÜRK MUTFAĞINA VERİLEN ÖNEM

Divan’ı diğer otellerden ayıran bir özellik de Türk mutfağına verdiği önem.

Semahat Hanım bu konu açıldığında ne yazık ki Türk mutfağının hakkını verebilecek aşçıların artık yetişmediğini, tıpkı diğer zanaatlar gibi aşçılığın da gerilediğini, babadan oğla devredilen bilgilerin her geçen gün azaldığını, iyi niyetli birkaç çabanın ise Türk mutfağını kurtarmaya yetmeyeceğini söylüyor.

Hazır bu konuya değinmişken biraz onun isteği ile yayımlanan ’Eskimeyen Tatlar’ adlı kitaptan konuşuyoruz.

Sonra laf dönüp dolaşıp Ankara’ya geliyor.

Nasıl gelmez? İkimiz de Ankaralıyız.

Artık ayrılma vakti.

Aşağıya inip Divan’ın ellinci yılı için hazırlanan büyük panonun önünde asker pozu veriyor; ’Ellinci Yıl’ hatıra fotoğrafı çektiriyoruz.

Demeye kalmadan zil çalıyor.

İçimde pırpırdan eser kalmıyor.

BİZİM USTA BİLE OĞLU AŞÇI OLMASIN İSTİYOR

"Türk mutfağı Avrupa mutfağına benzemez. Bu iş aşçılık okuluyla olmaz. Avrupa’da okullarda her yemeğin ayrı ustası vardır. Aşçı dediğin tatlısından böreğine bütün yemekleri bilmek zorundadır. Marifet el kantar, göz tartar hesabı babadan oğla geçer. Türkiye’de artık aşçı yetişmiyor. Bizim usta bile oğlu aşçı olmasın istiyor."

GÜZEL OLAN TAHRİP EDİLİR

"İstanbul’un bu bölgesinde bir güvenlik sorunu olduğu malum. Dış cepheyi yapmamamızın bir nedeni, bunu düşünmemiz. Çünkü güzel olan şey tahrip edilir diye korkuyoruz. Örneğin Cumhuriyet Caddesi’ne bir ikinci kapı açmayı da düşündük, sırf bu nedenle yapmadık."

DİVAN’DA EVLENDİ

"Kendi düğününde eğlenir mi insan? Ben çok eğlendim. Çünkü uzun müddet hastaydım. Evlilik şöyle dursun, yaşamımdan umut kesilmiş o dönemde. Ardından iyileşmem ve gelin olmam annemle babam için ne demek düşünebiliyor musunuz? Müthiş bir sevinç. Bizim için tam bir bayramdı bu düğün. Dostlarımız ve akrabalarımızın çoğu Ankara’dan geldiler."
Yazının Devamını Oku

Bir acayip yazı bu...

14 Ocak 2006
İçinde yemek yok komik kazalarım var Muşmula Dayan!

Duymamış gibi yapıyorum.

Oğlum Sarp bu kez daha yüksek sesle sesleniyor. Bayan Dayan, telefon size!

Yüzündeki muzip gülümseme sesine de sindi.

Geçen hafta gözlüğümün sapını gözüme sokup, tek gözüm kapatıldığından beri ev ahalisinin bana taktığı ad bu: Muşmula Dayan.

Diğer odaya seğirtip, geçmiş olsun demek için arayan arkadaşıma bıkkın bir sesle başımdan geçenleri anlatıyorum: Taksiye bindim, elimdeki kağıtları okumaya çalışırken boynumda sallanan gözlüğü takmak istedim, o sırada taksi çukura gözlüğün sapı da gözüme girdi. Yok, merak edecek bir şey yok. Retina zedelenmemiş ama bir iki gün gözüm bandajlı dolaşacakmışım. Mümkün olduğu kadar diğerini de yormamalıymışım. Falan filan...

Önce sessizlik, sonra kıkırdayarak bir "Geçmiş olsun canım."

Bu en terbiyeli tepki. Aleni kahkaha atanlar, Allah iyiliğini versin diyenler, bunun duydukları en komik kaza olduğunu söyleyenler...

Alıştım artık.

Önce doktorun sağlam gözümü yormamam tavsiyesini pek ciddiye almadım ama adamcağız haklıymış. Gerçekten de tek göz kapatıldığında ikincisi işe yaramıyor. Televizyon seyretmeye, kitap okumaya kalkmaya gör, su koyuveriyor.

Üstelik yazı da yazmam gerek. Bir iki satır karalamaya çalıştıysam da baktım olacak gibi değil, gazetedekileri arayıp başımdan geçeni anlatmak zorunda kaldım. İşte ne olduysa ondan sonra oldu. Ne zaman cumartesi günü sayfada rahatsızlığımdan ötürü o haftaki yazımı yazamadığım ibaresi çıktı, cümle alem arayıp geçmiş olsun dileklerini sunmaya başladı. Anlatsan bir türlü, sussan bir türlü. Geçmişimde buna benzer bir iki kaza olmasa hadi neyse de, zaten adımız çıkmış sekize.

BU KONUDA SİCİLİM KABARIK

Bundan yıllarca önce alnımdaki sargıya bakıp ne olduğunu soranlara da tıpkı şimdiki gibi ezile büzüle anlatmıştım: Benim kadar acelesi olan ve ne yazık ki benim baktığım yönün tam tersine bakan bir adamla, karşıdan karşıya geçmeye çalışırken iki meteor gibi çarpışmış, adamcağızın üst çenesi çıkmış, dişinin kırılan parçasını alnımdan kazımak da yalpalayarak kapısından girdiğimiz genç hekime düşmüştü. Zavallıcık hikayemizi duyar duymaz gülmemek için kendini arka odaya atmış, ciddi hekim ifadesi takınıp döndüğünde bile yüzümüze bakmasıyla kahkahayı patlatması bir olmuştu. Hálá arkadaşlarına meslek hayatının en renkli hikayelerinden birinin bu olduğuna; karşısında gergedan gibi duran Türk kadını ile şakaklarını ovalarken ona bu yaptığının ayıp olduğunu anlatmaya çalışan Fransız adamı anlattığına eminim.

Hayal meyal Loden palto giydiğini hatırladığım Fransız ne yaptı bilmiyorum. Ertesi gün dişçisine koşup ön tarafa bir protez mi taktırdı yoksa o gün bu gün elini ağzına mı götürerek güler, hiçbir fikrim yok. Ben birkaç gün boyunca Apollinaire gibi başımda sargıyla dolaştığımı, birkaç ay boyunca da adamın diş izini alnımın ortasında mühür gibi taşıdığımı bilirim, o kadar.

Gördüğünüz gibi boşuna adımız sekize çıkmış demiyorum.

Baktım bu gözlük sapı sekizi dokuza yükseltecek, yattığım yerde yakarmaya başladım. Tanrım, diyorum, şöyle kuşundan olmayan bir grip bahşet ki iki öksürük bir tıksırık, şanımla hastalandım diyebileyim.

Artık bayrama denk geldiği için mi, bütün içtenliğimle dilediğimden mi yoksa sıkıntıdan ikide bir kendimi balkona atmamdan mı neden bilinmez, sonunda muradım oldu. Önce etlerim dökülmeye, sonra ciğerim sökülmeye derken sırtım ürpermeye başladı.

Teşhis: Ağır soğuk algınlığı.

40 SATIR MI 40 KATIR MI

Ben bir titrer, bir terlerken, önce bayram derken, yazı günü geldi. İki haftadır yazılmayı bekleyen Aldo Cibic yazısını gene rafa kaldırdım. Ama kırk derece ateşim de olsa yazmaya mecburum. Mecburum ama, Aldo şıpın işi yazılacak biri değil.

Bu sersemlikle Vicenzia’da doğdu yazmak bile deveye hendek atlatmaktan beter. Çalıştığı yerler, ustası Ettore Stosstas, Şanghay Metrosu’nda gerçekleştirdikleri, şu anda İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin Silahtarağa projesi için düşündükleri, yaptığı binlerce tasarım, "Modern olacağıma, anarşist olurum" demesi, onunla tanışmamıza vesile olan Kesibe, hayatı vesairesi ile en az üç günde anlatılabilecek biri...

Peki, Aldo’yu yazmadım diyelim. Yerine ne yazılacak?

Kapalı göz dinlediğim televizyon haberleri mi? Yani kuş gribi?

Güney sahillerinde otellerin doluluk oranları?

Bu yıl da kurban kanlarının sokağa akması?

Ya da bir klasik: Bayram güzellemesi?

En iyi seçenek elbette üçüncü ama ondan da korkuyorum açıkçası. Bundan üç yıl önce benim için bayramların anlamını anlatan bir yazı yazmaya yeltenmiş, sigara içerken çekilen fotoğrafımı gören Orhan Kural’ın tepkisini aratan okur mektupları ile cebelleşmek zorunda kalmıştım. O gün karar vermiştim. Bayram, bayramı bayram olarak idrak edenler tarafından kaleme alınmalı.

BEN EN İYİSİ BU YAZIYI BİTİREYİM

Peki geriye ne kalıyor? Fazla bir seçenek yok anlaşılan.

Ya yazıyı uzatmak için takma adımı borçlu olduğum Moşe Dayan’ın ben yazı bile yazamazken, nasıl olup da Ortadoğu aslanı kesildiği üzerine ahkam keseceğim, ya da haddimi bilip huzurlarınızdan bayramınızın kutlu olması dilekleri ile çekileceğim.
Yazının Devamını Oku