Figen Batur

Altın çatal kaşıkla yemek

31 Aralık 2005
Bildiğiniz üzere kısa bir İtalya yolculuğu yaptım. Geçen hafta bu gezinin ilk ayağını, Siena ve Floransa’yı anlatmaya çalıştım. Son durak Roma’yı ise bu haftaya bıraktım. Bütün yolların ona çıktığı söylenen, aslında bütün yolların ondan çıktığı bilinen Roma’ya... Biz, yani Ülker davetlileri, Via del Corso’da Roma’nın İstiklal Caddesi’ne tekabül eden caddesindeki ünlü Plaza Oteli’nde konakladık. Plaza Oteli İtalya’daki pek çok lüks otel gibi saraydan devşirme bir otel. Bir 19. yüzyıl sarayı. Tavan resimlerine bakmaktan boynunuzun tutulduğu, aslan heykellerinin merdiven başını tuttuğu, loş ışıklı kristal avizelerin altındaki kadife koltuklarıyla geçmişin görkemini yaşatan bir otel. Gel gör ki, günümüz nimetlerinden nasibini almamış. İnternet servisi ya yok, ya da çalışmıyor. Ama otelin yeri o kadar iyi, arkaya konuşlanmış ince uzun bar öyle sevimli, odalar o kadar genişti ki, kimse sesini çıkarmadı.

Via del Corso Roma’nın en civcivli iki üç caddesinden biri. Zaten diğerleri de ya onun paralelinde ya da ona açılıyor. İspanyol Merdivenlerine gitmek birkaç adım. Trevi Çeşmesi’ni görmek için bir gıdım daha uzağa gitmek, Pantheon’un ara sokaklarında kaybolmak, Navona Meydanı’ndaki Noel panayırına göz atmak için biraz daha yürümek gerekiyor. O kadar.

Roma büyük bir şehir değil. Yanlış söyledim, büyük olmasına büyük de; Paris, Londra, İstanbul gibi metropol değil. Uzak denilen mahalleleri İstanbul’da yaşayanlar için kapı komşusu sayılır. Herkes gideceği yere yürüyerek gidiyor. Üstelik öyle herkes, aklına estiği zaman arabasına atlayıp şehir merkezine gidemiyor. Hafta sonları belirli caddeler sadece yayalara ayrılmış. Hafta içinde ise otomobil sürücüleri ancak belge ya da özel izinle girebiliyorlar söz konusu caddelere.

İlk gün, biraz da kuzeyin daha aristokrat, dolayısıyla daha düzenli şehirlerinden gelmemizin etkisiyle olsa gerek, yollardaki kalabalığa bakıp şaşırdık. Genci yaşlısı zengini işsizi, bütün Roma ahalisi sokağa dökülmüş çiseleyen yağmura aldırmadan vitrinlere bakıyor, güle oynaya Noel alışverişlerini yapıyordu.

Öğle yemeği için Alfredo’ya gideceğiz. Alfredo, Roma’nın fettucine yapan en ünlü lokantası. Otele iki adım. Bina Art Deco. Zamanında Mussolini’nin burayı mesken tuttuğu, duvardaki kabartmaların da hazretin emriyle yaptığı söyleniyor. Lokantanın dört bir yanı ziyaretçilerin fotoğraflarıyla süslü. Şark köşesi bölümünde, Suudi prenslerinin arasında başbakanın ve Enis Fosforoğlu’nun fotoğrafları asılı. İkisinin ortak özelliği ise diğerlerinde olduğu gibi ziyaretçilerin iştaha ile fettucine yemeleri ve onlara feci halde Fellini karakterlerini hatırlatan çehresi ile Sinyor Alfredo’nun eşlik etmesi.

SELAHATTİN DUMAN BENİ KISKANDI MI?

Söylence o ki, bu kıvrık bıyıklı İtalyan’ın babası, bugün İtalyan mutfağı denince akla gelen iki üç yemekten biri olan Fettucine Alfredo’nun da yaratıcısı.

İşte o günlerde de bir Hollywood yıldızının, Douglas Fairbanks’ın yolu balayı için geldiği Roma’da bu lokantaya düşmüş. Adamcağız yediği eriştelere bayılmış ve Roma’da kaldığı süre içerisinde Alfredo’dan çıkmamış. Dönüşünde de bu güzel günlerin anısı olarak, altın bir çatal-kaşık yaptırıp Sinyor Alfredo’ya yollamış. İşte o gün bu gün Alfredo’nun simgesi o altın çatal-kaşıkmış.

Ömer Engin’in anlattığı bu hikayeyi dinler ve içimden al işte bir boşanma nedeni daha diye geçirirken, bir hareketlenme oldu ve önümdeki tabak kaldırılıp yerine koca bir kayık tabak ve o ünlü çatal-kaşık kondu. Meğerse böyle bir gelenek varmış. Lokantaya gelen müşteriler arasından hatırlı birine bu özel çatal kaşıkla servis yapılırmış.

Kalakaldım... Ve açıkçası benim yerime neden daha önce buraya gelen ve parmak basarak seçtiği yemeğin, on kişi yese bitmeyecek koca bir tepsi deniz mahsulü olduğunu görünce yerin dibine geçen Selahattin Duman’ı seçmediklerini anlayamadım. Fazla da kurcalamadım.

Ömrümde ilk kez altın çatal kaşıkla yemenin keyfini sürmeye, önümde duran bu müthiş yemeğin tadını çıkarmaya baktım.

BİR TAVSİYE

Pantheon yakınlarında, Piazza Navona’ya iki adım mesafedeki Orso 80 ancak bilenlerin gittiği bir Roma Oseteriası. Yani ‘aşevi.’ Adının aşevi olduğuna bakmayın, bu, mekan sahibinin alçakgönüllüğü. Yoksa lokanta Berlusconi’den, Nanni Moretti’ye kadar ünlü Roma sakinlerinin gözdesi. Via dell’ Orso 33 numarada. T: 06 686 17 10. Fiyatlar makul, özellikle mezeleri şahane. Yolunuz Roma’ya düşerse deneyin!
Yazının Devamını Oku

Maç bahane, İtalya gezisi ve yemekler şahane

24 Aralık 2005
Önce anlamadım. Deniz Adanalı yanıldı, şaşırdı, yanlışlıkla beni aradı sandım. "Deniz Hanım, ben basket maçından anlamam, kurallarını bilmem, inanın son kez maç izlediğimde Yalçın Granit hayatta, Baba Kemal sahadaydı" diyorum ama dinletemiyorum.

Davetli gazetecilerin hiçbirinin spor yazarı olmadığını, zaten kimseden de maç yorumu beklenmediğini, birlikte Siena, Floransa ve Roma’ya gideceğimizi, kısaca maçın bahane gezinin şahane olduğunu söylüyor.

Siena, Roma, Floransa... Campo di Fiori, Piazza della Signoria, Uffizi, Trevi...

Aman Tanrım, bir de hava güzel olursa... Teklifi ikiletmiyor, "Tamamdır" diyorum.

Telefonu kapattıktan sonra nezaket gereği Ülker Spor üzerine küçük bir araştırma yapmam gerektiğini düşünüp Yavuz’u arıyorum. Yavuz Demir eski millilerdendir. Evde vaktinin çoğunu NBA maçlarının karşısında geçirir. Yaşlı kurt durduk yerde ortaya çıkan bu basket merakıma şaşırmakla birlikte istediğim bilgileri veriyor.

Takım bu yıl parlak değilmiş. Avrupa Şampiyonası’nda pek şansları yokmuş. İbrahim ve Mirsad iyi günlerindeyse kazanır, değilse yenilirmişiz. Aman hezimet olmasın da, adımız uğursuz gazetecilere çıkmasın diyor, araştırmasını tamamlayan gazetecilerin gönül rahatlığıyla telefonu kapatıyorum.

Tutmayın... İtalya’ya gidiyorum!

Nasıl hoş bir geziydi; beş günlüğüne bile olsa İstanbul’dan uzaklaşmak; yağmuru çamuru, derdi tasayı arkada bırakıp Noel arifesinde ışıl ışıl parlayan, sokaklarında hálá şık kadınların ve yandan gülüşlü çapkınların dolaştığı Avrupa’nın bu en görkemli medeniyetinin başkentine gitmek nasıl iyi geldi anlatamam.

18 kişiydik. Eşleriyle birlikte Ülker Şirketler topluluğunun iki yöneticisi; biri otuz küsur yıldır Roma’yı mesken tutan, diğeri Nice’de ikamet etmekle birlikte önemli gezilerin vazgeçilmez rehberlerinden iki İst-Mar rehberi; Deniz ve Mehmet Adanalı çifti ile biz on gazeteci.

Bu tür geziler -tecrübeyle sabittir- ya iyi başlar ve iyi biter, ya da kötü başlar ve öyle gider. Kötü dediğim, kimse kimseyle kaynaşmaz, sabah kahvaltılarında verilen kuru selam dışında kelam etmez, gülünmez, eğlenilmez. İyisi de tadından yenmez. Burada hüner davet edene düşer. Kimin kiminle anlaşacağını önceden kestirmek, davetlileri saptarken ince eleyip sık dokumak gerekir.

Havaalanına ayak basar basmaz ve ayıp olmasın diye Deniz Adanalı’ya sormadığım davetli listesini elime alır almaz bu küçük İtalya seferinin iyi geçeceğini anladım.

SIENA, KİBİRLİ OLMAKTA HAKLI

O gün Roma üzerinden otobüsle Siena’ya gittik. Siena’nın ana caddesi üzerinde Rönesans sarayından devşirme İntercontinental Oteli’ndeki odalarımıza yerleştik. Akşam maç var.

Maçta, içimden inşallah küçük taraftar grubumuzun gençleri fazla tezahürat yapmaz da, ateşli İtalyan seyircisiyle bir sürtüşme yaşanmaz diyor, ağırbaşlılığı bilinen Mehmet Adanalı’nın yanına ilişiyorum. Ne sürtüşmesi? Adamlar bizim taraftan gelen cılız seslere bakıyor, el sallıyor, gülüyorlar. Maçı 74-71 aldık. Kötü oynadık ama kazandık.

Ertesi sabah, erkenden Mehveş ile Campo di Polio’da Siena’nın dünyaca ünlü eğri meydanında yürüyüşe çıktık. Aristokratlıkta Floransa ile yarışan, dünyanın en yaşanılası kenti olarak seçilen Bologna’ya burun kıvıran Siena bu kadar kibirli olmakta haklı. Şehir 55 bin yaşayanının üzerine titriyor. Yollar, lokantalar, dükkanlar, yerli nüfus rahatsız olmasın diye turist otobüslerinin şehir dışına park etme zorunluluğu, gelen yabancılardan alınan ve şehrin ihtiyaçlarını karşılamak için kullanılan ayak bastı parası, yaşlılara gösterilen özen, gençlere yönelik çalışmalar, sanata ve sanatçıya duyulan saygı, her şey bu kibri haklı çıkarıyor sanki...

Yıllar önce yağmurlu bir yaz günü ayrıldığım meydana bu kez soğuk ve güneşli bir kış günü bakıyor ve gözümde vebanın kol gezdiği, engizisyonun acımasız kıskacının herkesi esir aldığı Rönesans dönemini canlandırmaya çalışıyorum. Siyah cüppeli rahipler, sürgünde ölen şairler, mum ışığında çalışan ressamlar, mimarlar, yazarlar, kediler... Hepsi göçtüler. Geriye Siena kaldı. Zamana kafa tutan mağrur şehir. Ve onun mağrur insanları.

KABAK ÇİÇEĞİ KIZARTMASI YANINDA CHIANTI

Floransa’ya hareket ediyoruz. Önce Campo di Fiori’ye gideceğiz. Dünyanın en büyük katedrallerinden Duomo’nun bütün haşmetiyle yükseldiği, Michelangelo tarafından yapıldığı sanılan ama onun yapmadığını ancak eseri gören üstadın, "O kadar güzel ki, olsa olsa bu cennet kapısı olur" diye vaftiz ettiğini bildiğimiz bronz kabartmalarıyla ünlü Vaftizhane kapısının açıldığı, zındık diye dönemin en ünlü düşünürlerinden Bruno’nun yakıldığı meydana gideceğiz. Sonra sırada Uffizi var. Zamanında Medici ailesinin ofislerinin yer aldığı, şimdilerde dünyanın en önemli Rönesans müzesi olan Uffizi.

Sonra Leonardo’lar, Boccacio’lar arasında dolaşmadan soluklanacak ve Montale’den Vargas Llosa’ya kadar yüzlerce sanatçının müdavimi olduğu söylenen ünlü Premio Antico Fattore’de öğle yemeği yiyeceğiz. Antico Fattore Floransa’nın en iyi trattoria’larından. Geleneksel İtalyan mutfağının tipik yemeklerini yapan, kavında Solaia, Tignanello gibi Super Toscan şarapları gibi cep yakan şaraplar olmasa da, iyi Brunello’lar ve kara horozlu logolarıyla tanınan Chianti’ler olan lokanta.

İlk yemeğimiz, bir İtalyan arkadaşımdan tarifini aldığım halde bir türlü yapmayı beceremediğim kabak çiçeği kızartması. Şarap olarak da bölge şarabı Chianti. Biz duvarlardaki ünlülerin fotoğraflarıyla oyalanırken kayık tabaklarda kabak çiçeği ve soğan kızartmaları geliyor. Bu arada Selahattin Duman’dan "fiyasko" sözcüğünün dilimize nereden girdiğini öğreniyorum. "Fiasco", Chianti şarap şişelerinin içine konulduğu sepete verilen admış. Bu Chianti’ler öyle kötü şaraplarmış ki, içen "Fiasco" diye bağırırmış. Zamanla fiyasko bizim bildiğimiz anlamını almış ve tacirler aracılığı ile Türkçe’ye taşınmış.

Bilenler bilir. Gerçekten de Chianti şarap severler için makbul bir marka değildir. Daha doğrusu 1970’lere kadar değildi. O yıllarda Toscana bölgesi şarap üreticileri kalite devrimi yapmaya karar verip, menekşe kokulu, kiraz ve ahududu lezzetli Sangiovese üzümlerini ıslah yoluna gittiler. Bağlar söküldü atıldı, Slovenya meşesi fıçılar yerini Fransız meşelerinden yapılan fıçılara bıraktı. Zeytin ağaçları ile omacaların iç içe geçtiği ve kaderi toprak sahiplerinin kahyalarının eline terk edildiği için ne iyi zeytinyağı ne iyi şarap alınamayan üretim bitti ve ortaya yeni nesil Chianti şarapları geldi: Brunello di Montalcino’lar Vino Nobile di Montalpacino’lar. Yani, sebze ve hamur ağırlıklı İtalyan mutfağına yakışan, gövdeli, meyvemsi şaraplar.

KADIN, HER YERDE KADINDIR!

Ana yemek olarak her perşembe lokantanın önünde kuyruk oluşmasının nedeni ev yapımı hamuru patates püresinden ünlü gnocchi’nin eşlik ettiği yumuşacık bir et yedik ve tatlıya eşlik eden bir güneyli, Vino Santo içtik.

Ve İtalyanların kimi zaman insanı isyan ettiren siesta huylarından neden vazgeçmediklerini iliklerimizde hissederek Uffizi’ye gittik. Sonra da, "kadın Rönesans’ın mabedinde olsa bile kadındır" diyerek, Arno nehri üzerindeki kapalı köprü Ponte Vecchio’daki ünlü eldivenciden eldiven almaya.

Akşama başka bir program var. Bu kez müze içerisinde yer alan, duvarında Dante’nin bilinen tek freskinin bulunduğu, otuz yıldır devlet erkanına hizmet eden, adını şimdi unuttuğum ünlü bir kadın şefin mutfağın başını tuttuğu Di Bon Gusto lokantasına gideceğiz.

Ve yerimiz bittiğine göre bu konuya ister istemez, Roma ve İtalya’ya gitmeden bir gün önce Bebek’te karşılaştığım ünlü tasarımcı Aldo Cibic baplarını açarak gelecek hafta devam edeceğiz...
Yazının Devamını Oku

Bu takıları Ömer Uluç çizdi ama Ayşe’nin ruhunu anlatıyorlar

10 Aralık 2005
Kimi insanın kadri bilinmez. <br><br>Kimininki bilinir. Kimi insan olması gereken yerdedir.

Kimi değil.

Ayşe, kadri bilindiği halde olması gerektiği yerde olmayanlardan.

Ayşe, yani Ayşe Ünaydın, ya da kamuoyunun onu tanıdığı adla söyleyecek olursak, ‘Ayşe Takı.’

İstanbul-New York arasına gerdiği hayatını takıya takan güzel kadın... Derdini takılar aracılığıyla anlatan yorgun sanatçı.

Bilen bilir: Sanatçı lafını kolay kullanan biri değilimdir.

Gümüş dökmekle, boncuk dizmekle, hadde çekmekle sanatçı olunmaz.

Yontmak, yoğurmak yetmez.

Yetenekli, zevkli, becerikli olmak başka şeydir, sanatçı olmak başka.

Sanatçı dediğinin derdi vardır. Anlatmadan duramadığı bir derdi. Nitekim içlerinden biri ‘Yazmasam çıldıracaktım’ dememiş miydi?

Kalem bir araçtır. Fırça bir araç. Nota başka bir araç. Cetvel, kamera, ses, gövde de öyle...

Lafı olan, bu araçlardan birine sarılır ve ölünceye dek usanmadan onu anlatır.

Girizgáhı bu kadar uzun tutmamın nedenine gelince... Ayşe’nin ‘ötekilerden’ farkını vurgulamak istemem. Ötekilerden, yani meslek hanelerinde takı tasarımcısı yazan boncuk dizicilerden.


İlk sergisini hangi yılda açmıştı? 86 mıydı 87 mi? Unuttum. Aynı lisede okuduğumuz için tanışıyorduk. Benden bir sınıf küçüktü. Sonra birden ortadan kayboldu. Diplomat babasının tayini çıkmış, o da ailesi ile birlikte Belçika’ya gitmişti. Sonraları İstanbul’a yerleştiğini, Güzel Sanatların Endüstri Tasarımı bölümünü kazandığını duydum. Bitirme tezi olarak Hitit Medeniyetinde Takı Kullanımı gibi bir konu seçtiğini ve Urart Sanat Galerisi’ne Mehmet Kabaş’ın yanına çırak girip, usta çıktığını biliyordum.

Ve Artisan Sanat Galerisi’nde açtığı o ilk sergide Ayşe’ye mim koydum.

Yaptığı takılar o güne kadar gördüklerime benzemiyordu. Tek tek güzeldiler ama yan yana gelince güzel olmanın ötesindeydiler. Hikayeleri vardı. Onu anlatıyorlardı. O sesi duyanlar, duyabilenler için değerli nesneler olmaktan çıkıp, yaşamaya başlıyorlardı.

Sergiler sergileri izledi.

ORTAKÖY VE NİŞANTAŞI ÜZERİNDEN NEW YORK

Yılın yarısını New York’ta geçiriyor, diğer yarısında İstanbul’da yaşıyordu.

Ortaköy’ün Ortaköy olduğu yıllarda üç katlı sefertası evlerden birini alıp yeniledi ve ilk katında diğer takı tasarımcısı arkadaşlarının takılarının sergilendiği, ikinci katında uygulamalı dersler verilen, her ay bir sanat etkinliğine ev sahipliği yapan Ayşe Takı Galerisi’ni açtı.

Ortaköy pazar yerine dönünce de Nişantaşı’na taşındı.

Zar zor kurduğu bu ikinci mekan yedi yıl sonra satılıp oradan da çıkmak zorunda kalınca canına tak etti ve dönmemek üzere New York’a gitti.

Ama döndü.

Şimdi gene Şakayık Sokak’ta. Şakayık sokağın, adı ‘Palas’ olduğu halde palas olmayan tek apartmanının bodrum katında.

Geçen gün son sergisi ‘Ömer Uluç’tan Esinlenmeler’in açılış kokteyline gittim.

Her sergisinin davetiyesi özeldir; fotoğrafını kendi çeker. Ve her sergisine o sergiyi tamamladığını düşündüğü bir müzik eşlik eder. Bu kimi zaman ilham kaynağı bir leitmotivdir, kimi zaman hissettiklerini aktardığı müzisyen bir dostun bestelediği bir parça.

ÖMER ÇİZDİ AMA AYŞE’Yİ ANLATIYORLAR

İçerisi kalabalıktı... Tanıdıklar, yabancılar...

Kulak kabartıp ne çaldığını duymaya çalışırken bir yandan küpelere, bileziklere, kolyelere bakıyor, Ömer’in cinlerinin izini arıyorum.

Bir zamanlar Ömer’den, Komet’ten, ismi lazım değil bir sürü sanatçı dosttan takı tasarlamalarını istemiş; büyük bir iyi niyetle evet cevabı aldığım halde tek bir çizim edinememiş biri olarak neler yaptığını merak ediyordum. Ressamlarla çalışmak kolay iş değildir. Ya uygulanması mümkün olmayan çizimler yapar ya kıskanç kumrular gibi resimlerini başka biriyle paylaşmaktan kaçınırlar.

Ayşe bu zorluğun nasıl üstesinden geldi?

Sorumun cevabını takıları görür görmez aldım.

Evet, her takı Ömer’in resmine gönderme yapıyor: Tıpkı onun resimleri gibi. Neşeli, fırlama, kışkırtıcı... yeni, bildik, farklı.

Gene de Ömer’in çizdiği takılar değil bunlar. Bunlar kendilerine özgü. Ayşe’nin ruhunu, dilini derdini anlatıyor onun imzasını taşıyorlar.

Ertesi gün galeri kapandıktan sonra buluşmak üzere sözleştik.

Ayşe bir şişe Veuve Cliqueot soğutmuş, arka odadaki uzun masaya iki kristal flüt, havyar ve peynir koymuş.

Bu güne kadar yaptığı işleri iyi kötü biliyorum da ortadan kaybolduğu o beş yıl içerisinde yaptıklarından bihaberim.

BİRİKEN GÖZYAŞLARI TAKIYA DÖNÜŞÜRSE

New York’ta yirmi küsur yıl yaşadığı evinden ayrılmak zorunda kalmak onu üzmüş. Gene de 2001 yılında peş peşe açtığı iki sergiyi o kedere borçlu olduğunu söylüyor. Evin arka bahçesinde serpilirken bahçe demirlerinin ortasında büyüyen, dolayısıyla gövdelerinin içinden iki demir çubuk geçen ağaçlara bakıp tasarladığı ‘Sonsuza Doğru Sergisi’ ve hikáyesini bodrumda yapay ışıkta büyüyen avokado ağacından alan ‘Işığa Doğru.’ İlki içinde tek bir heykelin yer aldığı takı, ikincisi ise birkaç takının da olduğu heykel sergisi.

Bir de ne New York’ta ne de burada sergileme fırsatı bulamadığı ve anlattığında burnumu sızlatan bir üçüncü. Adı bile çarpıcı: ‘Gözyaşını Biriktirmek.’

Günlerden bir gün hayli kara, hayli puslu bir gün kulağına bir müzik çalınmış. New Age olsa gerek. Bir su damlası şıp şıp, belirli aralarla damlıyormuş. Bir damla iki üç derken Ayşe’nin aklına ‘Gözyaşını Biriktirmek’adını verdiği takılar yapma fikri düşmüş. Hemen çarşıya gidilmiş, hemen her yerde kolayca bulunabilen çember kolye, anahtarlık, halka küpelerden edinmiş. Sonra atölyeye girip gümüş damlalar yapmış. Çocuklar yararına satılacak damlalar. Ne kadar yardım etmek isteniyorsa, o kadar damlanın alınıp halkaların ucuna takılacağı damlalar. Biriktirilen damlalar, biriktirilen gözyaşları...

Şişelerde saklanmayacak, deva olup takılacak gözyaşları...

Biliyorum ki günü geldiğinde onları da sergileyecek. Ama orada, ama burada. Ve o gözyaşlarını biriktiren herkes, onlara dokunduğunda Ayşe’ninkileri hissedecek.

Veuve Cliqueot bitti. Saat dokuz. Eve dönüp yazıyı yetiştirmem gerek.

Son kez takılara bakarken aklıma fiyatlarını sormak geldi.

Öyle rakamlar söyledi ki ağzım açık kaldı.

Ayşe bu; imalat hesabı yaparken, gramını, madenini, taşını hesaplamış.

Kendini hiç hesaba katmamış!
Yazının Devamını Oku

Genç ahşap ustalarıyla evleri kültür karıncalarıyla geçmişi kurtaracaklar

4 Aralık 2005
Önce fotoğraf çektirmek istemedi. Sonra elindeki dosyaları önüme serip ‘Lütfen benden değil, vakıftan söz et’ dedi. Tek tek bugüne kadar gerçekleştirdikleri çalışmaları, seminerleri, yetiştirdikleri ahşap ustalarını, kültür karıncalarını anlattı. Hep ‘biz’ diye başladı söze.

Sedir Cafe kapalı olduğu için gittiğimiz Ortaköy House Cafe’de bir saat oturdu oturmadı, alelacele bir salata yiyip, bir sonraki toplantısına yetişmek için koştura koştura gitti.

Kim mi?

Leyla Sürmeli...

Benim için Emel’in kızı, Cemal’in kardeşi, Cem’in eşi, Ahmet’in annesi. Ve tanıyan herkes için su katılmadık Sivil Toplum Kuruluşu meleği.

Boğaziçi İşletme Bölümü’nü bitirir bitirmez çalışma hayatına atılan, on küsur sene imalat sektöründe, bir o kadar da turizm ve otelcilik alanında çalıştıktan sonra iş hayatına nokta koyan ve kendini sivil toplum kuruluşlarına adayan Leyla...

Yıllarca Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nde gönüllü olarak çalıştıktan sonra geçen yaz yönetici olarak başka bir STK’ya, Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı’na geçen Leyla...

Mükemmeliyetçi, sabırlı, çalışkan Leyla...

Sosyal hizmet dendi mi gözleri parlayan Leyla...

Paylaşmadan yaşamayı aklı almayan Leyla...

Bu satırları okur okumaz bana kızacağını, ‘Benden söz etme demedim mi’ diye azarlayacağını bildiğim Leyla...

Onu daha da kızdırmamak için iyisi mi ondan söz etmeyi kesip Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı’na geçeyim.

KBGV, 4 Mart 2003 tarihinde akademisyen, işadamı, sanatçı, arkeolog, mimar ve sanat tarihçileri gibi değişik meslek gruplarından 148 kişinin bir araya gelmesiyle kurulmuş. Başkanı, gezmeyi görmeyi, gezip görürken öğrenmeyi seven insanların yakından tanıdığı bir isim: Fest Travel’ın sahibi Faruk Pekin.

Bilenler bilir: Faruk Pekin alanında bir tanedir. O da Boğaziçili. Üstelik mühendis. Hayatının herhangi bir döneminde mühendis olarak çalışıp çalışmadığını bilmiyorum ama turizme erken yaşta gönül verdiğini biliyorum.

Yıllar önce bir gün, yaşadığımız şehri yeterince tanımadığımızı fark ettiğimiz bir gün onun düzenlediği İstanbul turuna katılmış, çok geçmeden de müptelası olup çıkmıştık. Zeyrek, Galata, Haliç’i birlikte gezdiğimizi; sokak sokak, ev ev dolaştığımız mahallelere nasıl yabancı girip, aşina çıktığımızı hatırlıyorum. Günübirlik bir İstanbul turunda 86 ayrı güzergáhı olduğunu biliyorum. İstanbul’dan sonra önce Türkiye, ardından da dünya ülkelerine kültür turları düzenlediğini ve bu turlara katılanların ona ya hayranlık ya düşmanlık duyduğunu da biliyorum. Kültürel değerlerin ve kültür çeşitliliğin onun için ne demek olduğunu biliyorum.

Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı’nı da bu yüzden kurduğunu tahmin ediyorum.

AHŞAP USTASI EĞİTİM PROGRAMI

Tek tek saymakla bitecek gibi değil. Onun için kurucu üyelerin hemen hepsinin yaşadığımız coğrafyadaki kültürel mirasa sahip çıkan ve bunu gelecek kuşaklara sağlıklı biçimde aktarmak isteyen insanlar olduğunu söyleyip, geçeyim.

Leyla’nın verdiği dosyada vakfın kurulma amacı;

- Kültürel ve doğal mirasa sahip çıkma,

- Çocuklara ve gençlere benimsetme,

- Koruma ve kurtarma,

- Arkeolojik çalışmaları ve müzeciliği teşvik etme,

- Tarihi eser yağmacılığına karşı mücadele,

- Türkiye tarihinin, arkeolojisinin ve sanatlarının yazılmasına, sergilenmesine destek olmak diye açıklanmış.

Peki ne yapıyorlar?

Çok şey. O da kurucu ortak isimleri gibi saymakla bitmez. İyisi mi iki tanesinden söz edeyim:

Biliyorsunuz; bundan yıllar önce UNESCO İstanbul’un tarihi yarımadasındaki kimi mahalleleri Dünya Kültür Mirası kapsamı içine almış ve bir süre önce de yeterli onarım çalışmaları yapılmadığı gerekçesiyle kapsam dışına çıkartabileceği uyarısında bulunmuştu.

Henüz çıkartmadı. Ama bekledikleri adım atılmadığı takdirde olacağı bu.

O adımın atılması için de örneğin Balat ya Zeyrek evlerinin asıllarına uygun olarak onarılması gerek. Bunun için elbette para lazım. Ama para bulunsa bile dert bitmiyor. Bir de, o evleri onaracak ustalar lazım ki onların da sayısı bilindiği üzere her geçen gün azalıyor.

İşte bu nedenle KBGV, Avrupa Birliği’nin desteklediği ve İŞKUR’un yürütücüsü olduğu yaklaşık 5 milyon euroluk ‘İşgücü Programı-Yeni Fırsatlar Hibe Planı’ çerçevesinde ahşap ustası eğitim projesini başlatmış.

Ahşap üzerine bir meslek lisesi mezunu ya da bir marangoz yanında en az beş yıl çalışmış olanlardan ilk etapta 60 genç seçmiş ve onları eğitmiş. Eğitimi tamamlayanlara, önceden saptanıp boşaltılan evleri onarma görevi verilmiş.

Amaç, vasıfsız insanlara vasıf kazandırmak, vasfı olanların da gelişimlerine katkıda bulunmak. Ama daha önemlisi, eski ustaların yerini alacak gençler yetiştirip İstanbul’un o güzelim sefertası evlerinin doğru onarılmasını, dolayısıyla da korunmasını ve gelecek kuşaklara aktarılmasını sağlamak.

Fatih Belediyesinin tahsis ettiği ikinci derece tarihi eser iki ahşap ev işte eğitim almış bu gençler tarafından onarılmış ve sahiplerine iade edilmiş.

İSTANBUL KAZAN KARINCALAR KEPÇE

KBGV’nin ikinci önemli işine gelince.

Kendi de adı kadar sevimli bir proje: Kültür Karıncaları.

İlköğretim öğrencilerine yönelik bir çalışma bu.

Pedagog, eğitimci, psikolog ve rehberler bir araya gelmiş; çocukların yaşadıkları çevrenin farkında olan, bilginin gücüne inanan, kültürel değerlere sahip bireyler olarak yetişmeleri için neler yapabileceklerini düşünmüş.

Ortaya, pazar günlerini eğlendirirken değerlendirmek fikri çıkmış. Şimdi her pazar 15 kişilik karınca grupları halinde İstanbul’un üç bir yanına dağılıyorlar. Galata Kulesi’nden Yerebatan Sarnıcı’na, oradan Arkeoloji Müzesi’ne gidiyor ve geçmişe sahip çıkmanın gelecek kurmanın ilk adımı olduğunu öğreniyorlar.

Zaten KBGV’nin mottosu da bu: ‘Kültürel mirasına sahip çıkmayan kimlik sahibi olamaz’ diyorlar.

KBGV ile detaylı bilgiye www.kulturbilinci.org adresinden veya 0212 347 24 25 numaralı telefondan ulaşabilirsiniz.
Yazının Devamını Oku

Hapı yutmamak için hap yutmak elzem midir

26 Kasım 2005
Oldum bittim ilaçlarla aram iyi değil. <br><br>Çocukluğumdan beri başım gerçekten sıkışmadıkça ilaç almaktan hoşlanmam. Kendimi bildim bileli ağrı dediğin dişini sıkınca geçer, ateş dediğin düşer, burun silmekle kopmaz, bir iki öksürükle boğulunmaz diye düşünür; ufak tefek hastalıkları yatıp dinlenerek ve anneanne reçetesi birkaç ot çayı

demleyerek geçiştiririm. Kısa bir süre

öncesine kadar yılda aldığım ilaç adedi bir elin parmaklarını geçmezdi.

Ama şimdi öyle mi?

Her gün bir iki tanesini yutmadan güne başlamak ne mümkün!

Yanlış anlaşılmasın, hálá hapşırınca ilaca yapışanlardan değilim ama o küçük renkli meretler başka kisve altında da olsa hayatıma girdiler.

Vitaminler... Biliyorsunuz devir artık hastalanmama, yaşlanmama devri. Çağ, sağlıklı yaşam çağı. İnsanlar yaşam kalitelerini düşürmeden mümkün olduğunca uzun yaşamak ve ölürken yirmi beşinde görünmek istiyorlar. Diyetisyenlerin bekleme listesine yazılmak için çırpınmaları, yediklerine içtiklerine dikkat kesilip kalori hesabı yapmaları, spor salonlarını doldurmaları bundan. Her mahallede bir güzellik enstitüsünün açılması ve lebalep dolması bundan. Gençlik aşısı olduğuna inandıkları hapları avuç avuç yutmaları da bundan...

Bilerek, doktor tavsiyesi üzerine alınan hiçbir hapa, yapılan hiçbir spora karşı değilim ama çoğu kez kazın ayağı böyle değil. Sağlıklı yaşam uğruna sağlığından olan az buz insan yok. Kulaktan dolma bilgilerle hareket eden milyonlara bol kazanç uğruna olmadık tavsiyelerde bulunan şarlatanlar da eklenince ortaya korkutucu bir tablo çıkıyor.

Bundan on beş yıl önce doktorum her sabah almam gereken vitamin listesini elime tutuşturup onlarla iyi geçinmemi çünkü her biri parmak boğumu tombul güzellerin bana ömür boyu eşlik edeceklerini söylediğinde ilaç sevmez biri olarak hemen itiraz ettim. İç çekip açıklamaya koyuldu:

Sigara içiyordum, C vitamini elzemdi. Yaşlanınca kemiklerimin un ufak olmasını istemiyorsam kalsiyum almalıydım. Bırakın dengeli olmasını, neredeyse beslenmekten aciz yaşadığım için mülti vitamin şarttı. Önerdikleri öyle her köşe başında bulunmadığı için hangi eczaneye gitmem gerektiğini de söyledikten sonra, başka soru sormama izin vermeden başından savdı.

AKLIM KARIŞTI HEPSİNİ BIRAKTIM

C’ye aklım yatmıştı. Aldım. Mülti de olabilirdi. Onu da aldım. Kalsiyumu denemedim bile.

Ama sonra vitaminler yavaş yavaş hayatıma girdi.

Hangisi nasıl çözünür, zaman salınımlı mıdır, vücuttan nasıl atılır, kaç gün süreyle alınmalıdır gibi temel bilgileri öğrendim. Ben işin abc’siyle ile uğraşırken, sağlıklı yaşam furyası, anavatanı Amerika’dan kalkıp buralara geldi. Bir zamanlar ancak parmakla gösterilen eczanelerde satılan vitaminler kolayca bulunur oldu.

Ama o kadar çeşitlenip o kadar çoğaldılar, dallanıp budaklandılar ki gene aklım karıştı. Sevgilim C ve yeni göz ağrım Omega dışında hepsini bıraktım.

Geçenlerde üç gençle, Türkiye’ye yaklaşık on yıl önce giren ve şu anda 28 şubeye ulaşan GNC’nin genç yöneticileri ile buluştuğumda, niyetim yemek yemekten çok, aklımı karıştıran meselenin aslını astarını öğrenmekti.

Onlara ‘Hapı yutmamak için hap yutmak elzem midir’ diye soracaktım.

Yutacaksak neleri yutacağımızı saydıracaktım.

İlk soruya güldüler, ikincisi için uzun bir liste verdiler.

ÜRÜNLERİNİ ÇOCUĞU GİBİ SEVEN EKİP

Sitare Baras GNC’nin Satış Pazarlamadan sorumlu Genel Müdür Yardımcısı. Zeynep Alaybeyi, Kurumsal İletişim Müdürü. Engin Acemoğlu ise Marmara Bölge sorumlusu.

Her üçü de parlak üniversitelerden mezun, her üçü de GNC’de çalışmadan önce ünlü şirketlerde çalışmışlar.

Engin Acemoğlu gıda mühendisi. Sattıkları ürünlere aşkla bağlı. Her birini çocuğunu sever gibi seviyor. Lafa, ‘Sağlıklı beslenen insanların vitamin desteğine ihtiyaçları yoktur’ diye başladı ama cümlesini ‘Günümüzde sağlıklı ve dengeli beslenmek neredeyse imkansız’ diye bağladı.

Sabah kahvaltısı, ara öğün, öğle yemeği, gene ara öğün, akşam, gece yatarken şu şu şu tüketiliyorsa hiçbir sorun olmadığını, ancak bunun da gençlikte geçerli olduğunu, ilerleyen yaşlarda vücudun istenildiği kadar dengeli beslenilsin, desteğe ihtiyaç duyduğunu anlattı. Hiçbir vitaminin kesintisiz alınmamasını, kür yapılması gerektiğini söyledi. İki ay kullanımdan sonra en az on beş gün ara vermenin doğru olduğunu belirtti.

BENİM LİSTEM BİRAZ KABARIK

Engin Acemoğlu sigara içenler, alkol kullananlar, diyet yapanlar, stresle boğuşanlar, uykusuzluk çekenler, enerji yoksunları, saçları dökülenler, tırnakları incelenler, hafıza sorunu yaşayanlar ve spor yapanların kullanması gereken vitaminlerin adlarını verdi. Bu listeyi gönül rahatlığı ile yayınlayabileceğimi söyledi.

Beni dinledikten, yaşımı başımı yaşama biçimimi öğrendikten sonra şu listeyi verdi: Sigara içtiğim için her gün 1000’lik Ester C. Alkol tükettiğim için bir ay süreyle yabani enginar hapı, Milk thistle. Yaş durumundan kalsiyum, magnezyum, çinko içeren mülti vitamin. Çok balık tüketmediğim dönemler için bir ay süreyle Omega 3. İki ay alıp, on beş gün ara vereceğim Antioksidan ve Coenzim Q10. Bir de dıdıdınnn... zayıflamak için yemeklerden kırk beş dakika önce iki adet yutacağım Chitosan!
Yazının Devamını Oku

Bunlar hınzır yazılar

19 Kasım 2005
Tuhaf bir huyum var. <br><br>Yakından tanıyanların ‘Sadece bir mi?’ diye dalga geçeceklerine eminim ama bu onların bile bilmediğini sandığım bir huy. Kelimelerle ilgili: Konuşurken, dinlerken, düşünürken kullandığım kelimelerle.

Benim kelimelerim tekil değil. Her birinin bir refakatçisi var. Ne zaman biri gelse diğeri başını uzatır, kendini hatırlatır. Anlatması zor. Refakatçi sözcükler genellikle peşlerine takıldıklarıyla belirgin ilişkisi olmayan sözcükler. Birbirlerine benzemeyen ama ayrı durmayı da beceremeyen çiftler gibiler.

İşte ‘Korsan’ da onlardan biri. Çocukluk okumalarının tortusundan mı, adını gözüne denk gelen tek siyah benekten alan köpek yavrusundan mı, çıkmazında böyle bir tat bulduğum için mi neden bilmem, korsan benim için hep hınzırın kan kardeşi oldu.

Geçen hafta yazdığım gibi Ahmet Tulgar’la birlikte Komşu’da yemek yedik. Önce ‘Ne var ne yok’lar. Sonra görüşmediğimiz süre içerisinde olup bitenler derken, laf doğal olarak Ahmet’in yeni kitabına geldi.

Ahmet müthiş utangaçtır ve kendinden söz etmekten hoşlanmaz. Ama yeni kitabının çıktığını biliyorum ya, üsteliyorum. Sonunda dayanamadı, içine neler doldurduğunu bugüne kadar asla çözemediğim o ağır çantasını karıştırıp, içinde mürekkebi kurumamış bir nüsha buldu, imzalayıp verdi... Baktım adı, Korsan Yazılar.

Bunca girizgahtan sonra kitabın adını okur okumaz ne düşündüğümü anlamışsınızdır... Elime alır almaz, ne arka yüzden, ne de önsözden tek satır okumadan, ‘Bunlar hınzır yazılar’ dedim.

Bugün, son satırı okuduktan sonra da aynı şeyi söylerim: Korsan Yazılar, hınzır yazılar.

‘Ne Olmuş Yani?’ üst başlığı ile Everest Yayınlarından çıkan kitap, Ahmet’in dördüncü kitabı. Beşincisi yolda. Ama o farklı. O, roman.

İşin doğrusu ben gazete yazılarından derlenen kitaplardan fazla hazzetmem. Gazete yazısı denilen şey güncele dayalıdır, suya yazılır. Okunduktan sonra bir yana atılır. Kitap dediğin, kalıcıdır. Olmak zorundadır...

BAŞINA NE GELDİYSE DİLİNİ TUTAMADIĞINDAN

İstediğim kadar hınzır olduğuna emin olayım, Ahmet’in kitabını okumaya başladığımda da, içimde ya beğenmezsem korkusu vardı. Tanımadığın bir yazarın bir kitabını beğenmesen ne çıkar? Ama sevdiğin birinin, hele hele dille cilveleştiğini bildiğin bir yazarın kitabını beğenmemek kötü. Başıma geldi bilirim. İnsan kıvranır durur. Soranlara ne cevap vereceğini bilemez, iyi diyemez kötü diyemez, geçiştirse olmaz, sussa olmaz.

Ama Korsan Yazılar için böyle bir derdim yok. Çünkü yazıları sevdim ve gönül rahatlığıyla salık verebilirim.

Ahmet’e gelince... Bilenler bilir: Ahmet özel bir gazetecidir. Adı hiçbir gazete ile anılmaz, anılamaz. Çünkü hiçbir yerde uzun kalmaz, kalamaz. Bazen köşesi olur, bazen olmaz. Dış politika, iç politika, ekonomi, magazin yazarı gibi yaftası yoktur. Hepsini yazar, hiç birine sığmaz.

Çalıştığı her patronun kurtarıcısı ve belasıdır. Kurtarıcıdır, çünkü donanımlıdır. Dili, üslubu, dünyaya bakışı, olayları algılayışı farklıdır. Ona güvenilir. Tam da aynı nedenlerle bela kesilir. Değirmenin suyuymuş, nabza göre şerbetmiş, icabetmiş, icazetmiş anlamaz. Başına gelen her bela tutamadığı dilindendir.

Dünya malında gözü yoktur. Para ile ilişkisi, kendisinin bile anlayamadığı kadar çetrefildir. Maaşını ilk gün bitirir. Hayatında iki kez kredi kartı sahibi olmuş. İlki, kendine ne alıyorsa, ekip arkadaşlarına da aynı şeyi alma alışkanlığı yüzünden öyle bir meblağa ulaşmıştır ki, banka çareyi gazeteye birini yollayıp kartı zımbalatmakta bulmuştur. İkinci denemenin aynı şekilde bitmesini ise, o dönemdeki patronunun iyi niyeti önlemiştir.

MÜEEBBET MUHALİFİN YAZILARI

Kendimi tutmasam daha da yazacağım ama şu ana kadar yazdıklarımı okuyunca, Ahmet’ten bolca söz ettiğimi ama onu anlatamadığımı gördüm. Benim yetersizliğim mi, onun gibi adamların kelimelere gelmezliği mi bilmiyorum.

En iyisi sözü ona bırakmak: ‘...Uzun soluklu bir köşe yazarlığı ancak her geçen gün biraz daha inançlarınızdan ödün vermek, resmi gazetecilik diline biraz daha yerleşmek, devlete ve iktidar odaklarına biraz daha yanaşmak, biraz daha onlara benzemek, gücün sığ sularında ellerinizi paralaya paralaya kulaç atarak, yüzüyormuş gibi, açılıyormuş gibi yapmakla mümkün olabilir.

Ben izinsiz, müsaadesiz gazeteci olmayı seçmişim bir kere.

Omurgam tutulmuş, kireçlenmiş, boynumda damar damar üstüne binmiş bir kere.

Eğilip bükülmem mümkün değil yerdeki parayı almak için.

Yere kapaklanmam için enseme bir darbe almam gerekir.’

Darbe almadı mı, aldı.

Kapaklanmadı mı, kapaklandı.

Ama ustanın deyişiyle söylersek, bir gün olsun enseyi karartmadı.

İşte söz ettiğim Korsan Yazılar da onun, enseyi ne olursa olsun karartmayan birinin, gözü pek bir gazetecinin, dilbaz bir yazarın, müebbet bir muhalifin yazdığı yazılar.

AHMET TULGAR HAKKINDA BİLMEDİKLERİNİZ

Hayatı sever, düzenden hoşlanmaz. Hayatla düzeni çoğumuzun yaptığı gibi birbirine karıştırmaz.

İktidardan, muktedirlerden ise hiç mi hiç hoşlanmaz.

Şehirle şehevi bir ilişkisi vardır: Ortasında yaşar, damarında dolaşır. Gene de kıyıda yaşayan kenar adamdır.

Avusturya Lisesi’ni bitirmiş, ardından Siyasal Bilgiler okumak için Viyana’ya gitmiştir. On ay sonra hasretine dayanamadığı sevgili İstanbul’una dönmüş ve döner dönmez de yazdığı bir yazı yüzünden cezaevine düşmüştür.

Üç dört ay yatıp çıkan ve ömür boyu böbürlenen adamlardan hoşlanmadığı için hayatının o dört yılı hakkında konuşmayı sevmez. Konuşmaz ama bu konuda hassastır. Kovulma pahasına içerdekilerin dertlerini duyurmaya çalışır, çünkü tespihin duayla değil sabırla çekildiğini unutmamıştır.

Sık aşık olur. Savunma mekanizması biraz olsun işleyen kimsenin seçmeyeceği insanlara vurulur. Mecnun olma halini sevdiğinden midir yoksa aşk sözcüğünün onun dilindeki refakatçisi zulüm müdür bilinmez, ama o için için bilir ki, aşkları hüsranla bitmeye mahkûmdur.

Bruce Springsteen’e saplantılı bir hayranlık duyar. 24 sene pasaport alamamış; yurtdışına ilk gezisini de önce gençliğinin geçtiği Viyana’ya, ardından da Springsteen’in konserini izlemek için Berlin’e yapmıştır. Dönüşte de Korsan Yazılar kitabına da aldığı benim ‘Dirseğini Sevmek’ dediğim müthiş bir yazı patlatmıştır.

Futbola düşkündür. Futbolculara, teknik adamlara, oyuna... Bütün iflah olmaz duygusallar gibi, onlara ya hayran olur ya nefret eder. Zaten Ahmet sık sık bu iki duygu arasında savrulur. Zaman geçip sular durulduğunda ise hayranlık yerini beğeniye, nefret kayıtsızlığa bırakır.
Yazının Devamını Oku

Türk insanı restorana smokinle gelir somon fümenin üstüne kebap söyler

12 Kasım 2005
Bu hafta niyetim iki kişi artı bir mekanı yazmaktı. <br><br>Bunun olamayacağını yazıya oturmadan anladım. Söz konusu kişiler Ahmet Tulgar ve Kemal Koç.

Mekan da Komşu.

Eğer elinizde hayatlarını yazsanız roman olacak iki adam, dumanı tüten bir kitap ve anlat anlat bitmeyecek yüzlerce tat varsa, hepsi dört bin sözcüğe sığmaz. Birinden birine ihanet kaçınılmazdır ki bu da bana yakışmaz.

O zaman tefrikaya hazırlanalım. Bu hafta başladığımızı gelecek hafta tamamlayalım.

Önce Komşu...

Geçen kış bir ara öldüğünü, ölmediyse bile İstanbul’da can çekiştiğini düşündüğüm bir müessese geçmişin küllerinden doğdu hissine kapıldım. Gerçekten de büyük şehrin müzmin yalnızları bir anda eski bir geleneği hatırlamış gibiydiler: Komşu ziyaretleri...

Yeniden ‘Bu akşam bir maruzatınız yoksa annemler size gelmek istiyor’ günlerine mi dönüyorduk? Yeniden birlikte dizi izleyecek, demli çay içip, susamlı çörek mi yiyecektik? Olacak iş değildi ama, olmuştu anlaşılan. Çünkü kime nerede olduğunu ya da nereye gittiğini sorsam aynı cevabı alıyordum. Neredesin? Komşuda... Nereye gidiyorsunuz? Komşuya... Hoppala!..

Önce üstünde durmadım. Olur a filancanın benim tanımadığım sevgili bir komşusu vardır, falanca zaten sitede yaşıyor, ona da bu yakışır derken baktım herkes komşusuyla hal hamur. Ne zaman ki bırakın konu komşu ziyaretini, çocuklarının bile eve çat kapı gelmesinden rahatsızlık duyduğunu bildiğim bir arkadaşım da komşuya gideceğini söyledi, o an aydım. Kimsenin komşusuna gittiği yoktu., Herkes Komşu’ya gidiyordu.

Komşu’ya, yani, Kemal Koç’un Nişantaşı’nda açtığı kebapçıya.

KOKMAYAN KEBABÇI

Komşu, Vali Konağı Caddesi üzerinde, tam Vali Konağı’nın karşısında, iki katlı, yüz kırk kişilik bir lokanta. Yaz aylarında bu sayı ikiye katlanıyor çünkü alt kat kocaman bir bahçeye açılıyor. Büyük ağaçların gölgelediği kocaman bir bahçeye. Önüne gelen Kemal’e bahçenin üstünü örtmesini önermişse de o dinlememiş. Nişantaşı’nın ortasında böyle bir vahaya sahip olma ayrıcalığının daha fazla para kazanmaktan önemli olduğunu düşünmüş. Mutfak bu güne kadar hiçbir kebapçıda ya da et lokantasında görmediğim açık mutfak. Tezgahlar pırıl, ocak tütmüyor, nasıl bir havalandırma yapıldıysa yanı başında oturanların bile üzerine koku sinmiyor. Maskeleri ve şapkalarıyla mutfakta çalışan herkes de bir cerrah edası var ki görülmeye değer.

Meze çeşitlerini, humusu şunu bunu; kaburganın, küşlemenin, Adana’nın tadını anlatmak gereksiz. Bütün yemekler Kemal Koç denetiminden geçmiş yemekler demek yeter... Bilenler onun imzasının ne anlama geldiğini bilirler.

Başka? Fiyatlar makul. Müşteriler tanıdık. Kağıt abajurların aydınlattığı beyaz örtülü serin masalar ferah.

Gelelim Kemal Koç’a...

Onunki, tahmin edebileceğiniz üzere bir başarı öyküsü.

Kemal Koç da o insanlardan: Kendisinden bir başka ben yaratanlardan.

Sivas’ın Karakaya köyünde doğmuş. Ve daha çocukken kendini İstanbul’un Harbiye’sinde bulmuş. 65 yılının Harbiye’si bu günün biraz da kaderine terk edilmiş mahallesi değil. Şaşaalı, kaşları havada, şık bir mahalle. Üstelik o güzelim insanlar henüz gitmemişler. O yüzden de bütün modernliğine karşın hálá eski İstanbul rengini taşıyan bir mahalle.

OKULU ŞAMDAN

Kemal Ermeni, Rum arkadaşlarla büyümüş. Aynı okula gitmese de aynı sokaklarda top oynamış, paskalya çöreği ile hamursuzun tadına onların evinde bakmış. İlkokul ve ortaokulu Otelcilik Meslek Lisesi izlemiş ve orayı ikincilikle bitirmiş. Sanırım hayatındaki ilk ikincilik o. Onun dışında hangi işi yaparsa yapsın, kimin yanında çalışırsa çalışsın alanında hep birinci.

İlk işi daha yeniyetmeyken ağabeyine yardım etmek için gittiği Devekuşu Kabare. Ve o yılların en gözde kulübü Club 12. Haldun Taner’in her gece oturduğu masaya nasıl titreyerek servis yaptığını anlatırken o günlere dönüyor. Okul biter bitmez gene o yılların ünlü mekanlarından Lalezar’da işe başlıyor ve orası senin burası benim dolaşmadan kendini Şamdan’da buluyor. ‘Asıl oradan mezun oldum’ dediği Şamdan’da.

Malum, 80’li yıllar Türkiye’nin hızla kabuk değiştirdiği yıllar.

Eğlence sektörü de bu değişimden nasibini alıyor ve çalışanları arasında Kemal’in de bulunduğu Şamdan; genç patronları sayesinde o sektörü biçimlendiren en önemli marka olma yolunda ilerliyor.

Büyükdere, Circle d’Orient, Anadolu Kulübü’nde açılan yazlıklar, Etiler ve Abdi İpekçi’deki kışlıklar; Julianas, Discorium gibi benzeri olmayan diskotekler derken, o güne kadar görülmemiş bir şey oluyor ve iki kuşak bir arada eğlenmeye başlıyor.

Bütün bu serüvenin içerisinde Kemal okulda öğrendiği bütün teoriyi uygulama olanağı buluyor, çalışkanlığı alçakgönüllülüğü ile hem patronların hem müşterilerin gözdesi oluyor.

Şeflik, müdürlük hepsi iyidir de Kemal Koç artık patron olmak istemektedir...

Vakit, kendi kanatlarıyla uçma vaktidir. Bu hayalini hayata geçirmekte gecikmedi ve ‘93 yılında Le Select’i açtı.

Kapandığı güne kadar Select adı gibi özel bir yerdi.

İyi yemek yenilen, nezih, adam gibi lokanta. Dolup taşmasının sırrı bu saydığım özellikleri miydi yoksa Kemal’in patron olmanın gururunu taşırken bir nebze olsun değişmeyen kişiliği mi bilmiyorum.

Ama orada çok başarılı oldu ve kendi markasını yarattı. Gerçekten Kemal Koç bir markadır. Ne açarsa, nerede açarsa açsın, açtığı yerin kaliteli olduğunu bildiğiniz bir marka.

Bunca yıllık deneyimden, çalıştığı ve patronu olduğu bunca yerden sonra kebapçı açmasını önceleri garipsedim. Kebap, onun lokantalarında her zaman bulunan bir yemekti ama kebapçı açmak?

Nedenini sorduğumda güldü.

‘Yıllarca en şık lokantalarda çalıştım, şık olduğunu düşündüğüm yerler açtım, İstanbul’un en hoş insanlarına servis yaptım,’ dedi. ‘Onu bilir onu söylerim... Bizim insanımız smokinle gelir, şarabını açtırır, somon fümesini söyler. Üstüne de afiyetle yoğurtlu kebabını yer. Bu böyledir. Kebap her zaman en çok sattığımız yemektir.’

Doğru mu doğru?

Doğru söze ne denir?
Yazının Devamını Oku

Biri modacı öbürü işletmeci iki kadın Türkiye budur, iş koşulları budur demeyip çalışanların gününü kurtaran Eat’i açtılar

29 Ekim 2005
İş hayatı zordur. <br><br>Şehir merkezinden uzak işyerlerinde çalışanların hayatı daha da zordur. Sabah karanlığında gözünüzde çapak yollara düşmek, gıdım gıdım ilerleyen, kimi zaman duran trafikte çıldırmadan beklemek, ofise vardığınızda nefes almadan kağıtlara gömülmek, uzadıkça uzayan toplantılarda çay üzerine çay içmek, mide gurultunuz gürültüye dönüşürken patronun ne yemek istediğinizi sorması, seçenek olarak çevre pastanelerin yedikçe ağızda büyüyen tuzlularını ya da her ısırışınızda üzerinize damlayan sosuyla burger sunması, gözünüzün önünden dumanı tüten çorbalar, taze salatalar, kütür kütür elmalar geçerken ve yer yemez midenizin yanacağı tecrübeyle sabitken başka şansınızın olmadığını bilmeniz; toplantı bitip de soluklandığınızda ise bırakın iştahı parmağınızı bile oynatacak mecalinizin kalmadığını görmeniz, bu hayatın olmazsa olmazıdır.

Her gün hangi aklıevvelin işyeri olarak bu adresi seçtiğine şaşarak yola çıkar her akşam o kararı verene düşman kesilerek eve dönersiniz.

Peki filmlerde izlediğiniz işyerleri ancak filmlerde mi olur?

Hani yüksek topuklu ayakkabıları ile bakımlı kadınların, sinekkaydı tıraşlı yakışıklı adamlarla asansöre binip kendileri gibi insanlarla dolu mis gibi mekanlara gülüşe oynaşa öğle yemeğine gittikleri yerler?

Hani mesai bitiminde eve dönmeden günün yorgunluğunu atmak için müzik dinlerken lafladıkları yerler?

Evet filmlerde olur.

Hem hayal kurmanın alemi yoktur.

Burası Türkiye’dir, iş koşulları budur.

Gerçekten de birçok arkadaşım sevdiklerini bildiğim işlerini sırf bu koşullara dayanamadıkları için bıraktı.

Bıkmışlardı... Ne kadar büyük, ne kadar yeni, ne kadar modern olursa olsun; bir binaya sıkışmaktan, gün boyu burunlarını dışarı çıkaramamaktan, çıkarsalar bile gidecek yer bulamamaktan, kötü beslenmekten, şişmanlamaktan, hımbıllaşmaktan öylesine bunalmışlardı ki, gözleri maaş, kariyer falan görmedi. Canlarına tak etmişti.

Hadi İstanbul trafiğine çözüm bulamazlardı ona katlanıyorlardı ama merkezde çalışan arkadaşları gibi yaşamak onların da hakkıydı. Ya kendi bünyesinde bu sorunları çözmüş işyerlerine gidecek ya terk-i-diyar edip küçük şehirlere göçeceklerdi.

Öyle de yaptılar.

Eat’i duymuş olsalar, şimdilik Maslak Sun Plaza’nın altında açılan pek yakında şubeler de açacak olan bu mekanı bilseler; kararlarını yeniden gözden geçirirler miydi acaba?

Orasını bilmem. Ama bildiğim bir şey varsa o da Eat’in açıldığından bu yana civar çalışanları için can simidi olduğu.

Eat de ne dediğinizi duyar gibiyim.

BİRİ MODACI, ÖBÜRÜ İŞLETMECİ İKİ KADIN

Eat, bu sorunları yaşayarak öğrenmiş iki işkadınının çalışanların hayatlarını kolaylaştırmak, onları iş hayatının griliğinden bir saatliğine bile olsa uzaklaştırmak amacıyla açtıkları bir mekan.

Londra ya da New York’ta dolaşırken rastladığımız, benzeri bizde de açılsa diye imrenerek baktığımız, mis gibi kahve kokusunu daha önünden geçerken aldığımız yerlerden...

Raflarında envai çeşit sandviç duran, sandviç yemek istemeyenlere dumanı tüten çorbalar, körpe salatalar sunulan; uzun beyaz masalara oturarak yemenin de, bir kutu alıp yola devam etmenin de mümkün olduğu ve her ayrıntının çalışan insanlar ve onların ihtiyaçları düşünülerek kotarıldığı bir yer.

Mine Soyuer ve Deniz Seferoğlu’nun yolu bundan yıllarca önce birlikte çalıştıkları Beymen’de kesişmiş.

Biri New York’taki ünlü Parsons moda okulundan aldığı diploması, diğeri İTÜ İşletme Fakültesi mezunu olarak işe başlamışlar.

Ben tanıdığımda Deniz Beymen Studio koleksiyonlarını hazırlıyor, Mine finans işlerine gömülmüş anlamadığım için olsa gerek bana dünyanın en zor işi gibi gelen ‘para’ işi ile uğraşıyordu.

Yaratıcılık ve hesap...

İşte yıllar sonra bu iki arkadaş yeteneklerini birleştirip ortak olmaya karar vermişler. Yapmak istediklerinin gıda işi olduğunu keşfedince, Deniz hayale, Mine hesaba durmuş.

İstedikleri, benzeri olan bir yer açmak değilmiş. Uzun araştırmalardan, fizibilite çalışmalarından sonra yıllarca çektikleri için sıkıntısını iyi bildikleri bir alana, yani şirketler ve şirket çalışanlarına yönelik bir yemek sistemi oluşturmaya karar vermişler... İşte Eat, yani Ekmek Arası Tatlar fikri de böyle doğmuş.

EKMEK ARASINDA BİNBİR TAT

Önce mekan araştırmasına girişmişler... Gözlerini her gün bir yenisi dikilen gökdelenleri ile Maslak’a dikmişler ve gökdelenler içinde hem mimari açıdan beğendikleri hem de yapacakları işe en uygun orası olduğu için Sun Plaza’yı seçmişler.

Girişin sağındaki aydınlık dükkan ve alt katta kuracakları mutfak için kocaman bir alan kiralamışlar. Mutfak çok ama çok önemliymiş. Satacakları ürünler günlük olacağı ve her gün o tezgahtan yüzlerce tat çıkacağı için profesyonel bir mutfağa sahip olmak şartmış. Bu iş öyle derme çatma mutfaklarla olmazmış...

Sabah saatlerinde doğru dürüst bir şey yemeden nasıl alelacele yola koyulduklarını unutmadıklarından, işe sabah atıştırmalıklarını düşünerek başlamışlar. O koşturmada kimsenin aklına zeytinli-reçelli kahvaltı gelmez ama kimse gevrek simitle demli çaya, ağızda dağılan kruvasanla koyu kahveye itiraz etmez demiş; bunlara şık ambalajlar içinde satılan minik kekleri ve mevsim meyvelerini eklemişler.

Öğle yemekleri için noodle, çorba, somonlu, karidesli, tavuklu, şunlu bunlu çeşit çeşit salata ve elbette mekana adını veren ekmek arası binbir seçenek hazırlamışlar.

Bu kadarla da kalmamış gün boyu tüketilecek farklı tatlar yaratmışlar. Abur cuburlar, adı abur cubur olmasına rağmen abur cubur olmayan minik paketlerde. Bir de anlattığım uzun toplantıları katlanabilir kılmak için hazırladıkları kutular var. Küçük boy üçgen sandviçlerin yan yana dizildiği, istediğiniz çeşitten istediğiniz adette sipariş verdiğiniz kutular.

Hepsi elbette bu kadar değil ama anlatmakla da olmuyor. Galiba en iyisi gidip nasıl şık bir mekan yarattıklarını görmek. O da olmuyorsa bir telefon açıp sipariş vermek.

Gerçekten de bu iki kadın bir ilki başarmış; ekmek arasına kattıkları binbir tatla çalışma hayatınızı kolaylaştıracak bir sistem kurmuşlar.

Eat’ten çıkarken yükselen gökdelenlere baktım. Ve filmlerde gördüğümüz uygar çalışma ortamlarının öyle gökdelen dikmekle ya da bölgeye ‘Mashattan’ adını vermekle olmayacağını, daha çoook Eat’lere ihtiyacımız olduğunu kavradım.
Yazının Devamını Oku