Dediğim gibi, deli poyraz eşliğinde geldiği için yağdığı mı tozduğu mu belli olmayan meret, bende kıstırılmışlık duygusu dışında hiçbir duygu uyandırmadı.
Siz bu yazıyı okuduğunuzda bitmiş olacağı söyleniyor ama şu an bütün şiddeti ile sürüyor.
Kardan söz ediyorum.
İstanbul’un her semtine farklı yağan kardan.
İki gündür durmadan yağan kardan.
Lapa değil, bıldır değil, tipi değil döne döne yağan kardan.
Fırtına eşliğinde geldiği için olsa gerek insanda coşkudan çok kıstırılmışlık duygusu uyandıran kardan.
Üç gündür evdeyim. Köpeği gezdirmek için parka inmek dışında dışarıya çıkmadım.
Genellikle böyle zaruri ev hapislerinden hoşlanırım.
Gündelik koşuşturma içerisinde bir türlü fırsat bulunup da yapılamayan işleri düzene koymak, uzun süredir aranamayan arkadaşları aramak, uzaktan da olsa seslerini duymak, niyetlenildiği halde bir türlü okunamamış kitapları okumak, birikmiş evrakı ayıklamak, çekmeceleri, dolapları boşaltıp bunca ıvır zıvırın nasıl biriktiğine şaşırmak, kuytu bir rafta unutulmuş albümlere bakıp geçmişe dalmak, solgun kırık sepya fotoğrafların çekildiği günlere dönüp anıları temize çekmek iyi gelir.
Sizi ev hapsine mecbur kılan her ne ise -karsa kar, yağmursa yağmur, beklemekse beklemek- onu sever, için için bitmemesini dilersiniz.
Bu kez öyle olmadı ama...
KOLTUKTAN KANEPEYE
Dediğim gibi, deli poyraz eşliğinde geldiği için yağdığı mı tozduğu mu belli olmayan meret, bende kıstırılmışlık duygusu dışında hiçbir duygu uyandırmadı.
Bırakın evin içinde dört dönen badem kadın olmayı, koltuktan kanepeye gidecek mecalim yok. Televizyon açık. Kanaldan kanala zıplıyor, karşıma çıkan programlara boş gözlerle bakıyorum. Belli ki herkes benim gibi değil. Kadının biri yememiş içmemiş, kar-tipi fırtına dinlemeyip kayınvalidesinden öğrendiği fasulye turşusunu izleyici ile paylaşmak, ama ondan da önce televizyonda görünmek fırsatını kaçırmamak için Beykoz’dan İkitelli’ye gitmiş; elinde kaşık, sponsor firmanın verdiği bir örnek kirazlı tencerelerde Karadeniz yemekleri yapıyor. Bir diğeri tek katılımcı olma fırsatını değerlendirmiş, sorulan sorulara cevap vermek dışında habire konuşuyor. Haberlerde tek haber var. İstanbul’u etkisi altına alan ve hayatı felce uğratan kar. Kuş gribi uzmanları, yerini metereologlara ve her daim ekrana çıkma fırsatı yakalayamayan belediye başkanlarına bırakmış. Magazin programlarında gazetecileri evlerine çağıran bu vesile ile kar elbiseleri ve kürklü şapkalarını gösterme şansını yakalayan birkaç ünlünün nasıl çocuklaşıp bahçede kartopu oynadığı görüntüsü dışında bir şey yok. Diziler tekrar, filmler eski.
BİRAZ DAME DE SION
İçimden bir ses, fırsat bu fırsat otur yazını yaz diyor.
İyi de ne yazacağım?
Pazar günü dünyanın dört bir yanından okulun 150. kuruluş yılını kutlamaya gelen Dame de Sion’lu arkadaşlarımla buluşmaya kalktım, olmadı. Oysa sadece onların fotoğraflarını çekip altına bir iki satır yazmak bile yeterdi. Düşünsenize ne yaşları, ne başları, ne de hayatta duruşları birbirine benzemeyen yüzlerce kadın Büyük Avlu’da toplanmış. İçlerinde diploma aldığı günden beri görüşmeyeni de var o gün bu gün Siyamlı ikizler gibi yaşamayı becereni de. Aradan yıllar geçmiş. Hayatın izi hepsinde farklı. Karşılaştıklarında duralıyor, kimin kim olduğunu çıkarmaya çalışıyorlar. Sonra haykırışlar, sarılmalar ve hiç değişmemişsin diye başlayan bilinen yalan. Oysa kilolar alınmış verilmiş, sarışınlar siyaha, karalar sarıya kesmiş. Belki de haksızlık ediyorum kim bilir. Belki de o avluya adım attıklarında hepsi birkaç saatliğine bile olsa on yedi yaşlarına geri dönmüşlerdir.
BİRAZ HAKAN ERDOĞAN
Yok, bu gün ne yazsam belli ki karamsar bir yazı olacak.
Peki başka neden söz edebilirim? Geçen hafta gittiğim Sabancı Müzesi’ndeki caz konseri? Sonra Müzedechanga’da yediğimiz yemek?..
Aslında Hakan Erdoğan ile gelecek günler içerisinde buluşmak ve fiyakalı birkaç fotoğraf çektirtip düzenlediği konserlerden söz etmek istiyordum. Yaptığı az buz iş değil çünkü. Hakan, hobisini işi kılmayı becermiş ender insanlardan. Müzikle iç içe dış dışa bir hayat onunki. Sorduğunuzda, mesleğinin olmadığını söylüyor.
Organizatörlük meslek değilmiş. Hacettepe Üniversitesi’ni bitirdikten sonra kendisini bu uğraşın içerisinde bulmuş. Ankara Festivali’nin kurulmasına ön ayak olmuş.
Ünlü Hipodrom Konserleri de onun fikri. Zamanın Ankara Belediye Başkanı Murat Karayalçın onu bu fikirden caydırmak için az buz uğraşmamış. "Koca Hipodrom 9. Senfoni dinlemeye gelenlerle dolmaz, hezimet olur" demiş ama dinletememiş. Hakan inatçı. Riski göze almış, konseri yapmışlar. Ve otuz bin kişinin ayakta Beethoven dinlemesine onlar da şaşırmışlar.
Derken Ankara günleri bitmiş yolu İstanbul’a ve Sabancı Müzesi’ne düşmüş. Yaz aylarında müzenin bahçesinde cazlı kahvaltıları ve son iki aydır da Toyota sponsorluğunda bizim de gittiğimiz konserleri düzenlemeye başlamış. Bu konserleri düzenlerken tek ölçüsü İstanbul Festivali’ne davet edilecek kadar ünlü olmayan ama yetkinlikte oraya gelenleri aratmayan sanatçıların çağırılacağı konserler olması. Bizim gittiğimiz gece Blanchard adında bir kemancının kurduğu trionun konseri vardı. Ben tanımasam da söz konusu Monsieur Blancheard ünlü mü ünlü ve klasik keman virtüözü olmasının yanı sıra böyle Grapelli tarzı çalan ender cazcılardan biri imiş.
BİRAZ DA CHANGA
Sonra Müzedechanga’da yemek. Bu yazılara ilk başladığım yıl, ilk yazıyı onlar için yazmak istedim ve o gün bu gün kendilerinden tek kelime edemedim. Oysa Savaş ve Tarık ve Zekiye yazıyı değil, diziyi hak eden işler yapıyorlar. Müzenin ilk katına açtıkları yeni yerde de yeni tatlar denemişler. Hele bir kırmızıbiberli armut tatlısı var ki, anlatamam... Ama onları böyle karamsar bir yazının içine sığdırmaya da kıyamam.
Yok; dışarıda bu kar böyle sürdükçe olmayacak.
Ne yapsam ne etsem yazının kıvamı tutmayacak.
Sadece tiyatrocular mı dilleri sürçtüğünde affola, der?