Mahkeme koridorlarında geçen Sevgililer Günü

Biliyorum hepinize Sevgililer Günü lafından gına geldi. Kırmızı gül görmekten, aşık çift hikayelerinden, çarşaf çarşaf yayınlanan sevgiliye ne hediye almalı anketlerinden, hepsinden...

Bana da! Elimden gelse, Azteklerin yaptığını yapacak, şubatın 14’ünü atıp 13’ü 15’e bağlayacağım ama ne mümkün? Kaderde 14 Şubat’ı unutmamak için parmağa iplik bağlamak, takvimlere çarpı koymak, geldi geliyor diye beklemek varmış. Neden mi? Durun baştan başlayayım...

Bundan bir ay kadar önce kapı çalındı, bir polis memuru elinde sarı bir zarfla çıkageldi. Devletten geldiği renginden belli o zarflardan hazzetmem. Hayırlı haber değildir. Memur adımı soyadımı sordu, beyan yeterli olmasa gerek nüfus kağıdımı istedi, bir fotoğrafa bir yüzüme bakıp benim ben olduğuma kanaat getirdikten sonra elindeki defterde imzalamam gereken kutuyu gösterdi. Lakin bu arada benim titrek sesle sorduğum "Memur bey nereden geliyor" sorusuna cevap yok. Karşımdaki sanki polis memuru değil konuşmamaya yeminli keşiş. Neden sonra, çatık kaşlarla yüzüme baktı ve boğuk bir sesle "İzhar" dedi. O an benzim zarfın rengine kesti. İzhar? İzhar ne demek?

Öyle put gibi durmuş; tebliğ, icra, ibra, taahhütname, muvaffakatname gibi bildiğim bütün sarı zarf kelimelerini sıralıyorum ama yok... İçlerinde izhar yok. Zarfı da alamıyorum. Nereden öğrenmişsem, bazen resmi evrakı teslim almak bile bombanın saatini ayarlamak anlamına gelir diye; boz ve boş suratla memurun yüzüne bakıyorum. Sonunda açıkladı: İlk duruşmaya katılmayanlara ikinci duruşmaya da gitmezler ise mahkemeye "mevcutlu" yani polis nezaretinde götürüleceklerini bildirmek için yollanan yazı imiş.

Tamam iyi de hangi duruşma? Ne davası? Ben yüksek sesle kan olmaz, alacak verecek yok, araba kullanmadığıma göre trafik cezasını da geç diye şıkları sıralaya durayım memur bey zarfı açıp duruma açıklık getirdi: "Hırsızlık sanığı imişsiniz!" O an ölmedim ya bir daha ölmem! Tanıkla sanık lafını karıştırmayan polise de polis demem. Artık bayılma noktasına geldiğim yüzümden aktığından mı neden bilmem, bir süre sonra kaşlarının arası ütülendi, sesinin tonu ve hitap şekli değişti "Abla ne yap ne et, git. Yoksa seni götürmek zorunda kalırız" dedi. Sonra da en babacan haliyle "Bula bula da Sevgililer Günü’nü bulmuşlar" diye ekledi.

FOTOĞRAFI BİLE VAR KENDİSİ YOK

Polis nezaretinde Sevgililer Günü davası... Güleyim mi ağlayayım mı? İzharı okumaya başladım. Zaten hepi topu soluk daktilo ile yazılmış üç beş satır: Tarih, dosya numarası, sanık ve tanık adları. Sanıklar Ömer bilmemkim ve Selim bilmemne ve şimdi hatırlamadığım üç beş isim daha. Müştekiler de biz ikimiz: Yani Tuba Çandar ve bendeniz. O an ayıldım; Bu Selim bizim Selim. Yaklaşık bir yıl önce selamsız sabahsız hayatımıza giren, o gün bu gün çekip gitmeyen Selim. Selamsız sabahsız lafı boşuna değil. Gerçekten de Selim, bir sabah ansızın Tuba’lara geliverdi ve kısa bir ziyaret sonunda evde bulunan değerli ne varsa aldı gitti. Bir gece önce Tuba’da kalmış olduğum için benim çantamı da almış. Olaya Cengiz (Çandar) el koydu. Onun da canı yanık. Diz üstü bilgisayarı, pasaportu, cep telefonu ama daha da önemlisi, üç yıldır üzerinde çalıştığı kitabın disketleri gitmiş.

Eh hal böyle, şikayetçi de Cengiz Çandar olunca, haliyle eve birkaç ekip birden geldi. Hatta İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah ve İçişleri Bakanı Sayın Abdülkadir Aksu bizzat arayarak polisin duruma el koyduğunu söyledi. Rahatladık. Gerçekten de Türk polisi iki gün içinde hırsızımızın adını sanını, hatta fotoğrafını bile buldu. Bir tek kendini ve çalınan malları bulamadı. Eh o kadar kusur kadı kızında da olur! Bir iki hafta umutla bekledikse de sonunda vazgeçtik, bir bardak soğuk su içtik.

Tam Selim’in adını unutmuştuk ki izhar geldi. Meğerse davamız kamu davası olmuş. Bu kamu davası denen öyle bir dava cinsi ki, kar kış dinlemiyor, her ahval ve şeraitte görülüyor. Gitmeyenlerin sonu malum... İşin beteri avukat tutmak da yok. Yani siz tutamıyorsunuz. Hırsız firarda olduğu için onu mahkeme tarafından görevlendirilen avukat temsil ediyor ama hakim illa sizi karşısında görmek istiyor.

MÜBAŞİRE KANDIK DAVAYI KAÇIRDIK

İşte 14 Şubat sabahı kargalar uyanmadan kalkıp, Tuba ile el ele Sulh Ceza’ya yollanmamızın nedeni bu. Ortada öyle bağırıp çağıran, boşanmaya çalışan çiftler yok. Sessiz koridorlarda cüppeli birkaç avukat, kelepçeli birkaç arkadaş o kadar. Bir de sözleşmiş gibi fiyonklu şapkalarımızla arzı endam eden biz, ikimiz. Davanın hangi salonda görüleceğini anlamak için kapı önlerine asılmış listelere bakınıyoruz. Adam öldürme, emniyeti suiistimal, uyuşturucu, gasp, adam yaralama gibi suçun her çeşidi sıram sıram sıralanmakta. Biz yirmi yedinci sıradayız. Dava saati gelmiş ama birinci davanın bile üzeri çizilmemiş. Mübaşir olduğunu sandığımız beyefendiye sıramızın ne zaman geleceğini sorduk, en az bir saat sonra olacağını öğrenince de, hiç olmazsa sıcak bir çay içelim diye bahçedeki çay ocağının yolunu tuttuk. Ama heyecandan mı neden bilmem, yirmi dakika sonra geri döndük ki, ne görelim? Bizimkinin üzeri çizili. Selim’in avukatı kapıda, ama şapkalı mağdureler ortada olmadığı için dava başka bahara kalmış.

Yalan değil, bahara. Hem de iyi mi, gene özel bir güne: 23 Nisan’a. Karar verdik, bu kez şapka takmayacağız. Papatyadan çelenk yapıp boynumuza asacağız, çocuklar gibi şen koridorlarda zıplayacağız. Bakarsınız Selim de bunca devletlinin yüzünü kara çıkarmamak adına gelir, rondomuza katılır.

Bayram dediğin de ancak böyle kutlanır!
Yazarın Tüm Yazıları