Figen Batur

Edinburg’u İskoç gibi telaffuz edemeyecekseniz hiç gitmeyin

5 Ağustos 2006
Önce "Ey" diyeceksiniz. Y’nin üzerine fazla basmadan. Ardından İ’nin noktasını atacak ama I’yı da yutarak genizden bir "dın" sesi çıkaracaksınız. Sonra işin zor faslı başlıyor. B’yi izleyen O’ya belli belirsiz bir U ekleyecek, sonra rahatlayıp bir oh çekeceksiniz. "Eydınbouğroohh" dediğiniz, diyebildiğiniz anda olmuştur. Şimdi İskoçlarla konuşmaya başlayabilirsiniz. Eydınbouğrooh, yani bizim dildeki adıyla Edinburg, bildiğiniz gibi onların başkentlerinin adı. Gurur abidesi İskoçları, gözbebekleri gibi üzerine titredikleri başkentlerinin adını yalan yanlış söyleyerek kızdırmaya gelmez. Bir de Harvey Nicholson’a "Harvi Nik" der, bir iki de telaffuzu neredeyse imkansız malt viskinin adını zikrederseniz emin olun iş biter. Akan sular durur, publarda rastladığınız yabancılarla, taksi şoförleri ile, kılavuzlarla, garsonlarla, caz festivali için Britanya’nın dört bir yanından gelen gençlerle koyu bir sohbete dalabilirsiniz. Biliyorum çünkü denedim...

Geçen ay Hürriyet Gazetesi’nde Mehmet Yılmaz’ın yazdığı Edinburg güzellemesini okuduğumda, birkaç haftaya kalmadan yolumun kuzeyin bu şahane şehrine düşeceği aklımın ucundan bile geçmezdi.

Kim derdi ki gene bavullar toplanacak ve Bodrum- Edinburg uçulacak?

Sevgili Sibel Asna’nın Halkla İlişkiler şirketinden arayıp Harvey Nicholson İstanbul’un tanıtım gezisine davet ettiklerinde daveti ikiletmeden kabul etmemin nedeni hiç kuşkusuz Sibel Asna’nın ne organize ederse etsin çok iyi etmesi ve Mehmet Yılmaz’ın sözünü ettiğim güzellemesiydi.

Bir de tabii daha önce oraya yolu düşmüş birkaç arkadaşımdan dinlediklerim.

Şimdi, gidip gördükten sonra bütün güzellemelerin bu şehri tanımlamak için yetersiz kaldığını düşünüyorum.

Edinburg, sırtını dağlara dayamış, ayağını denize uzatmış bir şehir. Şehre, yolun iki yanına sıralanan ve her biri önlerindeki bahçe ile insana İngiliz bahçe düzenlemesinin ne denli kusursuz olduğunu bir kez daha hatırlatan, yan yana dizili küçük evlerin arasından geçerek giriyorsunuz. Arada Sağırlar Okulu olarak kullanılan nefis bir şato ve Allah uzun ömür versin ama olur da bir şey olursa şehrin ana meydanına iri bir heykelinin dikileceğinden en ufak kuşku duymadığınız Sean Connery’nin bir zamanlar devam ettiği Sanat Okulu var. Bir de insana "eğer bunlar ağaçsa, bizim diyardakiler başka bir şey olsa gerek" dedirten dev ağaçların gölgelediği yemyeşil parklar...

Merkeze yakın şehrin profili değişiyor.

Gri arduaz çatılı tek kat evlerin yerini isli şömine rengi kesme taşlardan yapılmış, yarısı Ortaçağ ve neo-klasik mimarinin tipik örnekleri olan binalar alıyor.

Tepede gökyüzünü tırmalayan kaleyi ve ona komşu Kraliyet Sarayı’nı da unutmamak gerek. Arnavut kaldırımı döşeli caddeleri alt düzlemde kalan diğer caddelere bağlayan daracık geçitler şehrin alametifarikası. Her yer ama her yer, sardunya ve petunya.

CAZ FESTİVALİ MEŞHUR

Sokaklar, açıldığından beri tek çivi çakılmadığı izlenimi uyandıran viski dükkanları, loş publar, mis kokan tütün satıcıları, küçük sayılabilecek bir şehirde nasıl olup da bu kadar çok olduğunu anlayamadığınız sanat galerileri, müzeler, butikler ve 450 bin nüfuslu şehrin kadın, erkek bütün yaşayanları her gün bir yenisini alsa bile neden bu kadar çok olduğuna akıl sır erdiremediğiniz, vitrinlerinde dize kadar çorap, bilekten bağcıklı ayakkabı, ekose etek, tüylü çanta giydirilmiş erkek mankenler ve mutlaka zadegandan birinin teşekkür mektubunu sergileyen kilt dükkanları ile dolu.

Yollar cıvıl cıvıl.

Kalabalık, gelen geçene muzip bakışlar atan yerliler ve özellikle yılın bu aylarında hem gezip hem de caz dinlemek için yolunu buraya düşüren turistlerden oluşuyor.

Ertesi gün Edinburg Ticaret Odası Başkanı Ron Hewitt’ten Birleşik Krallık’ın bu belki de en güzel şehrine yılda 13 milyon turist geldiğini, gelenlerin yaklaşık 1 milyar dolar bıraktığını, Caz Festivali dışında her yıl tiyatro, edebiyat, sanat festivalleri düzenlendiğini; gene yılın bu aylarında yapılan Miltary Tattoo’nun üç milyonun üzerinde ziyaretçisi ve 350 milyon dolarlık geliriyle Edinburg’luların pek övündükleri bir etkinlik olduğunu öğreneceğim.

Hewitt bize ayrıca Edinburg’un öteki yüzünü de anlatacak.

Glasgow’un İskoçya’nın sanayi, Edinburg’un ise finans merkezi olduğundan söz edecek ve her birimizin gözlerinin fal taşı gibi açılmasına neden olan rakamlar verecek.

Acı acı, İstanbul’da yapılabilecekken yapılamayanları düşünecek, sonunda doktordan, şarkıcıdan, futbolcudan, tatlıcıdan ancak bu kadar olur deyip pes edeceğim.

UNİTİM’İN SIRRI KURUCUSUNDA GİZLİ

Unitim adını ne yalan söyleyeyim, bu geziden önce duymamıştım. Ben ki gazeteleri küçük ilanlarına kadar okurum, ne ekonomi sayfasında ne de "cemiyet haberlerinde" şirketin ve şirket kurucusu Burç Cemiloğlu’nun adına rastladım.

Küçük bir şirket olsa hadi neyse de, eylül ayında Kanyon Alışveriş Merkezi’nde sekiz bin metrekarelik alanda Türkiye’nin en büyük lüks mağazası Harvey Nichols’ı açacak olan ve yıllık ihracatı 60 milyon doları bulan; yıllık sekiz milyon adetlik üretimi, Düzce’de kapalı 20 bin metrekare entegre tesisiyle dev bir firma söz ettiğim. Hiç mi ortaya çıkmaz? Başarısıyla hiç mi cakcaklanmaz? Burç Cemiloğlu’nu tanıdığınız anda onun konuşanlardan değil, çalışanlardan olduğunu anlıyorsunuz.

Harvey Nichols, bir terslik olmazsa eylül sonunda açılacak ve içinde 700’den fazla ünlü markanın satışı yapılacak. Listede Prada’dan Alaia’ya, parfümden marmelada kadar yok yok. Ayrıca Bilenlerin bildiği gibi Londra’nın en afili, tek Michelin yıldızlı füzyon lokantası Hakkasan da, Harvey Nichols ile birlikte huzurlarımızda olacak.

İSKOÇYA NOTLARI

Scotsman Oteli harika. İskoçya’nın en köklü gazetelerinden biri olan Scotsman’ın binası beş yıl önce yeniden düzenlenerek otel haline getirilmiş ve haklı bir ün edinmiş. www.scotsman.com.

İskoçya evet, Cesur Yürekler’in ülkesi ama aynı zamanda bir golf cenneti. Edinburg yakınlarında sayısız golf sahası var.

Malt viski severler için gidilmesi elzem tek ülke. Adını sanını duymadığınız boy boy çeşit çeşit maltlar çikolata kokulusundan islisine her köşe başında.

Bumbarın hallicesi, tadılırken adına yazılmış şiirler okunan, ulusal-onursal-kutsal yemek Haggis’den ve Çin operasından beter, mehteran takımını mumla aratan gayda müziğinden kaçının!
Yazının Devamını Oku

3 dakikada kerevit, 5 dakikada pizza, 7 dakikada et

22 Temmuz 2006
Baden Baden, gidenlerin bildiği üzere hap gibi bir şehir. Orta yerde bu küçük şehir için fazla büyük ve fazla bakımlı bir park, parkın ortasında ısrarla nehir dedikleri dereden biraz geniş bir ırmak, birbirine koşut, zenginlik simgesi markaların yer aldığı iki geniş cadde, şehri çevreleyen tepelere serpilmiş malikane dense yadırganmayacak güzellikte evler... Her biri 19. yüzyılın ihtişamını göz önüne seren vakur oteller, şehrin merdivenlerle çıkılan eski bölgesinde Ortaçağ kalıntısı asık yüzlü gotik bir kilise... Bir iki şarap evi, bir iki sahaf, altlarında ya Willhelm ya Friedrick yazılı muzaffer duruşlu birkaç heykel, birkaç hoş kahve... Ünlü yayıncı Burda’nın servetini borsadan yaptığı söylenen ağabeyine ait, önündeki dev Miro ile iddiasını ortaya koyan özel müze, girişiyle duruşuyla insana ister istemez Dostoyevski’yi çağrıştıran; geniş holünde hayatını oraya yatırmışların portrelerini barındıran casino... Pembe beyaz akasyaların gölgelediği ve yaş ortalaması hayli yüksek yayaların gezindiği sokaklar ve onların akranlarını konuk eden kaplıcalar, kaplıcalar, kaplıcalar. Buradan Gaggenau kasabasına geçeceğim, ünlü Gaggenau Akademisi’nde Almanya’nın ünlü bir şarap tadımcısıyla şarap tadacak ve yine ünlü bir şefle birlikte yemek yapacağım.

Denizcilikte rüzgarın 5.5 şiddetinde esmesi korkulası bir şey midir? Dümendeki kaptana, güle oynaya televizyonu iplerle bağlayan miçoya, köfte kızarttığı tavanın altını söndürmesiyle kendini güverteye atıp ortaya saçılanları toplayan aşçıya bakılırsa değil... Biraz sallanacağız, o kadar. Onların birazı masif maun masanın durduğu yerde duramaması, koltukların devrilmesi, fesleğen saksısının fırladığı gibi yere çakılması demek.

Benim betim benzim attı. Sadece benim mi? Diğerlerinin de.

Oysa güne ne güzel başlamıştık. Yaprak kımıldamayan bir temmuz sabahı, horozlar ötmeden marinadan alacaklarımızı almış, gazetelerimiz, kitaplarımız ve içine bir iki giysi attığımız küçük çantalarımızla tekneye binip vakit geçirmeden açılmıştık. Niyetim kahvaltıdan hemen sonra yazıya oturmak ve öğleye kalmaz varırız dedikleri limandan gazeteye yollamaktı.

Evdekinin çarşıya uymadığı gibi karada yapılan hesap da denize uymuyor anlaşılan. Hava patlamayagörsün insan bırakın yazmayı ne yazacağını bile unutuyor.

Üç hafta önceki güzel geziyi yazacağım oysa.

Öğleye doğru burası nispeten sakin olur dedikleri İkiz Adalar’ın önüne demirledik. Bilgisayardan denizlerdeki hava raporuna bakıyor ve kara haberi alıyoruz: Sabah 5.5 kuvvetinde esen rüzgar daha da azacak ve şiddeti 7’leri bulacakmış. Bu sığındığımız koyda konaklayacağız ve pek gerekli olmadıkça oturduğumuz yerden kalkmayacağız demek. Bu aynı zamanda yazı yazamayacağım, yazsam bile yollayamayacağım demek.

SALLANAN TEKNEDEN ALMANYA KAPLICALARINA

Kamaraya geçip uzandım. Ve gözlerimi yumdum. Dolap gıcırtıları ve beşik sallantıları arasında düşle uyanıklık arasındaki o ince çizgide tuhaf bir şey oldu: Rüzgar kesildi, dalgalar çekildi. Önümde uzanan mavi bir deniz değil artık; yeşil bir vadi. Ege’de fındık kabuğu gibi sallanan bir teknede değil Almanya’nın kaplıcalarıyla ünlü bir şehrindeyim şimdi.

Her penceresinde aynı renk sardunya, her balkonunda aynı renk petunya olan; kalesi, kilisesi, casinosu ve Avrupa’nın ikinci büyük operasıyla küçük mü küçük, şirin mi şirin, zengin mi zengin bir şehirde: Baden Baden’de. İki gece burada konaklayacak ve ardından ördek vaklaması anlamına geldiğini öğrendiğimiz Gaggenau kasabasına geçeceğim. Orada ünlü Gaggenau Akademisi’nde Almanya’nın ünlü bir şarap tadımcısıyla şarap tadacak ve yine ünlü bir şefle birlikte yemek yapacağım. Ve elbette bu yemekleri yaparken ünü dünyayı tutmuş Gaggenau mutfak gereçlerini kullanacağım.

Birinci tekil kullandığıma bakmayın: Geçecek, yapacak, tadacağız. Gene bir basın gezisindeyiz ve altı kişilik küçük bir kafileyiz.

Baden Baden’e vardığımızda akşam olmak üzereydi. Bize Frankfurt’tan bu yana eşlik eden kılavuzumuza bakılırsa yıllardan beri buralarda böyle sıcak görülmemiş. Gerçekten de hava boğucu. Aldırmıyor ve otele yerleşir yerleşmez kendimizi sokaklara vuruyoruz.

Akşam yemeğini gözünü şehre dikmiş atmaca misali kalede yedik. Göz alabildiğine uzanan yemyeşil bir vadi ve ileride ufuk çizgisinde belli belirsiz seçilen Vosges’lar. Tek ses kuş sesleri... Akşam yemeğinden sonra programda casinoya gitmek var. Söylenen o ki Baden Baden’e gelen herkes oynamak için değilse bile görmek için casinoya gidermiş. İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde kısa bir süreliğine kapanan onun dışında yüzyıldan uzun süredir açık olan casino müze gibi gezilesi bir yermiş.

NE KADARI BİZİM HÜNERİMİZ NE KADARI ALET EDEVATIN

Biz de gittik. Gerçekten de söylendiği gibi. Varak, billur ve çuhanın el ele verip yarattığı ihtişam gerçekten de görülesi. Gel gelelim bir şey eksik. O şaşaalı yerde insanın gözü kıranta adamlarla güzel kadınlar arıyor. Oysa ne yazık ki karşınıza varını yoğunu elindeki üç kuruşluk pula yatırmış meczuplar çıkıyor.

Ertesi gün gezinin nedeni Gaggenau’dayız. Sizi bilmem ama benim için Gaggenau en güzel ve en fonksiyonel mutfakları üreten marka. Biraz değil hayli pahalı ve edinmesi güç. Ama hem kullanan arkadaşlarımdan dinledim, hem de birinin evinde bizatihi denedim: Hayatı kolaylaştırmakla kalmıyor, aynı zamanda profesyonel aşçılar gibi müthiş lezzetli ve hızlı yemekler yapmaya olanak sağlıyor.

Düşünün ki buharla pişiren bir fırınınız var. İri bir butu, kalın bir eti ya da canınız çok çekiyorsa çevirmelik bir kuzuyu içine atıyor, yarım saat sonra dışı nar gibi kızardığı halde içi kurumamış etinizi fırından çıkarıyorsunuz.

Bu, fırın. Ocaklar da aynı mantıkta. Dolaplar da. İşte Akademi’de bütün bu alet edevatın sırrını öğrenecek ve Yunan asıllı şefle birlikte hünerimizi ortaya dökeceğiz. Ama önce sırada şarap tadımı var. Üst kat bar olarak düzenlenmiş. Dolayısıyla da tezgahın arkasına kav dolapları yerleştirilmiş. Çelik kasalı, içinde duble magnumlara, yani dev şarap şişelerine, kasalara yani iyi bir markayı kasayla alanlara hatta purolara yer olan iki farklı nem kademesi ve üç ayrı sıcaklığa sahip iri kıyım kav dolapları.

Tadımcı bize iki kadeh veriyor ve bizden aynı şarabı, bölgenin beğenilen şaraplarından bir Riesling’i tatmamızı istiyor. Biri sözünü ettiğim dolapta soğutulmuş, diğeri buz kovasına konmuş. Gerçekten de şarapların tadı farklı. Birinde şaraptaki her aromayı tek tek seçiyor, diğerinde tadı bir bütün olarak algılıyorsunuz.

Tadımdan sonra aşağı indik. Bazen ünlü aşçıların verdiği yemek derslerine mekan olan bazen bizim gibi konuklar ağırlanan geniş salonda gecenin geç saatlerine kadar yemek pişirdik. Beş dakikada pizza, üç dakikada kerevit, yedi dakikada et yaptık. Tatlıya karışmadık. Ve söylemesi ayıp hepsini afiyetle yedik.

Ne kadarı bizim hünerimizdi ne kadarı edevatın, bilemedik.
Yazının Devamını Oku

İsviçre’de yaşayan Rus Karayiplerde puro fabrikası kurar ve...

15 Temmuz 2006
Cenevre’nin göl kıyısındaki vakur otellerinden Hotel de la Paix’nin toplantı salonunda yedi kişi, bir yandan masaya gelen atıştırmalıkları yiyor diğer yandan geniş ekran televizyonda Zino Davidoff’un hayatını izliyoruz. Yakın plan çekimde iri purosunu tüttüren ve fena halde Prens Charles’a benzeyen Zino, 1906 yılında Ukrayna’nın Kiev kentinde doğduğunu söyleyerek anlatmaya başlıyor.

Ekrana gelen sepya fotoğraflarda o yılların toz toprak içerisindeki Kiev’ini ve orta halli oldukları giysilerinden belli Musevi Davidoff ailesini görüyoruz.

Anlattığı öyküden, Baba Davidoff’un Şark Tütünleri uzmanı olduğunu ve sigara ticareti ile uğraştığını; ailenin 1911’de Çar düşmanı ilan edilmesiyle Cenevre’ye taşındığını, yeterli para bulamadığı için diğer Museviler gibi Amerika’ya göçmeyip Orta Avrupa’nın bu sakin şehrinde kalmaya karar verdiğini öğreniyoruz... /images/100/0x0/55ea42c2f018fbb8f8749181

İşte sonraları adı puro ile özdeşleşecek Zino Davidoff’un çocukluğu ve gençliği, solgun fotoğraflarda bile seçilen "bal dök yala" caddeleri ve göldeki fıskiyesi ile ünlü bu şehirde geçiyor.

Sepyalar bitti, sıra siyah-beyaz fotoğraflara geldi.

İlk fotoğrafta kepçekulak Zino okul arkadaşlarıyla.

İkincisinde çapkın bir edayla kameraya gülümsüyor. Belli ki masumiyet çağı bitmiş.

Sonrakinde Douglas Fairbanks; bıyık bırakılmış, yakaya afili bir karanfil takılmış.

Zaten biraz sonra dış ses, genç adamın okulunu bitirdiğinde ailesinin bütün itirazlarına karşın dört yıl sürecek bir yolculuğa çıktığını; yolunun önce Arjantin’e, oradan Brezilya’ya düştüğünü; kadın-müzik-dansla geçen sefahat günlerinden sonra Küba’ya gittiğini ve hayatını adayacağı puro işinin bütün inceliklerini orada öğrendiğini anlatacak.

Sonra Cenevre’ye döndüğünü, babasını ikna ederek açtığı çarşı sokağındaki küçük dükkanda Avrupa’nın ilk Havana purolarını satmaya başladığını öğreneceğiz..

Dış-ses kesildi, fotoğraf geçidi bitti.

KÜBA HÜKÜMETİ DAVET ETTİ

Şimdi ekranda devetüyü paltosuyla Cenevre sokaklarında yürüyen yaşlı bir adam var. Bugün de aynı yerde olan Davidoff dükkanından içeri girip çalışanlarla selamlaşıyor, kararsız bir müşteriye nasıl puro seçileceğini anlatıyor.

Sonra 70’li yıllarda Philippe Noiret ile katıldığı bir televizyon şovunu izlemeye başlıyoruz. Anlattığı hikayelerle milleti gülmekten kırıp geçiren bu kır saçlı adam hem engin bilgisiyle insanı afallatan bir uzman hem de müthiş bir nüktedan.

Bir sonraki bölümde ekrana hepsi arkadaşları olan dönemin puroseverleri ve Zino’nun onlara ilişkin anıları geliyor: Chaplin, Orson Welles, Churchill, Arthur Rubinstein, Kral Faruk...

Derken 1946’ya geliyoruz.

Gene bir televizyon programından alındığını düşündüğüm soluk filmde Zino; puroları, ünlü Bordo şarapları gibi sınıflandırma fikrinin nasıl doğduğunu; tıpkı farklı bölgelerde yetişen üzümlerin farklı tat ve rayihada olması gibi, tütünün de yetiştiği bölgeye göre tadının ve kokusunun değişmesinden ilham alarak yarattığı Grand Cru de la Havane serisinin ortaya çıkışını anlatıyor.

Artık ünü İsviçre sınırlarını aşmış, Avrupa’ya yayılmıştır.

İşte tam bu sırada, 1968’de Küba’nın daveti üzerine Davidoff purolarını uluslararası bir marka haline getirmek için önemli bir karar alır ve Küba’da bir fabrika kurup üretime başlar.

ZİNO’NUN GÖLGESİ DR. SCHNEIDER

Filmde bu ilişkinin neden ve nasıl kesildiği yok, ama bir sonraki bölümde fabrikanın Dominik Cumhuriyeti’ne taşındığını görüyoruz. Zino, pervaneli bir uçaktan iniyor ve onu elinde çiçek, yanında orkestrayla karşılayan güzel Karayipliyi görür görmez iki figür attırıp dans etmeye başlıyor.

Bütün bu karelerde arka planda duran ve kameralardan kaçtığı izlenimi uyandıran biri var: Dr. Ernst Schneider.

Zino neredeyse belli ki o da orada.

Paraguay Başkanıyla yemek mi yeniyor, sağında.

Ödül töreni mi? Solunda.

Plantasyon mu geziliyor? Berisinde...

Ve anlaşılan, bilerek isteyerek, hep gölgesinde.

Film, Zino’nun soylu ve güzel bir kadının purosunu uzun kibritin alazıyla yakmaya çalışırken Freud’a inat söylediği cümleyle bitiyor: Biliyor musunuz diyor bu gün görmüş Rus Yahudisi, "Ben puroda hep dişil bir yan gördüm. Onu kokladım, tattım, sevdim. Puro kadın gibidir, ihtimam ister. Bırakınca söner."

Ekran karardı.

Ve lokma boğazıma takıldı.

İzlediğim, dünyada eşine sık rastlanmayan bir başarı hikayesi.

Ertesi gün Basel’e gidip Davidoff’un merkezinde Dr. Schneider ile buluşacak ve yıllarca gölgede kalmayı seçtiğini bildiğimiz bu insanla tanışacağız.

İKİNCİ ADAM MI ESAS ADAM MI?

Davidoff purolarının Orta Asya Satış ve Pazarlama Müdürü Jean Philippe, doktorun seksen beş yaşında ve hálá işinin başında olduğunu söylüyor.

Davidoff dünyaya açılmazdan önce başka bir İsviçreli aile olan Oettinger’le birleşmiş ama daha sonra şirketi ve isim hakkını Dr. Schneider satın almış.

Zino, ölene kadar markanın yüzü olarak kamera önünde yaşasa da, şirketin tek kuruş banka kredisi kullanmadan bu günlere gelmesini Doktor Schneider sağlamış.

Hep merak ettim:

İkinci adam olmak ne demektir?

İnsan neden ikinci adam olmayı seçer?

Bu alçakgönüllülük mü, haddini bilmek mi, yoksa gerçek iktidarın adresinin kendisi olduğunu hissetmek midir, nedir?

Gel gör ki, bilemedim.

Ta ki onu; Basel’deki mütevazi, handiyse sıradan şirket merkezinin sıradan toplantı odasındaki uzun masanın başında oturan seksen beşlik delikanlıyı görene kadar.

Dr. Schneider, Reha Muhtar’ın atak, Güneri Cıvaoğlu’nun kıvrak, Mehmet Yalçın’ın kül yutmaz sorularını, kah ermişlere özgü bir sükunet ile, kah muzip bir çocuk gibi tek tek yanıtladı.

Bir ara puro için; "Puro bir haz ve huzur aracıdır" dedi.

Fırsat bu fırsat, kaçırmadım.

Madem öyle, tüketicilerin yüzde doksandokuzunun erkekler olmasını neyle açıkladığını sordum.

Önce "Kadınlar da gelişecek" dedi. Sonra gafını anlayıp, hayatta haz ve huzurun sadece kadınlarla mümkün olduğunu, bunu da her erkek gibi ona karısının ve kız kardeşlerinin öğrettiğini söyledi.

O zaman anladım.

İkinci adam olmak ne biri, ne diğeri...

Düpedüz diplomasi!

Ama doğru, ama zamanında, ama akıllıca yapılan diplomasi.

Tıpkı İngilizlerin hiçbir muharebe kazanmadıkları halde her zaman savaşı kazanmaları gibi.

CENEVRE NOTLARI

Hotel des Eaux Vives ve La Reserve anlaşılan Cenevre’nin en afili lokantaları. İlki göle karşı, geleneksel, ağırbaşlı. Yemekleri iyi ve pahalı. İkincisi daha genç. Aşıboyası duvarları ve her abajuru süsleyen Lalique benzeri kuş heykelleriyle dekorasyonda da iddialı.

Eski şehir her zamanki gibi. Bitpazarı, sahafları, birbirine dirsek veren teraslarıyla sakin ve alıcı.

Genel kanının aksine, Cenevre Zürih kadar pahalı değil. Paris’in, hele hele Londra’nın yanında handiyse hesaplı.

Gel gör ki fazla sakin, fazlasıyla Avrupalı.

Belki alışveriş cenneti denemez ama oraya kadar gitmişken gravyer peyniri, çikolata ve envai çeşit Davidoff’lardan biri alınmadan da dönülmez...
Yazının Devamını Oku

Ne bulutlar, ne de sivrisinekler beni yıldırmadı

8 Temmuz 2006
Finlandiya’nın batmayan güneşini gördüm!Bu yıl havada leylek değil leylek sürüsü görmüş olmalıyım ki, dur durak bilmedim. Heves kuşunun peşine takılıp çıktığım yolculuklara basın gezileri de eklenince, son iki ayı neredeyse karadan çok havada geçirdim. Bu kez yolculuk Bodrum sıcağından Kuzey Kutbu’nun yamacına: Kittila’ya. Yani Laponya’nın Finlandiya sınırları içinde kalan cim karnında nokta kasabasına. Yani 73 gün boyunca batmayan güneşin karları erittiği buzul diyarına. Finlandia Votka’nın dünya basını için düzenlediği Gece yarısı güneşi etkinliklerinin ikincisine katılmaya. Program yüklü değil ama yorucu. Münih üzerinden Helsinki’ye uçulacak, orada bir gece konakladıktan sonra Kittila’ya geçilecek, yirmi dört saat süreceği söylenen parti biter bitmez de dönülecek. Dönülmesine dönülecek de, dönüş yolculuğu kim bilir nasıl geçecek? Ama değer mi değer. Böyle bir fırsat olmasa, kim kalkar da yaz ortasında Laponya’ya gider?

Önce ver elini Helsinki.

Helsinki üzerine bulanık da olsa bir fikrim var.

Bir; Jim Jarmush’un New-York, L.A. Paris, Roma ve Helsinki olmak üzere dünyanın beş ayrı kentinde aynı saatte yolcu alan taksi sürücülerini konu eden "A Night on Earth" adlı filmini izledim.

İki; kuzeyin bu sakin şehrini oraya yerleşmiş bir Türk aktöründen dinledim.

Macaristan’da doğup okumak için Finlandiya’ya giden, çoluk çocuğa karışıp oraya yerleşen Can, birlikte çalıştığımız bir Yavuz Özkan filminde çekimler süresince burnunda tüttüğünü söylediği Helsinki’yi anlatıp durmuştu. Benim gibi, kış soğuk dendi mi kaçacak yer bulamayan biri için bu özlemin anlaşılır yanı yoktu ama dinledikçe insan denilen varlığın bin çeşit olduğuna bir kez daha inanmış, nasıl olup da birinin rüyasının diğerinin kabusu olabileceği üzerine kafa patlatmıştım. Değil yerleşmek, kış aylarında gün yüzü görmeyen bu ülkeyi görmek için gitmek bile aklımın ucundan geçmezken...

Sen misin büyük konuşan?

Sekiz saat süren bir yolculuk sonunda Helsinki’ye geldik.

Ve ilk izlenim: Uçtuk uçtuk 60’lı yılların Ankara’sına konduk.

Helsinki Havaalanı, Esenboğa’nın o yıllardaki hali gibi alçakgönüllü, karanlık yüzlü.

Geçtiğimiz caddeler de öyle.

Asık suratlı binalarda bir Ziraat Bankası tavrı, ıssız sokaklarda hüzünlü taşra havası, tek tük gördüğümüz yayalarda ise neden bilmem bir firari edası var.

Koşar adım yürüyorlar. Kış aylarının dondurucu soğuğundan gelme bir alışkanlık olsa gerek.

Şehrin Ankara’ya benzemeyen yanı ise, ormanla çevrili olması ve tek bir gecekonduya bile rastlanmaması.

Otelimiz merkezde yer alan küçük ve iddialı bir tasarım oteli. İçeri girer girmez son yılların modası 60’lara özenilip döşendiğini görecek, iyiden iyiye geçmişe yolculuk yaptığımız duygusuna kapılacağım.

HELSİNKİ’NİN ÖMRÜ İKİ SAATMİŞ

Vakit gece yarısı ama gökyüzü akşam alacası.

İlk kez geldiğimiz ve uzun kalamayacağımız şehri görmek için fazla vaktimiz yok. O yüzden yorgunluğa aldırmadan çıkalım diyor, gidip bir yerlerde oturmak ve eğer varsa kentin gece hayatını görmek istiyoruz.

Grubun başı ve davet sahibi Hüsamettin Bayazıd, otele fazla uzak olmayan tiyatro binasının altındaki bir kahveden söz ediyor. On dakika sonra oradayız.

Çiçeğe kesmiş parkın ortasındaki tiyatro binası otuzlu yıllarda yapılmışa benziyor. Park, hıncahınç dolu. Ama müşteriler Finlilerden çok, gece yarısı güneşini izlemeye gelmiş turistler. Fazla uzatmıyor, otele dönüyoruz.

Ertesi sabah başka bir şehre uyandım.

Güneşle birlikte ortaya çıkan Finlilerin doldurduğu sokaklar, çimenlerinde bikinili kızların sere serpe uzandığı parklar, limana doğru turuncu tentelerle uzanan pazar yeri, kahvelerini yudumlayan ailelerin oturduğu kaldırım kahveleri ile Ankara’dan ziyade herhangi bir kuzey Avrupa başkentine benzeyen bir şehir bu.

İlginç tasarım dükkanlarının yan yana dizildiği ferah caddeleri, galerileri, pasajları ile bambaşka bir şehir.

Ama buraya kadar.

İki saat sonra görülecek yer kalmadı gibi.

Ve nedense içimde Finlilere yönelik müthiş bir acıma hissi.

Kittila’ya gitmek üzere otele dönüyorum.

Helsinki’de yazın bu vaktinde gece olmuyor; güneş batmayı, gün solmayı bilmiyor ama anlaşılan kuzeye, Kittila’ya doğru gittikçe akşam alacası da kalmayacak.

Dünyanın dört bir yanından gelmiş üç yüz küsur gazeteci Kittila’nın küçük ötesi havaalanına indiğimizde buz gibi hava ile karşılıyoruz. Hava bulutlu ve yağış bekleniyor. Bu, "Oraya kadar olan uzun yolculuğu boşuna yaptık. Batmayan güneşi izlemek yerine bulutları seyredeceğiz" anlamına geldiği için ne yalan biraz keyfimiz kaçıyor. Bizim dışımızda bu meseleyi ciddiye alan yok gibi. Çekler, Lehler, Ukraynalılar, hele hele Amerikalılar çocuklar gibi şen. Bağırıyor, çağırıyor şarkı söylüyorlar.

Organizasyon tıkır...

Beyaz kürklere bürünmüş buz kraliçelerini andıran Finlandia Votka çalışanlarının önderliğinde otobüslere doluşuyor, güdük çam ormanlarının arasından geçip ünlü bir kayak merkezi olduğu söylenen Kittila’ya varıyoruz.

Karla kaplı olsa göze şirin gelebilecek bu merkez yılın bu ayında düpedüz çirkin. Hava hálá kapalı.

SİVİRSİNEKLER HÜCUMDA

Gider gitmez dağıtılan ve mutlaka yanımızda getirmemiz söylenen çantayı yüklenip partinin olacağı yere doğru yola çıkıyoruz. Çantada bir rüzgarlık ve sivrisinek ilacı var. Ormana adım atar atmaz çantalarımızı neden yanımızda getirmemiz için ısrar ettiklerini anlıyor, sert esen rüzgara karşın kümeler halinde üzerimize gelen sivrisinek bulutlarını yararak ilerlemeye çalışıyoruz.

Yirmi dakikalık yürüyüş sonunda partinin verildiği geniş alana vardık.

Tahta kulübelerin ve çadırların süslediği geniş alanın düzenlemesi için belli ki uğraşılmış. Her yere papatya ve kır çiçekleri ekilmiş, iri Eskimo kayıklarına buz doldurulup üzerine Finlandia Votka’nın yapımında kullanılan saf buzul suları konmuş, civar köylerde yaşayan yerel giysili Laponlar yanlarında getirdikleri Ren geyikleri ile poza durmuş, şaman sembollerini ince uzun tahtalar üzerine çizen ve resimleri tarih öncesi mağara resimlerine benzeyen bir kadın bir çadırda, fal bakan bir diğeri diğerinde, basın köşesi, modern dans gösterisinin yer aldığı bir başka kulübe, bacası tüten sauna, ortada kuzu çevirme gibi çevrilen geyik etleri, dev somon balıkları ve patates ve havuç ve lahana çeşitleri...

Bir de elbet Finlandia Votka ile yapılan binbir çeşit votka kokteyli.

ÇADIRIN İÇİNDEN SAHNE ÇIKTI

Manzara nefis.

Çağıl çağıl bir nehir ve göz alabildiğine ormanla kaplı tepeler.

Güneş, bulutların arasında bir görünüp bir kayboluyor. Nehrin üzerinde gece yarısı tutuşturulacak tahta kuleler var. Bunun bir İskandinav geleneği olduğunu 21 Haziran’da gün-gece eşitlendiğinde sadece Finlandiya’da değil, diğer bütün kuzey ülkelerinde de ateşler yakılıp yeni yılın iyilikler getirmesi için dilekler tutulduğunu anlatıyorlar.

Bunun İskandinav’dan çok bizdeki Nevruz gibi bir Pagan geleneği olduğunu düşünüyorum.

Kutlama alanının ortasında diğerlerine benzemeyen dev bir çadır yükseliyor. Yemekten sonra üzerindeki tente açılacak ve içindeki gizem ortaya çıkacak. Öyle bir hava...

Açıldı da! Koca bir sahne ve buzdan yapılmış upuzun bir barın bulunduğu bu şeffaf çadırda çok saat geçirdik.

Finli orkestraların çaldığı müzikle kendilerinden geçen çakırkeyif Rusların nasıl olup da düşmeden dans edebildiklerine şaşırıp, dünyanın dört bir yanından gelen ödüllü barmenlerin şov yaparak hazırladıkları kokteylleri içtik.

Sonra gece yarısı oldu. Nehir ateşe durdu.

Şamanlar gizli dualarımızı duymuş da olaya el koymuşlar gibi, tam o an dağılan bulutların arasından güneş çıktı... Batmadı.

Sibelius’un müziği dünyanın bu belki de en temiz coğrafyasında yankılanırken yedi düvelden gelen beş yüz kişi bu büyülü müzik eşliğinde hayatlarında belki bir daha göremeyecekleri bir mucizeye tanık oldu.

Ve dünyanın en arı suyuyla damıtıldığı, en iri arpalarıyla yapıldığı en az katkı maddesi barındırdığı söylenen Finlandia Votka’yı böyle bir etkinlik düzenlediği için ayakta alkışladı.

ALIŞVERİŞ NOTLARI

Finlandiya oldukça pahalı ve 20 yıl öncesinin modasını sürdürmekte ısrarlı. O yüzden alışveriş hevesine kapılmamalı ve alınacaksa, kuzey tasarımının iyi örneklerinden alınmalı.

Şehir merkezinde hemen her yerde karşınıza çıkan, bardaktan bibloya türlü tasarım eşyaları satan cam dükkanları çok özel ve çok güzel.

Saat düşkünleri için başka yerde bulunamayacak saatler var. Sarpaneva kuşkusuz en iyisi.

En akılcı alışveriş, somon yumurtası almak. Özellikle tarama için olan ince yumurta tadıyla ve fiyatıyla harika.

İkinci ucuz şey ise Gustav tarzı antikalar, bir de keten dokumalıklar.
Yazının Devamını Oku

Adonis’le bir Bodrum akşamı

1 Temmuz 2006
Anneannem kendisinden kırk yaş büyük dedemle evlenmesinde Ahmet Haşim’in parmağının olduğunu söylerdi. Dedem, görür görmez aşık olduğu genç kızı annesinden istemeye gittiğinde "Allahın emri Peygamberin kavli"nin ucuna Haşim’den de bir iki mısra eklemiş ve iflah olmaz bir romantik olan ninem, "Sana yalnız bir ince taze kadın bana yalnızca eski bir budala diyen bugünkü beşer, bu sefil iştiha, bu kirli nazar bulamaz sende bende bir mana" lafını duyar duymaz on yedisindeki Ferdane’yi fikrini sormaksızın bu kerli ferli adama vermiş.

Ferduş’un şairlere kuşkuyla yanaşması melali anlamayan nesle aşina olmayan şairin hayatında oynadığı bu mel’un rol yüzünden miydi, yoksa mehtaplı bir yaz gecesi sofrasına konuk olan Yahya Kemal’in Boğaz’a karşı anlamlı iki laf edeceği yerde, inci gibi sardığı dolmaları lüp lüp yutmasından mı bilemem ama ne zaman laf şiire ve şaire dayansa unuttuğunu söylediği Fransızcasını bir anda hatırlar ve belleğinin derinliklerinden şairler üzerine söylenmiş en acımasız meseli çıkarırdı: "Ciğerinin ezmesine bayıldığın kazın kendini tanımaya çalışma sakın!"

Ölene kadar bu fikri değişmedi. Zaten hayatında sadece bir şairi sevdi. Ona da doyamadan gitti. Bana gelince ben onun kadar acımasız değilim. Şairlerin, handiyse bizlerden farklı bir ırka mensup nev’i şahsına münhasırlar olduğunu düşünürüm. Şiirleriyle kurdukları dünyada tek başına yaşamaktan mutluluk duyan; kalabalık yaşamak zorunda kaldıklarında içlerindeki münzeviyle çatışan, hayat şiirlerinden çalmayagörsün düpedüz hoyratlaşan, dünyanın kendi çevrelerinde dönmesini olağan sayan zındıklar.

Bu sadece şairlere özgü bir özellik de değil aslında. Kendini ciddiye alan bütün sanatçılar için geçerli. Anlaşılan yaratıcılık öyle bir şey ki ondan alınan haz öyle büyük, öyle doyurucu, öyle tamamlayıcı ki, yaratıcıya yarattığı yetiyor, başka şey gerekmiyor. Anlaşılan sanat öyle kıskanç, öyle talepkar, öyle buyurgan ki kendi dışındakilere yer bırakmıyor. İstisnalar yok mu peki? Elbette var ve ben bu uzun girişi işte onun için yazdım.

ÖZDEMİR İNCE’NİN İSTİSNA MİSAFİRİ

Bodrum’da fır döner, kendimi bir yapı marketten diğerine atar, zor bela aldığım bir haftalık izni iki haftaya çıkartamayacağımı bildiğim ama o hengame içerisinde ne yazacağımı bilemediğim için karalar bağlarken; karşıma o istisnalardan biri çıktı: Hayat sıralamasını "Önce yazdığım şu meret, sonra sen, sonra şu velet" diye sıralayanlara inat ömrünü şiire adadığı halde eşi ve oğlu söz konusu olduğunda şiirden vazgeçeceğini açıkyüreklilikle söyleyen bir şair. Bir yazar. Bir dost. Özdemir İnce. Ve her zamanki gibi Ülker’le birlikte.

Alışverişi bırakıp kendimizi hemen yandaki küçük kahveye attık. Hal hatır derken, laf döndü dolaştı, Adonis’in birkaç gün kalmak üzere onlara geldiğine bağlandı. İlk sorum "Ne zaman?" oldu. İki gün sonraymış. İki gün sonra uç uzağa gitmek için İstanbul’a dönüyorum oysa. Peki ne yapmalı? Ne yapılacak, gidip bileti değiştirmeli, gerekirse diğer uçağı kaçırmayı göze alıp Arap dilinin yaşayan bu en ünlü şairini tanımak ve kayaların gölgesinde içki içip Ülker’in nefis yemeklerinin her daim eşlikçisi koyu sohbete dalmak için Gündoğan’daki o güzelim eve uğramalı.

Sonunda da öyle yapıldı. Akşamı zor ettim. Yedi sularında Gündoğan’a gittiğimde herkesi çatıdaki terasta beni bekler buldum. Herkes; yani Öz’le Ülker ve kız arkadaşıyla Adonis. Gür sesli şairlerin dev gibi adamlar olduğu yanılsamasından ötürü olsa gerek iri kıyım bir adamla karşılaşmayı bekliyorum. Oysa karşımda ufacık tefecik biri var. Dökülmeye yüz tutmuş kır saçları ve anavatan toprağı gibi şahrem yüz hatlarıyla yaşından da yaşlı görünen biri.

Konuşuncaya kadar karşınızda Mısır, Suriye, Lübnan, kısaca Ortadoğu’nun herhangi bir ülkesinde binlercesine rastladığınız bir adam duruyor. Ne zaman ki konuşmaya başlıyor, o yaşlı adam gidiyor, yerine nice gençten daha genç biri geliyor. Müthiş bir hatip. Onu dinlerken ne yazık ki Arapça bilmiyorum diye düşündüm. Arapça’ya hakimiyeti kendi kadar ünlü çünkü. Bu konuda alçakgönüllü olduğu da söylenemez. Dünyada kendisinden iyi Arapça şiir okuyan başka birini tanımadığını söyledi laf arasında.

Soruyu soruyla yanıtlamasını, kavramların kılıfını yırtmasını ve olaylar arasında insanı afallatan bir çabuklukla bağlantı kurmasını ise feylesofluğuna. Bu konuda nispeten alçakgönüllü. Kendine feylesof değil, düşünür diyor. Ve dünya üzerine düşünüyor. Doğa üzerine, coğrafya üzerine, tarih üzerine, toplum üzerine ama galiba en çok da dil üzerine. Dil onun vatanı. Bütün sürgünler gibi kökünü salabildiği tek yer. Yıllardır orada yaşamasına, hayatını orada kazanmasına, hatta kendi ülkesinden önce orada ünlü olmasına ve sular seller gibi dilini konuşmasına rağmen Fransızca’ya yüz vermemesi; anadilinde yazmakta ısrarı etmesi de bu yüzden olsa gerek.

Dinlemeyi biliyor. Beş saat süren sohbetin tortusu ne, diye sorarsanız, akşam alacası geçene kadar şiirden konuştuk derim. Al-Mutanabi’den, Abu-Nawas’tan, Char’dan, Bonnefoy’dan. Şiir çevirisinin imkansızlığından. Dünyanın neresinde olursa olsun iyi şairlerin hepsinin sesine gerçeğin kokusunun sindiğinden ve zaten başka türlüsünün düşünülemeyeceğinden. Sonra doğu ve batının din üzerine tutuştuğu kör dalaştan bahsettik. Ve Ömer Hayyam’ı yad ederek şaraplarımızı içtik.

GÜNDOĞAN İMAMINI DUYAR DUYMAZ YÜZÜNÜ BURUŞTURDU

Akşam ezanı okundu. Arap dilinin üstadı, Gündoğan imamının sesini duyar duymaz yüzünü buruşturdu. Ünlü müezzinlerin okuduğu ezan CD’lerinin fena bir seçenek olmadığından, Arapça’nın hele hele Kuran dili olan klasik Arapça’nın katlinin yarattığı düş kırıklığından, bütün Arap aleminde Kuran’ı anlayacak pek az Arap varken, neden bizim kulaktan dolma Arapçamızla bu işe soyunduğumuzdan, İslam reformunun şart olduğundan, bu yüzyıla kendisinden vazgeçen müminleri katletme hakkı veren bir dinin hiç mi hiç yakışmadığından ama bunun çözümünün bir zaman meselesi olduğundan söz etti.
Yazının Devamını Oku

Oteli otel yapan kim ne derse desin personelidir

10 Haziran 2006
Gazeteden gelen telefon aslında insanı zevkten şıkır şıkır oynatır ama keşke bu haftaya denk düşmeseydi: Yazıyı olağandan kısa yazmam isteniyor. Ama Bodrum’daki üç günlük tatil parantezim öyle üç satırda anlatılır gibi değil. Ya da, anlatılır da tadı çıkmaz... Sonuçta gidildi, görüldü, dönüldü. Üstelik gidilen de kürkçü dükkanındaki Divan Palmira, bilinmedik yer değil.

Gel gör ki, gidildi ile dönüldü arasındaki virgül, eş dost oturulan kalabalık masalarda mükemmel yemekler yiyerek, puslu güneş altında pinekleyerek, gazeteleri küçük ilanlarına dek didikleyip uzun süren kışın nihayet bittiğini iliklere kadar hissederek geçen uzun iki gün.

Sadece bu his bile benim gibi yaz insanlarına sayfa dolusu yazdırır. Kaldı ki anlatılmaya değer nice sohbet, sohbetten de öte muhabbet var.

Madem kısa kesilecek o zaman tek cümlede toplayalım bari: Türkbükü’ndeki Divan Palmira aynen bıraktığım gibi. Tıpkı geçen yıl, tıpkı ondan önceki, tıpkı daha da önceki yıllar gibi.

Motus gibi İstanbulluların özellikle de Nişantaşılıların yakından bildiği sağlık merkezinin de bünyeye katılması ve sevgili Ahmet Nart’ın geçirdiği kaza yüzünden ayrılması dışında değişen hiçbir şey yok. Ödüllü arka bahçedeki begonvil bile aynı. Ne daha uzun, ne daha çiçekli. Hep orada, hep olması gerektiği gibi.

Odalar gene ferah. Sabah kapınıza gene ütülü torbalar içerisinde günlük gazeteler bırakılıyor. Gene kahvaltı servisi garsonların iri tepsilerde sunduğu çeşitlerle açık büfe ya da insana gına getiren ve adına Continental Breakfast denen kahvaltı fukarasından farklı. Havuz, iskele gene pırıl. Ne gün boyu güneş yağlarıyla haşır neşir minderlerde, ne de masalara serilen ferah beyaz örtülerde tek bir leke var.

Mutfak, yaptığı yemeklerin fotoğraflarını çeken ve bilgisayarına yükleyen Şef Mustafa Baylan’ın komutasında askeri disiplin altında. Barmenler genç, işlerinin ehli. Bunun böyle olduğu, değişmeyen Bloody Mary’nin tadından belli. Ve bütün bunların böyle olmasının, daha da önemlisi hep aynı kalmasının nedeni, övünmekten hiç mi hiç hoşlanmayan, mecazi değil, gerçek anlamda tam kırk yıllık bir turizimci: Kamil Erenyatır.

GENÇ TÜRK NEDEN GELENEKTEN KORKAR?

Gerçekten de Türkiye’de belki de en zorlu iş, bir yerin değişmeden kalmasını sağlamak. Özellikle hiç sevmesem de adına öyle dendiği için demek zorunda kaldığım hizmet sektöründe bu böyle. Bayılarak gittiğimiz kaç yere bir süre sonra aynı gönül ferahlığıyla gidebiliyoruz? Kaldığımız kaç yerin aynı temizlikte, eğlendiğimiz kaç kulübün aynı nezihlikte devam ettiğine eminiz? El değiştirse de anlayış değiştirmeden süre giden kaç yer var?

Yeniliğe bayılan genç Türkiye neden gelenekten ölesiye korkar?

Sorular... Sorular...

Devam edelim.... Hizmet sektörü özellikle de her yıl büyük umutlar bağlanarak, bütçedeki "hayali gelir" hanesine umut dolu iri rakamlarla yazılan turizm sektörü her önüne gelenin el atabileceği bir iş kolu mudur?

Başka sektörden kazandıkları paraları bilir bilmez bu alana yatıran namuslularla, gene bu alanda aklayan namussuzların tek yatırım yolu bu mudur?

Eğer öyleyse bize gerekli olan hep beş yıldızlı oteller midir?

Türkiye’nin başka yıldıza ihtiyacı yok mudur?

Antalya’da Bodrum’da Çeşme’de kısaca göz dikilen o güzelim kıyı şeridinde her yıl bir koy daha mı kurban edilecek?
Ve ortada tek bir koy bırakmamacasına iri ucubeler dikilmeye devam mı edecek?

İyi hoş da oraları kimler işletecek?

Kişiliksiz odalara bir adet uydu kanallı televizyonla içinde hap kadar şişelerin ve bayat gofretlerin durduğu mini bar kondurmanın, denize iskele çıkıp biri çocuklar diğeri büyükler için iki havuz yapmanın, açık büfeye hepsi birbirinin tıpkıbasımı yüz on sekiz adet salata koymanın ve hizmet adı verilen bu mereti yabancıya bir yerliye on liraya satmanın adı nedir?

Bunun adı otelcilik midir?

Ve cevap:

Değildir efendim, değildir.

TECRÜBESİZ OTELCİNİN KAÇINILMAZ KADERİ

Oteli otel yapan, kim ne derse desin personelidir.

En tepedekinden en alttakine, personeli.

Bizde de bilindiği üzere bu alanda yetişmiş insan sayısı mebzul değil.

O zaman ne oluyor?

Hesapsızın biri milyonlarca euro harcayıp bir yerlere bol yıldızlı bir otel açıyor, onu çalıştıracak insanları arayıp bulamıyor, yan işletmedeki adamlara göz koyup iki kat maaş teklif ediyor, iki aya varmadan sıkıntıya düşüyor; önce aşçı, derken satın almacı, hemen ardından pazarlamacı kaçıyor, bu arada alınan banka kredileri katlanıyor, döviz artışıyla kalp krizi kapıya dayanıyor, mecburen kazıklama yoluna başvuruluyor; zaten hizmetten yana memnuniyetsiz son müşteriler de kaçırtılıp sezon başında ala ü vala ile açılan otel "Allahım bir alan çıksa" dualarıyla kapanıp satışa çıkıyor.

Ya el altından ya da gazete ilanlarıyla.

Sonra sil baştan.

BODRUM SAKİN...

Sezon henüz açılmamış.

Bodrum’un içi de köyleri de boş.

Esnaf henüz kan ağlamasa da yazdan umudunu kesmiş.

Dünya Kupası’nın Almanya’da oynanacak olması Avrupa’dan gelen talebi azaltmış. Türkler de kazık yemekten bunaldıkları için olsa gerek başka yerlere kaçmış.

Yüksek kiralar, bitmeyen yol çalışmaları, yasağa rağmen harala gürele devam eden inşaatlar, alt- yapının bitmek bilmez ve nedense çözümlenemez sorunlarıyla Bodrum uykusuz bir yaza hazırlanıyor.

Başlarını yastığa koyar koymaz uyuyanlar ise kendilerine ve birlikte çalıştıkları kişilere güvenen birkaç kişi.

Tıpkı Kamil Erenyatır gibi.
Yazının Devamını Oku

AB’ye giren Akdenizli rahat rahat viski içiyor

3 Haziran 2006
Telefonun ucunda gene ölüyü bile güldüren zeki kadın, davet sahibi gene en güleç ve en cömert genç. Davet de gene insanı kışkırtan cinsten. Üstelik bu kez bavul toplamak değil, boşaltmak gerek. "Hani tam kapıdan çıkarken" diye başlayan cümleler vardır ya aynen öyle... İşler ayarlanmış, pılı pırtı toplanmış; son çivi, inşaatı altı ay önce bitirmesi gereken mimarının alnına çakılmaya ahdedilip Bodrum’a gitmek üzere yola çıkılırken çaldı telefon: Arayan, yukarıda saydığım sıfatlara bundan böyle "ikna kabiliyeti en yüksek insan"ı da ekleyeceğim, Banu Birkan. Önce, imkanı yok dedim. Sonra kem küm ettim. İki dakika geçmemişti ki, "Ha bir gün önce, ha bir gün sonra, ne fark eder" kıvamına gelip Bodrum yerine Sortie’ye gittim. Ama davetin kışkırtıcılığının nedeni Sortie değil. Tamam yeni açıldı, tamam harikaymış, tamam içinde balıktan kebaba İtalyan’dan Fransız’a canın ne çekiyorsa yiyeceğin onlarca lokanta varmış, müzik geç yükseliyor, insan dostlarıyla iki laf edebiliyormuş şuymuş buymuş ama Sortie bütün yaz orada. İşini bitirir dönersin, canın çekiyorsa da ama içki, ama yemek, ama açıldığını sağır sultanın duyduğu Supper Club’da eğlenmek için kalkar /images/100/0x0/55ea0de5f018fbb8f867e1e1Kuruçeşme’ye gidersin. Sortie orada da... Cutty Sark’ın CEO’su Michael Salmon değil!

Michael Salmon iki günlüğüne Türkiye’ye gelmiş, bir iki toplantıya katılıp dönecekmiş. Bir daha kim bilir ne zaman yolu buraya düşermiş. Çok hoş, çok hoşsohbetmiş. Şanlı İngiliz mizahının birebir örneği imiş. Üstelik tadından çok kokusunu sevdiğimi söylediğim konyak için bu kadar yazmışmışım da, bunca yıl bana eşlik eden, benimle birlikte ağlayıp birlikte gülen viski için mi yazmayacak mıymışım? İhanet diye buna denirmiş. Elimi vicdanıma koymalı ve hayatta kaç kez başarısı müseccel bir CEO ile tanışma fırsatını teptiğimi söylemeliymişim. Zaten hayır der de Bodrum’a gidersem, o inşaatı bitirme ihtimalim ortadan kalkacakmış. Çünkü biraz daha nazlanırsam o gelip beni alnımdan vuracakmış.

İki dakikada ikna olma nedenim işte bu.

İşte Banu.

Gel de gülme.

Gel de davete icabet etme.

Saat yedi buçukta Sortie’nin kapısındaydım. Anlattıkları gibi. Zaten Boğazın en alımlı yerinde, zaten yaz aylarında ayakların suya değdi değecek içki yudumlamanın keyfi başkadır, zaten İstanbul böyle akşamlarda insanı içmese bile sarhoş eder... Ama doğruya doğru, Sortie de bütün bunları katlayacak kadar güzel.

TANE TANE LÜTFEN

İçindeki değişik işletmelere rağmen mekanın bütünlüğü korunmuş. Alacalı bulacalı, sahte palmiyeli, Çin şemsiyeli önceki yıllarda bu güzelim sahili mekan tutan sonradan görme yerlere benzemiyor. Her şey beyaz. İnsanın gözünü tırmalayan hiçbir ayrıntı yok. Gece geç vakit değişir mi bilmiyorum ama günün o saatinde gelenler de halim selim, oturaklı tumturaklı müşteriler.

Bir iki dakika etrafı kolaçan ettikten sonra barın arkasındaki sette İngiliz oldukları her hallerinden belli iki kişiyle koyu bir sohbete dalmış Burak Türeci’yi gördüm. Beni görür görmez artık alıştığım o koca gülümsemesiyle kalktı ve yanındakileri tanıştırdı: Michael Salmon ve David King.

Michael, Banu’nun söz ettiği CEO. Cutty Sark’ın son yıllarda özellikle Avrupa ve Japonya’da büyük sıçrama yapmasını sağlayan genç yöneticisi. David de sağ kolu.

İçimde hafif bir sıkıntı var.

Bilindiği gibi İngilizce bilmek ayrı şeydir, İngilizlerle konuşabilmek ayrı.

Karşınıza İskoç çıkar, İrlandalı çıkar, hatta Londra’nın bilmem ne bölgesinden bir adam çıkar; eğer o diyarda yaşamamışsanız konuştuklarının tek kelimesini anlamazsınız. O yüzden masaya oturur oturmaz İngilizcemin ancak tane tane konuşulduğunda karşımdakini kavramaya yeterli olduğunu söyleyerek lafa giriştim ve Londra’da okuduğunu bildiğim Burak’tan sıkıştığımda bana yardımcı olmasını rica ettim.

Bana dönüp isterseniz Fransızca konuşun demesin mi?

İşte ondan sonra beni tutabilene aşk olsun.

BEN SORDUM O ANLATTI

Michael’a Cutty Sark’ın gelmişini geçmişini, markanın kurucuları Berry Brothers ve Rudd ailerinin tarihçesini, kendisinin bu işe nasıl bulaştığını, neden Yunanistan’da en çok tüketilen viskinin onlarınki olduğunu, sadece Yunanistan da değil, İspanya’da da en çok sevilen viski Cutty Sark olduğuna göre bunun ortak bir Akdeniz damak tadı ile açıklanıp açıklanmayacağını, kuzey ülkelerindeki viskicilerin koyu renk viski tercih etmelerinin nedeninin içimi hafif ve kolay bu içkiyi acaba içki gibi görmemelerinden mi kaynaklandığını, neden has viski severlerin sadece malt içtiklerini ve bizim gibi fanilere yukarıdan baktıklarını, onun bu işe nasıl bulaştığını ve elbette satışları ikiye katlayan bir CEO olarak bu mucizeyi nasıl gerçekleştirdiğini sordum.

Hiçbir sorumu yanıtsız bırakmadı.

Ve daha da önemlisi hiç kıvırtmadı.

Cutty Sark’ın da tarihinde tıpkı diğer İngiliz içkilerinin tarihinde de olduğu gibi kaçakçılık ve korsanlar varmış. Amblemine bakan bunu kolayca anlarmış. Geçmişi üç yüzyıla ulaşan şirket hiç el değiştirmemiş ve şimdi bile kurucusu olan iki ailenin torunlarının torunlarının torunları tarafından yönetiliyormuş. Zaten Cutty Sark dünya çapında ününe ve geniş dağıtım şebekesine rağmen uluslararası şirketler gibi yapılanmış bir şirket değil, bir aile işletmesiymiş.

VİSKİ DEĞİL SKOÇ LÜTFEN!

Ben viski dedikçe Skoç diye düzeltmesinin nedeni viski ve Skoç arasındaki farkmış. İkisi birbirine karıştırılmamalıymış. Biri hafif ve kolay tüketilen, insanı havalandırıp neşelendiren bir içkiyken; diğeri gövdeli, içimi ağır ve kallavi imiş. İncelmiş damak zevkine sahip insanların içinde değişik tatların ve kokuların bulunduğu ikinciyi sevmelerinden doğal bir şey olmazmış. Evet ortak bir Akdeniz damak tadından söz edilebilirmiş. Ama Cutty Sark’ın Yunanistan ve İspanya’da son yıllarda yaptığı çıkış bu damak zevkinden çok, her iki ülkenin de Avrupa Birliği’ne girmesi ile açıklanabilirmiş. Yıllarca yüksek vergi oranlarından ötürü orta sınıfın erişemediği viski, Avrupa Birliği’ne girdikten sonra değişen fiyatı ile o ülkelerin geleneksel içkilerine rakip olmuş.

İYİ Kİ BODRUM’A GİTMEMİŞİM

Michael’ın annesi Yunanlıymış. Kendisi, Kıbrıs’ta doğmuş.

Gençliği anneannesinin Nice’teki evinde geçmiş. Mükemmel Fransızcasını ve hayata bir içki şirketinde çalışarak atılmasını, bütün yazlarını geçirdiği bu ülkeye ve gene o yaz aylarında yanlarında çalıştığı anneannesinin bağ sahibi komşularına borçlu.

İşte o yıllarda şarabın tadı kanına, tılsımı ruhuna işlemiş.

Üniversiteyi bitirip ülkesine dönünce Skoç yapımının yanı sıra köklü bir şarap geleneğini de sürdürdüğünü bildiği Cutty Sark şirketine girmiş.

Anadili olan Yunanca ve sular seller gibi konuştuğu Fransızca nedeniyle önce Avrupa’dan sorumlu müdür ve oradaki başarısı üzerine de genel müdür olmuş.

Evli, iki çocuklu.

Onuncu evlilik yıldönümünü karısıyla İstanbul’da kutlamaya hazırlanıyor ve Türkiye gözlemleri ile insanı şaşırtıyor.

Banu haklı.

Mistırlara, mösyölere hiç mi hiç benzemiyor.

Biri kibiriyle insanı öldürüyor.

Diğeri mizahı ile güldürüyor.

İyi ki kaldım...

İyi ki Michael Salmon’u tanıdım.
Yazının Devamını Oku

Konyağın anavatanına gittim Gitmesi kolay, dönmesi zor

27 Mayıs 2006
Bagnolet yolculuğu öncesi "Konyağı nasıl bilirdiniz?" diye sorsalar cevabım kısa olurdu: "İyi bilirdik." Gerçekten de tadından çok kokusunu, hatta kokusundan da çok içilme merasimini sevdiğim bu içki hakkında ne yalan, özel beyaz bir üzümden yapıldığı, damıtıldığı, meşe fıçılarda saklandığı, kış geceleri yenen uzun yemeklerden sonra şömine önünde, tercihen de iri bir puro eşliğinde avuçta ısıtılan kristal bardaklardan ağır ağır yudumlandığı, V.S, V.S.O.P, X.O gibi iri harflerle sınıflandırılıp, yıldızlarla taçlandırıldığı dışında fazla bir bilgim yoktu.

Haa, bir de pahalıydı; şarap gibi hayatın içinde değil kıyısındaydı.

Yani konyak lafını bilen herkesin üç aşağı beş yukarı bileceği şeyler...

O yüzden de Banu Birkan beni Don Perignon’dan Belvedere’e, kırk beş markanın ithalatçısı BT şirketinin sahibi Burak Türeci’nin davetlisi olarak Hennessy Konyakları’nın tanıtım gezisine çağırdığında duraksadım.

Gitmek kolay da nasıl dönülecek?

Daha da önemlisi, içki kültürünü bilenler tarafından el üstünde tutulan ve içkilerin prensi addedilen meret üzerine ne yazılacak, ne döktürülecek?

Bilmediğim konu üzerine ahkam kesmeyi sevmem, oturup ders çalışacak zaman da yok, ama gezi de gezi hani. Paris üzerinden Bordeaux’ya oradan Cognac bölgesine gidilecek, ailenin en ünlü üyesi Hennessy’nin konuğu olarak Bagnolet şatosunda ağırlanılacak; bağlar, damıtım evleri gezildikten sonra Paris’e dönülüp cafcaflı bir otelde konaklanılacak. Gel de reddet.

Yedi yaş terbiyesinin sonucu olarak Banu’ya benim dışımdaki davetlilerin kimler olduğunu soramaz, gitmekle gitmemek arasında bocalarken; o laf arasında grupta Mehmet Yalçın, Ahmet Örs, Ali Esat Göksel’in de olduğunu söylemez mi? Hemen, geliyorum dedim. Biliyorum ki bu isimlerle yapılacak her gezi, gezi olmanın ötesine geçer, şölene dönüşür. Sohbet anekdotlarla süslenir, merak iştahı açar, insan görmediğini görür, bilmediğini öğrenir.

Havaalanında grubun diğer üyeleri ile de tanıştım: Bülent Cankurt, Kubilay Keskin ve Şenay Düdek. Cin gibi üç melek. Nazik, efendi.

Adı üzerinde her daim fırtına kopan kırk yıllık gazeteci: Reha Muhtar.

Bir sözüyle ölüyü güldürdüğü bilinen, tanıdığım belki de en zeki insan: Banu Birkan.

Güzeller güzeli Selin Ziyal ve Burak Türeci. Gördüğüm en güleç ve en cömert davet sahibi.

KONYAK BURADA BARDAKLAR NEREDE

Uzun bir yolculuğun sonunda Bagnolet’ye vardık. Bagnolet Bordeaux’ya bir buçuk saat mesafede Hennessy konyak fabrikasının ve aileye ait bağların olduğu küçük bir kasaba. Kalacağımız şato 19. yüzyıl ortalarında yapılmış döneminin bütün özelliklerini taşıyan orta boy beyaz bir bina. Şatodan çok onu çevreleyen ve kırk hektar olduğu söylenen bakımlı parkı etkileyici. Göz alabildiğine uzanan çimlerin üzerinde ne bir yaprak ne hüda-i nabit bir ot, ne de kuru bir dal parçası var. Fransız şatolarının labirent gibi itici bahçelerine benzemeyen; dev ağaçları, küçük göleti, kuş seslerine karışan kurbağa sesleriyle insana huzur veren bir bahçe burası.

Bizi kapıda ailenin son kuşak temsilcilerinden Maurice Hennessy karşıladı.

Uzun boylu, kır saçlı, endamlı. Yüzünde bana nedense ortaokuldaki müdürümüzü hatırlatan o gergin gülümseme de olmasa neredeyse yakışıklı. Hoşbeşten ve hoş geldiniz faslından sonra sıra şerefe kadehlerine geldi.

Konyakçının şatosunda ne içilir, konyak tabii!

MÖSYÖ HENNESSY BANA NEDEN KÜSTÜ

Şişeler ortada da, benim bildiğim balon kadehler nerede? Gümüş tepsinin üzerinde ya Bakara kesim su bardakları ya da lale biçimli likör bardakları var. Biraz sonra, birinin, konyağını buz ve tonikle içmek isteyenler, diğerinin sek içenler için olduğunu ve yıllar yılı kanyaklarına su ve buz katanları görgüsüzlükle suçladıktan sonra bu nadide içkinin anavatanında bile yerine, saatine ve cinsine göre zaman zaman buz ve tonikle içildiğini öğreneceğim.

Ahmet Örs ve Mehmet Yalçın insanlığın ortak kültürünün bir parçası ve ince bir damak zevkinin uç örneği olarak gördükleri bu içkiye tonik katmayı reddettiler ve ertesi gün Fransa’nın en ünlü konyak harmancısı Yann Fillioux ile karşılaştığımızda da ona bu soruyu yönelttiler. Konyağa gerçekten de buz atılır, tonik katılır mıydı yoksa bu çağa ayak uydurmak isteyen konyak şirketlerinin dayattığı yeni bir pazarlama mıydı?

Hennessy’nin belkemiği, görenlerin önünde ceket iliklediği bu vakur adamın cevabı; V.S kalitesindeki bir harmanın istenildiğinde buz ve tonikle içilebileceği ama Paradis gibi bir harmana değecek su zerresinin bile günah sayılacağı oldu. Bu cevap her iki tarafı da rahatlattı. Yani Burak, Banu, Selin gibi tonik katıldığında konyağın tadının pek hoş olduğunu söyleyenler ve Ahmet Örs ve Mehmet Yalçın gibi bunu cinayetle eş değer görenler.

Kıssadan hisse: Herkesin konyağı kendine...

Bagnolet’deki ilk akşam, tiril tirendaz giyinip şatonun yemek salonunda yediğimiz yemekle bitti. O yemekten aklımda kalan, Bülent Cankurt’un önüne gelen kaz ciğerli creme brulee’yi tadar tatmaz yüzüne yerleşen hazin ifade ve yanımda oturan ev sahibinin ülkesinin politikacılarından söz ederken seçtiği kelimeler. Önümüzdeki yıl yapılacak başkanlık seçimlerinin güçlü iki adayından kadın olanı için söyledikleri yenilir yutulur değildi. Ben de yutmadım. Fransa’yı, tam da böyle adaylar çıkartabildiği için sevdiğimi söyledim. Bu da Mösyö Hennessy ile son konuşmamız oldu, beni defterden sildi, selamı sabahı kesti.

Ertesi gün ha yağdı ha yağacak bir havaya uyandık.

Bağlara gidecek, kavları gezecek ve o an bilmesek bile laboratuvar gibi bir odada Yann Fillioux ile sohbet ettikten sonra kendi "eau de vie"mizi, yani konyağın ham alkolünü harmanlayıp, sadece bir şişe üretildiği için dünyada eşi benzeri olmayan "hayat suyu" denen içkileri üreteceğiz.

HER SEFANIN BİR CEFASI VAR

Bağlardan aklımda kalan; yaşlı olmadıkları gövdelerinden belli omacalar.

Kavlardan aklımda kalan; yüz yıllık, iki yüz yıllık meşe fıçılar.

Harmandan aklımda kalan; anlattığım gibi önümüzdeki kadehlerden tattığımız hayat sularına verdiğimiz notlarla bizzat yarattığımız içkiler ve bir harmancının çektiği çileler. Gerçekten de Yann Fillioux olmak herkesin harcı değil. Bir kere yetenekli olacaksınız. Sonra en az on yıl süren bir eğitimden geçeceksiniz. Her Allahın günü saat 11.00 ile 01.00 arası en az elli tane eau de vie tadacaksınız. Bu arada, ömür boyu baharatlı yemek yemeyecek, parfüm sürmeyecek hatta ve hatta nezle olup yatağa düşmeyeceksiniz. Çile diyorsam, çile.

Bu kez akşam yemeği şatoda değil şatoya yakın, bölgenin tek Michelin yıldızlı lokantası La Ribaudiere’de. Şef Thierry Verrat’nın yarattığı tatlar gerçekten de unutulur gibi değildi. Düşünün ki Ahmet Örs bile yemeğin sonunda adama yıldızını helal etti.

Ertesi gün toparlandık.

Ve konyak kokusunu arkamızda bırakarak Paris’e yollandık.

Bu kez gelsin şampanya, gitsin şarap,

Ama o ayrı bir bap...

Olur da yolu o bölgeye düşenler olursa diye...

La Ribaudiere: A: 16200 Bourg-Charente.

T: 00 33 5 45 81 30 54. F: 00 33 5 45 81 28 05. W: laribaudiere. com
Yazının Devamını Oku