Cenevre’nin göl kıyısındaki vakur otellerinden Hotel de la Paix’nin toplantı salonunda yedi kişi, bir yandan masaya gelen atıştırmalıkları yiyor diğer yandan geniş ekran televizyonda Zino Davidoff’un hayatını izliyoruz. Yakın plan çekimde iri purosunu tüttüren ve fena halde Prens Charles’a benzeyen Zino, 1906 yılında Ukrayna’nın Kiev kentinde doğduğunu söyleyerek anlatmaya başlıyor.
Ekrana gelen sepya fotoğraflarda o yılların toz toprak içerisindeki Kiev’ini ve orta halli oldukları giysilerinden belli Musevi Davidoff ailesini görüyoruz.
Anlattığı öyküden, Baba Davidoff’un Şark Tütünleri uzmanı olduğunu ve sigara ticareti ile uğraştığını; ailenin 1911’de Çar düşmanı ilan edilmesiyle Cenevre’ye taşındığını, yeterli para bulamadığı için diğer Museviler gibi Amerika’ya göçmeyip Orta Avrupa’nın bu sakin şehrinde kalmaya karar verdiğini öğreniyoruz...
İşte sonraları adı puro ile özdeşleşecek Zino Davidoff’un çocukluğu ve gençliği, solgun fotoğraflarda bile seçilen "bal dök yala" caddeleri ve göldeki fıskiyesi ile ünlü bu şehirde geçiyor.
Sepyalar bitti, sıra siyah-beyaz fotoğraflara geldi.
İlk fotoğrafta kepçekulak Zino okul arkadaşlarıyla.
İkincisinde çapkın bir edayla kameraya gülümsüyor. Belli ki masumiyet çağı bitmiş.
Sonrakinde Douglas Fairbanks; bıyık bırakılmış, yakaya afili bir karanfil takılmış.
Zaten biraz sonra dış ses, genç adamın okulunu bitirdiğinde ailesinin bütün itirazlarına karşın dört yıl sürecek bir yolculuğa çıktığını; yolunun önce Arjantin’e, oradan Brezilya’ya düştüğünü; kadın-müzik-dansla geçen sefahat günlerinden sonra Küba’ya gittiğini ve hayatını adayacağı puro işinin bütün inceliklerini orada öğrendiğini anlatacak.
Sonra Cenevre’ye döndüğünü, babasını ikna ederek açtığı çarşı sokağındaki küçük dükkanda Avrupa’nın ilk Havana purolarını satmaya başladığını öğreneceğiz..
Dış-ses kesildi, fotoğraf geçidi bitti.
KÜBA HÜKÜMETİ DAVET ETTİ
Şimdi ekranda devetüyü paltosuyla Cenevre sokaklarında yürüyen yaşlı bir adam var. Bugün de aynı yerde olan Davidoff dükkanından içeri girip çalışanlarla selamlaşıyor, kararsız bir müşteriye nasıl puro seçileceğini anlatıyor.
Sonra 70’li yıllarda Philippe Noiret ile katıldığı bir televizyon şovunu izlemeye başlıyoruz. Anlattığı hikayelerle milleti gülmekten kırıp geçiren bu kır saçlı adam hem engin bilgisiyle insanı afallatan bir uzman hem de müthiş bir nüktedan.
Bir sonraki bölümde ekrana hepsi arkadaşları olan dönemin puroseverleri ve Zino’nun onlara ilişkin anıları geliyor: Chaplin, Orson Welles, Churchill, Arthur Rubinstein, Kral Faruk...
Derken 1946’ya geliyoruz.
Gene bir televizyon programından alındığını düşündüğüm soluk filmde Zino; puroları, ünlü Bordo şarapları gibi sınıflandırma fikrinin nasıl doğduğunu; tıpkı farklı bölgelerde yetişen üzümlerin farklı tat ve rayihada olması gibi, tütünün de yetiştiği bölgeye göre tadının ve kokusunun değişmesinden ilham alarak yarattığı Grand Cru de la Havane serisinin ortaya çıkışını anlatıyor.
Artık ünü İsviçre sınırlarını aşmış, Avrupa’ya yayılmıştır.
İşte tam bu sırada, 1968’de Küba’nın daveti üzerine Davidoff purolarını uluslararası bir marka haline getirmek için önemli bir karar alır ve Küba’da bir fabrika kurup üretime başlar.
ZİNO’NUN GÖLGESİ DR. SCHNEIDER
Filmde bu ilişkinin neden ve nasıl kesildiği yok, ama bir sonraki bölümde fabrikanın Dominik Cumhuriyeti’ne taşındığını görüyoruz. Zino, pervaneli bir uçaktan iniyor ve onu elinde çiçek, yanında orkestrayla karşılayan güzel Karayipliyi görür görmez iki figür attırıp dans etmeye başlıyor.
Bütün bu karelerde arka planda duran ve kameralardan kaçtığı izlenimi uyandıran biri var: Dr. Ernst Schneider.
Zino neredeyse belli ki o da orada.
Paraguay Başkanıyla yemek mi yeniyor, sağında.
Ödül töreni mi? Solunda.
Plantasyon mu geziliyor? Berisinde...
Ve anlaşılan, bilerek isteyerek, hep gölgesinde.
Film, Zino’nun soylu ve güzel bir kadının purosunu uzun kibritin alazıyla yakmaya çalışırken Freud’a inat söylediği cümleyle bitiyor: Biliyor musunuz diyor bu gün görmüş Rus Yahudisi, "Ben puroda hep dişil bir yan gördüm. Onu kokladım, tattım, sevdim. Puro kadın gibidir, ihtimam ister. Bırakınca söner."
Ekran karardı.
Ve lokma boğazıma takıldı.
İzlediğim, dünyada eşine sık rastlanmayan bir başarı hikayesi.
Ertesi gün Basel’e gidip Davidoff’un merkezinde Dr. Schneider ile buluşacak ve yıllarca gölgede kalmayı seçtiğini bildiğimiz bu insanla tanışacağız.
İKİNCİ ADAM MI ESAS ADAM MI?Davidoff purolarının Orta Asya Satış ve Pazarlama Müdürü Jean Philippe, doktorun seksen beş yaşında ve hálá işinin başında olduğunu söylüyor.
Davidoff dünyaya açılmazdan önce başka bir İsviçreli aile olan Oettinger’le birleşmiş ama daha sonra şirketi ve isim hakkını Dr. Schneider satın almış.
Zino, ölene kadar markanın yüzü olarak kamera önünde yaşasa da, şirketin tek kuruş banka kredisi kullanmadan bu günlere gelmesini Doktor Schneider sağlamış.
Hep merak ettim:
İkinci adam olmak ne demektir?
İnsan neden ikinci adam olmayı seçer?
Bu alçakgönüllülük mü, haddini bilmek mi, yoksa gerçek iktidarın adresinin kendisi olduğunu hissetmek midir, nedir?
Gel gör ki, bilemedim.
Ta ki onu; Basel’deki mütevazi, handiyse sıradan şirket merkezinin sıradan toplantı odasındaki uzun masanın başında oturan seksen beşlik delikanlıyı görene kadar.
Dr. Schneider, Reha Muhtar’ın atak, Güneri Cıvaoğlu’nun kıvrak, Mehmet Yalçın’ın kül yutmaz sorularını, kah ermişlere özgü bir sükunet ile, kah muzip bir çocuk gibi tek tek yanıtladı.
Bir ara puro için; "Puro bir haz ve huzur aracıdır" dedi.
Fırsat bu fırsat, kaçırmadım.
Madem öyle, tüketicilerin yüzde doksandokuzunun erkekler olmasını neyle açıkladığını sordum.
Önce "Kadınlar da gelişecek" dedi. Sonra gafını anlayıp, hayatta haz ve huzurun sadece kadınlarla mümkün olduğunu, bunu da her erkek gibi ona karısının ve kız kardeşlerinin öğrettiğini söyledi.
O zaman anladım.
İkinci adam olmak ne biri, ne diğeri...
Düpedüz diplomasi!
Ama doğru, ama zamanında, ama akıllıca yapılan diplomasi.
Tıpkı İngilizlerin hiçbir muharebe kazanmadıkları halde her zaman savaşı kazanmaları gibi.
CENEVRE NOTLARIHotel des Eaux Vives ve La Reserve anlaşılan Cenevre’nin en afili lokantaları. İlki göle karşı, geleneksel, ağırbaşlı. Yemekleri iyi ve pahalı. İkincisi daha genç. Aşıboyası duvarları ve her abajuru süsleyen Lalique benzeri kuş heykelleriyle dekorasyonda da iddialı.
Eski şehir her zamanki gibi. Bitpazarı, sahafları, birbirine dirsek veren teraslarıyla sakin ve alıcı.
Genel kanının aksine, Cenevre Zürih kadar pahalı değil. Paris’in, hele hele Londra’nın yanında handiyse hesaplı.
Gel gör ki fazla sakin, fazlasıyla Avrupalı.
Belki alışveriş cenneti denemez ama oraya kadar gitmişken gravyer peyniri, çikolata ve envai çeşit Davidoff’lardan biri alınmadan da dönülmez...