Soluk soluğa kapıdan girdiğimde yirmi dakika gecikmiştim.
Üstelik beklettiklerim yakın arkadaşlarım değil, zamanlarının kısıtlı olduğunu bildiğim insanlar ama olan oldu bir kere. Gün batımıyla birlikte Hisarüstü’nün lam elif sokaklarının dona çekeceğini, yirmi metrelik yokuştan yirmi dakikada inilebileceğini hesaba katmadım. Neyse...
Alı al moru mor, köşedeki yuvarlak masaya seğirttim ve özür üzerine özür diledim.
Neco o akşam başka bir yerde sahneye çıkacağını ve yarım saat sonra kalkmak zorunda olduğunu söyledi. Hale soluklanayım diye bir içki getirtti, fotoğraflar çekildi, bu arada benim nabzım düzeldi.
Aslında her biri için ayrı soru hazırlamadım. Hepsine sormak istediğim tek bir soru var: Ömrünü müziğe yatıran bu insanlar hayatı bize biraz daha katlanabilir kıldılar; orası kesin de, acaba kendileri nasıl yaşadılar? Müzikle uğraşmak iyidir de, onu icra etmek fedakarlık gerektirir. Hayat biz fanilerin hayatı gibi akmaz. Gün dilimleri, yemek saati, tatil vakti farklıdır. Biz nehariyizdir, onlar leyli. İşte bunu konuşmak istiyorum. Bu farkın getirdiğinden götürdüğünden söz etmek, varsa ödedikleri bedelleri bilmek, yoksa bunu nasıl olup da becerebildiklerini öğrenmek...
Neco’nun da Özdemir Erdoğan’ın da uzun yıllardır evli ve yetişkin çocukları olan mutlu aile babaları olduğunu, Akrep’in uzun soluklu ilişkisinde huzuru bulduğunu biliyorum. Zaten niyetim özel hayatlarından değil sosyal hayatlarından konuşmak.
Ama ağzımı açar açmaz sorulara boş veriyor, üçünün de hayatımdaki farklı ama nedense benzer dilimlerine denk düşen rolünden söz ediyorum.
Neco’yu ilk kez Ankara’nın ünlü gece kulübü Süreyya’da dinledim. 17 yaşlarında olmalıyım, başımda kavak yelleri. Özdemir Erdoğan’ı Harbiye’de Kokteyl adlı bir gece kulübünde. Yaş otuzlu yaşlar, dilimde İkinci Bahar.
Akrep; günlerin kısa, gecelerin uzun olduğu Bodrum yazlarına rastlar.
Hepsinin fonunda da kuşlar kanat çırpar.
ÖZDEMİR ERDOĞAN DEVLET MEMURU OLURSA
Lafa böyle başlayınca iş soru-cevap olmaktan çıktı sohbet başka yere aktı. Bir süre sonra Neco özür dileyerek kalktı. Yazın Bodrum Marina’da görüşmek üzere sözleştik. Akrep Shu Bar’da da sahneye çıkıyor ama kalkmasına, Özdemir Erdoğan’ın da sahne almasına daha vakit var.
Bütün sohbeti burada anlatmam mümkün değil. "Off the record" olduğundan değil, yer darlığından. Ama Özdemir Erdoğan’ın anlattığı bir hikayeyi anlatmadan geçemem: Fikri Sağlar’ın Kültür ve Turizm Bakanlığı sırasında kendisini Kültür Bakanlığı Kredi ve Ödenekler Daire Başkanı olarak buluyor. Daha masasına oturmadan kapı çalınıyor ve bir memur, imzalaması için bir tomar kağıt uzatıyor. Özdemir bakıyor hepsi de ünlü isimlere dağıtılacak üç beş milyon kredi. Listede kimler yok ki? Türk sinemasının en maço simasından sahnelerin hanımefendisine yüzlerce kişi. Yahu diyor, bu ne iştir, sanatçıya ulufe dağıtmak gibi kredi vermek olur mu? Yapılacaksa daha anlamlı bir şey yapılmalı, telif yasası çıkartılmalı. Uzun lafın kısası imzalamıyor ve sanatçı arkadaşlarıyla arası açılıyor.
Sonra bir gün Süleyman Demirel ile karşılaşıyor.
Dayanamıyor Süleyman Bey’e kendisi gibi birini neden böyle para dağıtılacak bir makama uygun gördüklerini soruyor.
Süleyman Bey hazır cevap: "Sen," diyor "Yıllardır, ’Paranın ne önemi var, mühim olan aşkımız’ diye söylemedin mi? Dağıtmayacağını biliyorlar ya, ondandır."
İşte böyle yığınla hikaye...
COCO’DA HEM YEMEKLER İYİ, HEM DE MÜZİK
Bu üç kişiyle Coco’da buluştum.
Coco, olmazı oldurmaya çalışan mekanlardan. 4. Levent’te, Manolyalı Sokak 21’de. O semtin bütün sokakları birbirine benzer, onun için eski Le Select’in olduğu bina diye tarif etmek daha iyi.
Haftanın dört günü canlı müzik var. Salı geceleri Özdemir Erdoğan, perşembeleri Akrep Nalan, cuma Neco ve cumartesi Fedon söylüyor. Bu tarz canlı müzik çalınan yerlerde genellikle yemek ön planda değildir. Yemek istediğinizde önünüze genellikle küçük tabaklar içerisinde minik mezeler gelir ve açıkçası hiçbiri de unutulmaz tatlar değildir. Ödediğiniz faturanın yediğiniz yemekten ziyade, dinlediğiniz müzik için olduğunu siz de bilirsiniz, mekan sahipleri de.
Coco farklı. Mutfağı iyi bir restoran mutfağı. Etiniz, balığınız, salatanız, şarabınız hatta ve hatta Hale Dicleli’den çok tutulduğunu öğrendiğim Çökertme Kebabınız var. Tatlı çeşitleri, özellikle de tattığım çikolatalı suflesi çok iyi.
Fiyatlar da iyi bir lokantada ödeyeceğiniz fiyatlar.
Bir diğer artısı ise, müşterilerin kalitesi. Mekanın müdavimleri gürültüden bezdikleri, kalabalıktan yoruldukları için uzun süredir dışarı çıkmayan insanlar. Kapıdan girdiğinizde şık bir kalabalığın doldurduğu, bir zamanlar İstanbul’da sık rastlanılan, son yıllarda ise izine pek rastlanmayan hoş bir mekanla karşılaşıyorsunuz.
Ankara’da usul uslu yaşar, dağarcığındaki binlerce şarkıyı arkadaş toplantılarında söylerken; gittiği Bodrum’da bir gün sahneye çıktı ve yuttuğu tozu öyle sevdi, ona öyle sevdalandı ki bir daha inmedi.
O sevda hayatının yolunu çizdi. Ankara’yı bıraktı İstanbul’a yerleşti.
Gündüzden geçti, geceyi seçti.
Sahnede onun kadar uzun kalan, repertuarı onunki kadar geniş başka bir şarkıcı var mı bilmiyorum. Bildiğim, şarkı söylemeyi her şeyden çok sevdiği, sahnede geçirdiği saatlerin ona kısa, uzak geçen dakikaların uzun geldiği.
En çok şarkı söylemeyi sever dedim, doğru.
İkinci sırayı dostları alır.
Üçüncü sırada ise bıkmadan usanmadan oynadığı tavla ve okumadan gün geçmez dediği kitapları vardır.
Özdemir Erdoğan
SESİNDEN RÜZGAR GEÇEN ŞARKICI
Aynı zamanda besteci, yapımcı ve şarkı sözü yazarı.
Film müzikleri, cıngıllar, süpervizörlük, stüdyo kayıtları da yapan, kısaca günün yirmi dört saati müzikle uğraşan müzik adamı.
Kendisine biçilen huysuz, zındık gibi sıfatları zarafetle taşısa da, sanırım onu tarif eden tek sıfat, aykırılığı.
İflah olmaz bir mükemmeliyetçi: Nedenini sorduğunuzda gösterdiği tek neden, seyircisi.
Hınzır gülümsemesi, tel çerçevelerin ardına saklamaya çalıştığı muzip bakışları ve taammüden işlediği "suçlarını" anlatırken tutamayıp attığı çıngıraklı kahkahası insana önce haylaz bir oğlan çocuğu ile karşı karşıya olduğunu düşündürtse de, laf müziğe gelince işin rengi değişiyor. Sesinin tınısına ömrünü müziğe adayanların çilesi siniyor.
Sahnede devleşmiyor.
Fısıldayarak söylediği şarkılarına başladığı an ortada ne sahne kalıyor ne şarkıcı.
İkisi birbirine geçiyor, bütünleşiyor.
Ve içiniz nereden estiğini bilmediğiniz rüzgarla ürperiyor.
Neco
SADECE SEVDİĞİ İŞLERİ YAPAN ADAM
Şarkı söylemek istemiş, söylemiş.
Oyuncu olmak istemiş, olmuş.
Oyunculuk eğitimi alan her şarkıcının düşüne giren müzikaller onun da düşlerine girmiş, Türkiye’de sahnelenen üç büyük müzikalin baş rolünü üstlenmiş.
Sevmediği mekanlarda sahne almamış.
Benimsemediği insanlarla çalışmamış.
Hayatın kapalı bir çevrede yaşanan kör rekabetten ibaret olmadığını erken yaşta anlamış, gençliğini toprağa akıtmamış. Doğru bildiğinden şaşmamış, seçtiği gibi yaşamış.
Gelecek yıl meslek hayatının kırk birinci yılını kutlayacakmış.
Geçmişi anlatan sesinde özlem, gelecekten söz ederken güven var.
Sahneyi dolduran, gür sesiyle çınlatanlardan.
Altmışlardan ,yetmişlerden derlediği şarkıları söylüyor.