Figen Batur

Venedik’te Ölüm mü ölü Venedik’te iki gün mü

20 Mayıs 2006
Tuhaf bir şey oldu. Gün, gece, dün, bugün birbirine karıştı. Altı ay önce zeytin ağaçlarının üzerinden denize bakan terasımda oturmuş, o güzelim zeytinlerin yerine dikilen çirkin beyaz evleri görmemeye çalışarak ayrıldığım kent üzerine yazmaya çabalarken her şey birbirine girdi. Bir yanda zamanın durduğu, o yüzden de tarihin bütün ihtişamının gözler önüne serildiği bir kent; diğer yanda kısacık bir zaman zarfında başkalaşma becerisini gösteren canhıraş bir kasaba... İkisinin de eteği aynı sulara değiyor oysa. Kim bilir oradan kalkan kaç gemi buralardan geçti? Kim bilir bu açıklarda kaç hayat kesişti? Kim bilir? Daha dün çan seslerinin böldüğü uykumu şimdi ezan sesi bölüyor. Denizden esen meltemin bile dağıtamadığı ağır kokulu bir kentten kalkıp tozkoparan fırtınasının ortasına indim. Venedik’ten Bodrum’a geldim. Baktım olmayacak; ortaya, yazı yerine karşılaştırmalı tarih gibi bir şey çıkacak, çabalamaktan vazgeçtim. /images/100/0x0/55ea85a5f018fbb8f88576d3

Böyle zamanlarda insanı kitaplar kurtarır.

Elimde Peggy Guggenheim’ın hayatı ve tutkuları adlı kitabı var. Venedik’te Vakfı gezerken almıştım. Mim yerine koyduğum o ünlü kartpostal, yani Peggy’nin şimşek kenarlı gözlükleri ve kucağında salkım saçak finosu ile Büyük Kanal’daki Palazzo’sunun bahçesinde çektirdiği fotoğraf, otuz ikinci sayfayı gösteriyor, ki önsöz olarak Gore Vidal’in yazdığı saçma sapan yazı da buna dahil. Yani çocukluk yıllarındayız. Yani anlatıcı için pek anlamlı, okur için de bir o kadar sıkıcı olan bölüm. Atlayıp tutkuya gelmek gerek ama kitapları ilk sayfadan son satıra okumak gibi kötü bir huy edinmişiz. İyisi mi fotoğraflara bakmalı...

Karga burun Ernst, kabasakal Brancusi, sonradan kel kalacağını bilmiş gibi alnına düşen perçemi özenle briyantinleyen genç Picasso, bu varlıklı ama mutsuz kadının yirminci yüzyılın en ünlü meseni olmasının müsebbibi yakışıklı Duchamp, fırfırlı gömleği ve hülyalı bakışları ile profile durmuş Djuna Bahrns; "Olmuyor olmuyor, yapamıyorum" Giacometti, Calder, Kandinsky, Klee.

Beckett ve Breton dışında yazar yok gibi.

Neden acaba? Yazarları mı sevmezdi, yoksa sanatın en damıtılmış biçiminin şiir olduğunu söyleyenlere inat, onun için sanat, varsa yoksa resim miydi?

Neyse ne. Okuyunca anlarız.

Kitabı bırakıp yazıya oturmalı artık. Horozlar ötmeye başladı bile. Birazdan gün ışır, gündelik başlar. Zaten göz açıp kapayana kadar geçtiği için hayal mi gerçek mi olduğu belirsiz Venedik iyiden iyiye uzaklaşır, solar.

Hazır vakit varken... Hazır solmamışken...

VENEDİK ÖLMÜŞ!

Venedik’te 48 saat kaldık.

Biraz THY promosyonunun gazına geldiğimiz, biraz İstanbul’dan kaçmak istediğimiz, biraz da Fadik’in "Olacak şey değil, hep yanında yöresinde gezindim, şu mereti göremedim" sızlanması bitsin diye üşenmedik kalktık, "İki gün Venedik için yeter de artar" diyerek sokaklarında ve kanallarında tek Venedikliye rastlanmayan, festivali, karnavalı, Bienali ile yaşatılmaya çalışılan, İtalya’nın bu en ünlü en turistik ve en ölü şehrine gittik.

Venedik gerçekten de ölü.

Sulara gömülmesini UNESCO’nun yıllardan beri süregelen çalışmaları ve lagünde inşa ettikleri duvarla bir nebze olsun durdurmuşlar ama şehri ölmekten kurtaramamışlar.

Ölü derken, sokaklarında hayaletlerin dolaştığı sessiz sakin bir şehir demek istemiyorum. Aksine turist kafilelerinden sıyrılıp yürümek mümkün değil. Gece yarısına kadar San Marco’da çalan orkestraları, adı Aşk Şehri’ne çıktığından olsa gerek aşk tazelemeye gelen ve hazır gelmişken aşkın bütün simgelerini kuşanarak insanı aşktan soğutan aşıkları, her köşede karşınıza dikilen kırmızı gül satıcıları, lebalep dolu lokantaları, ünlü İtalyan markalarının adını taşıyan butiklerin sıralandığı dar sokakları, avaz avaz şarkı söyleyen ve yarım saat için 120 Euro vermeyi kabul eden çiftleri gezdiren gondolcuları, Bellini’yi sadece Harry’s Bar’da içilen şeftali kokteyli sanan ve dul oldukları alınlarında yazan geçkin Amerikan kokanaları, ünlü saat kulesine çıkmak ve çatısını İstanbul’dan götürülen iki bronz at heykeli replikasının süslediği katedrali gezmek için saatlerce kuyrukta bekleyen Japonları ile kalabalık mı kalabalık bir şehir.

Gel gelelim ölü.

Tıpkı müze gibi.

Tıpkı fi tarihini gösteren takvim yaprağı gibi.

Tıpkı kanalda gördüğüm ölü güvercin gibi.

Şehrin ön yüzü böyle.

Arka yüzü ise daha farklı. Orada bir nebze olsun hayat var. İp atlayan çocuklar, sardunyalarını sulayan çivit saçlı kadınlar, mahalle kahvesinin önünde kırmızı burunları ile laflayan adamlar, pencerelere asılı çamaşırlar... Ama tek tük. Otel ya da pansiyon değillerse, kanal boyu dizili palazzoların hemen hiçbir penceresinde ışık yok. En soylusundan en yoksuluna, Venedik’te yaşayan her Venedikli turizme bulaşmış gibi. Diğerleri gitmiş.

Venedik’i yirminci yüzyılın vebasına, turizme terk etmiş.

Biz de çağa uyduk.

HANGİSİ DAHA KÖTÜ?

Bir turist ne yaparsa onu yaptık. Gondola bindik, şampanya içtik. Katedrali, Guggenheim Vakfı’nı, Dükalık Sarayı’nı gezdik. Her sokağa girip, her köprüden geçtik. Cam atölyelerinin bulunduğu Murano ile dantel adası Burano’yu es geçip Torcello adasındaki Cipriani lokantasına öğle yemeği yemeğe gittik. Danieli Oteli’nin terasından Venedik’i seyrettik. Harry’s Bar’da alelacele hazırlanan Bellini’leri içtik. Deniz mahsulleri ile ünlü bir lokantada akşam yemeği yedik. Tiramisu denen tatlının asla ve kat’a bizim diyardaki gibi yapılmayan bir mucize olduğunu bir kez daha keşfettik. San Marco Meydanı’ndaki Florian kahvesinde Campari içip, bize nedense Marcello’yu (Mastrioanni) hatırlatan bezgin akordeoncuyu dinledik. Güvercinlere yem verdik. Nasıl yem verilmesi gerektiğini bilemediğimizden kendi çapımızda küçük bir Kuşlar filmi çevirdik. Rialto Köprüsü’nde kalabalığa karıştık, Murano yüzükler aldık. İpek üzerine el boyama lambalarına, İssey Miyake’ye ilham kaynağı olan ipek bürümcük elbiselerine hayran olduğumuz Fortuny’nin karısı ve kız kardeşi ile yaşadığı evi gezdik. Avlusunda üç adet devasa Botero heykelinin sergilendiği, şimdi adını unuttuğum sanat galerisine ve onun pek yakışıklı sahibine göz attık. Casanova’nın, Visconti’nin ve elbette Dirk Bogard’ın adını yüzlerce kez andık.

Venedik’te Ölüm mü yoksa ölü Venedik’te geçirilen iki gün mü daha beter?

İçinden çıkamadık.
Yazının Devamını Oku

Neden Barcelona dönüşü bavulumda her biri diğerinden büyük dört ayakkabım vardı?

6 Mayıs 2006
Hep onun gibi olmak istedim... Fadik bir bavul hazırlar; içinde hem yok yoktur hem de gereksiz tek şey bulunmaz. Üstelik o bavuldaki gömlekler kırışmaz, ceketler buruşmaz, dağda taşta yürünse bile ayakkabılar toz tutmaz ve hiçbiri ayağını sıkmaz.

Jilet gidilir, jilet dönülür.

Ben ise istisnasız her yolculuk öncesi işe batarım. Gidilmesi gereken yerler, yemekler, yetiştirilecekler derken bir iki saat ya uyur ya uyumam, bavul yapma işi son dakikaya kalır; yolculuk kısaysa çok, uzunsa az eşya alınır, keten götürülecek yere moher taşınır.

Bu kez önlemimi aldım, Barcelona öncesi Fadik’i aradım. Niyetim, o ne götürecekse aynısını götürmek ve döner dönmez atılacak eşya almak zorunda kalmadan üç gün geçirmek. Öyle de yaptım.

Peki ne oldu?

Daha ilk gün bünye aslına rücu etti ve üç günlük Barcelona yolculuğu, bavulda her biri diğerinden büyük dört ayakkabı ve ayakta şıpıdıklarla bitti.

Bunun neresi jilet gibi?

Bir kez daha anladım ki insan istese bile Fadik gibi olamaz ve Barcelona mokasenlerle dolaşılamaz! Çünkü büyük. Çünkü bir şehri tanımanın en iyi yolu yürümektir diye bellemişiz. Çünkü İstanbul’da bu alışkanlığımızı yitirmişiz. Çünkü bende kısa zamana çok şey sığdırma inadı ve kendini bilmeme istidadı var!

Gerçekten de Barcelona, ne Madrid ne Roma...

Geniş, yaygın bir şehir.

Şehri tam ortasından ikiye bölen Gran Via ve yukarıdan aşağıya kat eden Diagonal caddelerinin ucu bucağı yok. Her ne kadar bütün yollar eninde sonunda şehrin en büyük meydanı Catulunya’ya çıksa da özellikle katedral civarındaki lam elif sokaklarda kaybolmak işten değil. Üstelik Gaudi’nin ya da Miro’nun eserlerini görmek için merkezden uzaklaşmak ve her ikisi için de tepelere tırmanmak gerekiyor.

Limanı dolaşmadan, "geleceğin Barcelona’sı" denilen semte gitmeden; 4 bin 500 penceresi ile Barcelona’nın her yerinden görülen ve Fransız mimar Jean Nouvel ile genç İspanyol meslektaşlarının Gaudi’den esinlenerek yaptıkları kurşun biçimli cam kuleyi yakından görmeden, içinde yer alan modern heykelleri ile kule çevresindeki parkı gezmeden ve elbette her zamanki gibi daha yola çıkmadan listesi yapılmış lokantalarda yemek yemeden dönülmeyeceğine göre, üç gün bu şehir için oldukça kısa bir süre.

Ama programı öyle yaptık bir kere.

Üç gün Roma dedik, gittik.

Üç gün Barcelona, onu da hallettik.

Şimdi sırada bekleyen ise Venedik. Ona da üç gün verdik.

Sonra heves kuşu yorulacak ve umarım yaz uykusuna yatacak. Aksi takdirde ne bende, ne de Fadik’te adım atacak takat kalmayacak.

PROGRAM BİRAZ DOLU MU NE?

Barcelona’ya çiseleyen yağmurlu bir günde indik. Otelimiz çok iyi. Belki de en iyisi. Pek şatafatlı, her tarafa yakın Palace Hotel.

Odalara bavulları bırakmamızla kendimizi sokağa atmamız bir oldu.

Zaten programımız da öyle. Sagrada Familia katedralini, La Rambla’yı gezecek, akşam on gibi Portofumeiro lokantasına gideceğiz. Ertesi sabah ilk iş Picasso müzesi gezilecek, öğle yemeği Reial meydanındaki Les Quinze’de yenecek, öğleden sonra Modern Sanatlar Müzesi’ne gidilecek.

Ve koşturma arasında vitrinlerde göze çarpan ayakkabılar denenecek. Hani turlarda serbest zaman denir ya öyle.

Akşam yemeği, bilet bulunursa gitmeyi umduğumuz Cesc Gelabert’in ödüllü dans gösterisi Pisst Pisst’den sonra otele yakın olan Casa 1848’de.

Sonraki gün ise şehrin sembolü Gaudi’ye ayrıldı. Sabah bir araba gelecek ve bizi Barcelona’nın bu dáhi mimarının eserlerinin bulunduğu bölgelere götürecek. Parc Guell, Sagrada Familia, Gran Gracia üzerindeki her birinin adı farklı Casa’lar... Öğle yemeği La Rambla de Catulunya’daki şehrin en hoş bistrosu Granpan’da. Öğleden sonra ise programda Fundacion de Miro ve liman gezintisi var. Gene yer bulunursa şehir dışındaki El Bulli’ye gitmeyi ve ünlü şef Antonio’nun yemeklerini yemeyi umuyoruz.

Pazar sabahı erkenden sözünü ettiğim heykellerin yer aldığı Parque de Diagonal Mar’a ve Antoni Tapies Vakfı’na gitmek var programda.

Sonra? Sonrası belli... Sızlayan ayaklar uzatılacak ve dönüş yolculuğu süresince bir güzel uyunacak.

RAPOR VERİYORUM: HER ŞEY YAPILDI

Cesc Gelabert, El Bulli ve Tapies dışında hepsi yapılmıştır.

Ve umarım, ayakta şıpıdıkla dönülme nedeni anlaşılmıştır!

Barcelona, bir gezgine kuşkusuz bundan çok daha fazlasını vaat eden bir şehir.

Ama inanın bizim gibi üç günlük turistler için bu programı iyi kötü yerine getirmek bile başarı sayılır.

Hem sonra unutmayın, programda olmadığı halde yapılanlar da var: Merkezi güney Fransa’da bulunan ve bilinen bütün gerçeküstü akımı ressamlarının yapıtlarını barındıran Maeght Vakfı ve bütün İspanyol şehirlerinde karşınıza çıkan ünlü mü ünlü El Corte İngles mağazası da gezildi, görüldü.

Şimdi geriye baktığımda el yordamı ve arkadaş desteği ile doğru bir program yaptığımızı düşünüyorum. Arada sırf benim merak böcekliğimden zaman kaybettirenler de olmadı değil. Örneğin o kurşun kule civarına gidilmese de olurmuş. Zaten her yerden görülen mereti yakından görmek elbette fena değil ama ona ayrılacak zamanda, zamanımızın en iyi İspanyol ressamlarından biri addedilen Tapies’in Vakfı’nı gezmek daha iyi fikirmiş.

Buna karşılık El Bulli’de yer ayırtmaya uğraşmak yerine Cesc Gelabert’in dansına odaklanmak gerekirmiş. Ne de olsa yemek dediğin iyi kötü her yerde yenir ama Katalanlar tarafından zarafet ve duyarlık bileşkesi olarak adlandırılan birinin dansını memleketinde izlemek herkese nasip değildir.

Nereden bileceksin?..

ŞANS TURİSTTEN YANADIR UNUTMAYIN

Şimdi sadede gelelim: Hem gidiş hem dönüşte uçağın lebalep dolu olduğuna bakarak bizim gibi pek çok kişinin de yolunun bu aralar Akdeniz’in bu güzel şehrine düştüğünü; yine hem gidiş hem dönüşte yanımda oturan gençler gibi pek çoğunun da oraya ya bir fuar, ya bir konferans, ya da bir toplantı için gittiğini gördüm.

Turla gidenler için sorun yok. Paket zaten hazır... Ama dediğim gibi, iş ya da keyif için yolu oraya düşen başıboşlar için birkaç küçük not yazmakta fayda var. Belli mi olur; bakarsınız bu küçük notlar birileri için ipucu olup çıkarlar.

O zaman gördüklerimizi anlattık, yediklerimiz içtiklerimiz de bize kalmasın diyelim ve küçük notlarımıza geçelim: 

Picasso deyip geçilmemeli, mutlaka müzesine gidilmeli. Hem ressamın bizzat hibe ettiği ilk dönem resimleri başka yerde görme imkanı yok, hem de müze binası ayrı güzel. 

Gaudi, şaka değil, Barcelona’yı Barcelona yapan mimar. Onsuz, güzel bir liman kenti olacakken, onunla dünyanın görülesi yerlerinden biri olan şehirde uzak muzak demeden Gaudi imzası taşıyan her binaya gidilmeli. Beğenilse de beğenilmese de bir mimarın bir şehrin gelişiminde oynadığı rol yerinde görülmeli. Yaşadığı ev, bitmeyen katedral; kısaca Gaudi’nin izi sürülmeli. 

Plazza Reial’a uğranmalı. Yemek yenmese bile bir köşede bir kadeh sangria yuvarlanmalı. 

Diğerleri keyfe keder ama taksi şoförüne adres bile vermeyi gerektirmeyecek kadar ünlü balık lokantası Portofumeiro’ya zaman bulup gidilmeli ve tercihen girişteki bara konuşlanmalı. Hem barmenle sohbet, hem gelen gideni izlemek için şahane. Fiyatlar da makul, adam başı 45 euro civarında. 

Limandan Catulunya meydanına uzanan yaya bulvarı La Rambla bizim İstiklal ise, Catulunya ve civarı Nişantaşı. Birinde, sırtınızda arkanızdakinin nefesi, ite kaka yürüyor, arada ilginç butikler görüyor; diğerindeki dükkanlara ise zil çalıp giriyorsunuz. Şaşırtıcı olan her ikisinde de şık malların bulunması ve fiyatların üç aşağı beş yukarı aynı olması. 

Unutmayın İspanya güzel ve ucuz ayakkabı cenneti! Giderken ikinci bir valiz de bunun için götürülmeli. 

Miro’nun içindeki çocuğu yeniden keşfetmek için Miro Vakfı’na gidilmeli. Ama bunun için taksi değil, metro tercih edilmeli. Yeşil Hat metrosuna binip Paralel durağında inildiğinde insanı ikinci macera bekliyor. Füniküler trene binip tepeye çıkıyor ve Barcelona’ya tepeden bakıyorsunuz.

Galiba en doğrusu ne o ne bu ne şu... İsterseniz bu notlara boş verin; bir şehri tanımanın en kestirme yoluna sapın: "Aramakla bulunmaz, meğer ki rastgele" deyip zarınızı atın. Şans turistten yanadır, unutmayın!
Yazının Devamını Oku

34, dünyada 60 bin satıyor

29 Nisan 2006
Çocukluğumdan bu yana annemin bana yönelik en büyük eleştirisi mal kıymeti bilmemem oldu. Gerçekten de bu güne kadar kırılana ağladığım, solana hayıflandığım görülmemiştir. Üzülsem bile, üzüntüm uzun sürmez. Bilinen lafı tekrarlar geçerim: Cana geleceğine, mala gelsin derim. Bir tek kitaplar. Onlar kıymetlim. O yüzden kavga da ettim, cimri yaftası da yedim. Aslında sadece kitap da değil, bende evrak sevdası var. Ve dergiler bu metrukenin içinde önemli yer tutarlar.

Geçen yıl ev evden çıkıp kütüphaneyi yeniden düzenlemek vacip olunca eşe dosta haber salındı; alan alacağını aldı, kalan okullara dağıtıldı. Bir tek dergilere dokunulmadı, dokunulamadı. Gerçekten de dergi kitaba benzemez, ikinci baskısı yoktur. Üstelik zamanın nabzını kitaptan iyi tutar.

Bir ara bu sevdanın bizim kuşağa özgü olup olmadığını da düşünmedim değil. Gerçekten de bir zamanlar hayata imza atmak, sesini duyurmak isteyen herkes dergi çıkartırdı. Ama kuşe ama saman, ama hoppa ama yaman bir dergi. Şiir edebiyat, felsefe, mimari, sinema, fotoğraf handiyse her gönül erbabının kendi dergisi vardı. İki kişi bir araya gelir, cebindekini denkleştirir matbaaya koşardı. Birkaçı dışında hiçbiri uzun soluklu olmadı. Bir iki sayı çıkar, batar, yetmezmiş gibi batırırdı.

Sonra zaman geçti, dünya değişti, her alanda olduğu gibi dergicilik de serpilip profesyonelleşti. Moda, sanat, dekorasyon, edebiyat, kadın, erkek, genç derken ortalığı birbirine benzeyen dergiler sardı. Ama ne yazık ki pek azı farklı.

O yüzden 34’ü gördüğümde içimden bir kuş havalandı...

Uçtu uçtu... eski özlemlerin dalına kondu.

Egoist’i ilk görüşüm.

La Hune kitapçısının karşısındaki gazete bayiinde sıralanan dergiler arasında, baskı kalitesi, kapak fotoğrafı ve diğerlerine benzemeyen boyutu ile gözüme çarptı. Çarpıldım ve bütçemi zorlayan fiyatına aldırmadan hemen satın aldım. Zamanla patronunun fotoğraf düşkünü olgun ve cebi dolgun bir hanımefendi olduğunu, derginin adının ona istinaden konduğunu öğrenecek; bizim diyarda böyle bencil zenginlere rastlanmadığı için üzüleceğim.

Sonra başka gözdelerim olacak. FMR diyecek başka bir şey demeyeceğim. Sonra gönlüme Wallpaper oturacak, sonra onun yerini bir diğeri alacak ve sorum hep yanıtsız kalacak: Neden bizde hiçbir yayın Misak-ı-Milli sınırlarını aşmaz, neden hiç kimse zarını dünyaya atmaz?

Ben soruları sora durayım biri atmış bile...

Adı Murat Patavi. Kendisi 34 dergisinin sahibi. İstanbul plakasını dünya markası yapmak için yola çıkan, Wallpaper editörleriyle çalışan, Singapur’dan Tokyo’ya, New-York’tan Dubai’ye yerel muhabir ağı olan ve 65 binlik tirajı ile azımsanmayacak bir başarı yakalayan derginin sahibi.

Dergiyi gördüğüm an Murat’ı merak ettim.

Kimdi, ne yer, ne içer, nerelere giderdi? Aklına böyle bir serüvene atılmak nereden gelmişti? Büyük bütçeler gerektirdiğini bildiğim bu işe yatıracak parayı nasıl bulmuştu? Egoist’in sahibi gibi bencil bir mirasyedi mi, yoksa bütün birikimini bu işe yatıran bir deli miydi? Neyin nesiydi?

Tanışmak elzemdi.

Bilirsiniz, Türkiye küçüktür. Tanışmak istediğiniz biri hep arkadaşınızın arkadaşı çıkar, iş kolaylaşır. Bu kez de öyle oldu. Bir gün Feride Edige ile sohbet ederken laf döndü dolaştı, Murat Patavi’ye geldi ve anında buluşmaya karar verildi.

RESTORANI SEN SEÇ DEDİM, EVİNE DAVET ETTİ

Niyetim üçümüzü yemeğe davet etmek. Ama gideceğimiz yeri Murat seçsin istiyorum. Her seçim insanı ele verir derler ya, bakalım yaşadığı şehre dünya gözüyle bakan biri nereyi seçecek, nereye gitmemizi önerecek? Nedense bilinen mekanların dışında bir yer önereceğini düşünüyorum. Artık Yedikule’nin arka sokaklarında küçük bir lokanta mı olur, adanın kuytu koylarından birinde Rum balıkçı mı derken, Murat bambaşka bir şey önerdi; evinde yememizi teklif etti.

Olur mu olur: Yapacağını söylediği yemeklerden birinin tarifi verilir, iş kılıfına uydurulur.

Sekiz buçukta kapıdaydım.

Modern döşenmiş, zevkli bir ev.

Ve karşımda güleç, açık, sahici bir adam. Gecenin sonunda bu sıfatlara hayalci, hırslı ve yürekli sıfatlarını da ekleyeceğim.

Masaya geçtik ve hiç yabancılık çekmeden saatlerce sohbet ettik.

Aslında hikayenin başı sıradan. Üniversite yıllarında, Türkiye’de işletme bitirilip San Francisco’da ikinci bir öğrenim olarak grafik tasarım okunurken Wallpaper ile tanışılır. İlk görüşte aşk. Onun önerdiği yerlere gidilir, trendler ondan izlenir, editörlerin imzaları bellenir. Sonra dönüş. Reklamcılık sektörüne bulaşılır, kan ter gözyaşı derken bir gün çıraklığın bittiğine karar verilir, şirket kurulur, para kazanılır.

Dediğim gibi hikayenin buraya kadar olan kısmı sıradan değilse de bilindik.

Ama bundan sonrası düpedüz delilik.

MURAT’I DİNLERKEN YEMEKLERİ UNUTTUM

Genellikle bu sektörde çalışıp para kazananlar önce kendilerine bir ev alır, altlarına cip çeker, tasarım harikası saatler takıp, sevgilileri ile egzotik ülkelere giderler. En büyük hayallerinin de ya bir Egg Chair sahibi olmak ya da uzun metraj film çekmek olduğunu söylerler.

Kimsenin aklına dergi çıkartmak gelmez. Belki gelir de, dünyanın en önemli kentlerinin kitapçı vitrinlerinde yerini alacak, ünlü editörler tarafından hazırlanacak 60 küsur bin tirajlı İngilizce bir dergi çıkartmak gelmez. Burada tasarlanan, dünyada hazırlanan, İstanbul’da basılıp TIR’larla dağıtılan, UCLA’nın Grafik bölümünde Future East adı altında ders olarak okutulan bir dergi.

İşte Murat’ın deliliği burada. Kimsenin göze alamadığını yapması ve bütün parasını bu hayale yatırmasında.

Aval aval Murat’ı dinlemekten kabak kızartmasına elimi bile süremedim.

O alt kata zencefilli levreği hazırlamaya gittiğinde fırsat bu fırsat, önümdeki tabaktan bir iki çatal aldım. İyi de aşçı...

Tam levreğin tadını çıkaracağımı düşünürken, Feride ortaya Haaz diye bir laf attı.

Neydi bu a’sı uzatılmış Haz?

Feride, anlatsana der gibi Murat’a bakıyor, Murat henüz hayata geçmeyen hayallerinden bahsetmekten hoşlanmayan biri olarak sıkılgan; anlatsa mı sussa mı bilemiyor.

Belli, levrek de güme gitti.

YARININ TASARIMLARINI DÜŞ EVİNDE DENEYİN

Haaz, vitrini Kanyon’da açılacak ama esası Sun Plaza’nın altında kurulacak 850 metrekarelik bir düş evi imiş. Bir yerleştirme mekanı, bir tasarım sahnesi, bir gelecek projesi. Zaten adından da belli: Design for Tomorrow.

Oraya gidecekler bir liradan bin liraya satın alabilecekleri malların, yarın hayatımızı nasıl etkileyeceğini yaşayarak göreceklermiş. Telefon mu, çalışanlar o telefonu kullanacak, çatal mı, onunla yiyecek, kalemse onunla yazacak; lafın kısası, gelecekte hayatımıza girecek her nesneyi tansık gibi gözümüzün önüne sereceklermiş.

Biliyorum, anlatınca, olmuyor.

İyisi mi bekleyip, görmek gerek.

Her milletin bir illeti olur ya bizim illetimiz de başarıyı önemseyip, övmememiz. Kim ki başarır, sevgili yurdumda övgü değil ceza alır.

Umarım bu kez öyle olmaz, genç bir hayal tacirinin başarısı suskunlukla karşılanmaz.

BALLI VE ZENCEFİLLİ ZEYTİNYAĞLI ENGİNAR

Ben Murat’ı dinlemekten yemeklerin çok farkına varamadım ama sanmayın ki güzel değillerdi. Murat, iyi aşçıymış. İşte size onun ellerinden çıkma enginarın tarifi.

Malzeme

6 enginar, 2 kuru soğan, 500 gr. haşlanmış bezelye, 3 havuç, 1 demet dereotu, yarım limon, 1 çay bardağı zeytinyağı, 2 yemek kaşığı bal, tuz, enginarları kapatacak kadar su, 1 taze zencefil, 5 adet tane karabiber.

Sosun hazırlanışı

Küçük bir kapta bal ve ince kıyılmış zencefilleri limon suyu ve karabiber taneleri ile kaynatıp bekletin.

Tarif

Enginarları soyun. Kararmaması için tuz ve limonla ovmayı unutmayın, limonlu suya koyun. 1 çay bardağı zeytinyağını ve doğranmış soğanı kavurun; bezelye ve küp küp doğranmış havuçları tencereye koyun. Daha da lezzet katmak için isterseniz arpacık soğanını tane tane tencereye koyabilirsiniz. Şimdi enginarları bezelye ve havuçların üzerine ters çevirerek dizin.

Tuzunu serpin, ve zencefilli sosu ekleyin. Enginarları kapatacak kadar suyu dökün, kapağını kapatın. Enginarlar yumuşayana kadar pişirin.

Piştiğinden emin olduktan sonra enginarları servis tabağına alın, havuç ve bezelyeleri enginarların içlerine doldurun. Dereotuyla süsleyin.

Afiyet olsun...
Yazının Devamını Oku

Aklımız da topuklarımız da Roma’da kaldı

22 Nisan 2006
Cebimde uzun bir liste. Yok hayır, alışveriş listesi değil. Hepsi eşten dosttan derlenmiş lokanta isimleri. Kiminin yanında büyük harflerle "öğle" yazıyor, kiminin üzerinde yıldızlar var. Akşamüstü uğranılacaklar, pahalı olduğu belirtilenler, "ucuz ama fevkalade" diye not düşülenler. Çeşit çeşit lokanta. Oysa İtalya’da hepi topu dört günümüz var. Üstelik son gün de Floransa’dayız.

Peki bunca lokantaya ne zaman gideceğiz? Ve daha da önemlisi Taylan Kümeli’ye nasıl ihanet edecek, iki ayın emeğini bir kalemde sileceğiz?

Yol boyu Fadik ile üç günlük Roma kaçamağımıza ad koymaya çalıştık durduk. Hani şöyle Tantanvari, afili bir ad. Ben Sefahat diyorum, o Siesta’da ısrarlı. Mus’ta çıt yok. Neymiş, Sefahat dediğin uzun sürermiş, Siesta dediğin tıpkı bizimki gibi göz açıp kapayana kadar geçermiş. Tamam ad konusunda anlaşamadık ama üçümüz de hemfikiriz: Yenilecek içilecek, aheste gezilecek, can ne çekerse onun peşinden gidilecek!

Romus Romulus yok! Turist kafilelerinin peşine takılıp Trevi çeşmesine para atmalar, Paskalya ayini için Vatikan avlusunu dolduranlara karışmalar, kremalı pasta Vittor Emmanuel önünde fotoğrafa durmalar, Adrianus anıtına hayran kalmalar, Pantheon’nu Japon kafileleriyle dolaşmalar yok! Kararımız karar: Telefonlar kapatılacak, zor bela yarattığımız şu dört günlük kaçamağın tadına varılacak!

Öyle de yaptık. Ve seçim ertesi, İtalyanları bile şaşırtan buz gibi bir havada, hayatta doğmak istediğim tek şehir olduğunu düşündüğüm Roma’ya adım attık. Şehir erguvana keşmiş. Neredeyse her duvarda mor salkım, her pencerede sardunya. Hele o teraslar... Palmiyeli teraslar... Bakmaya doyulmayan, boyun ağrılarına sebebiyet teraslar... Bizi havaalanından otele götüren şoför kırık dökük İngilizcesi ile havanın daha düne kadar güzel olduğunu, bu mevsimde böyle soğuk görülmediğini anlatıyor. "Neyse, hiç değilse yağmur yok" dememize kalmadan ilk damlalar düşüyor. Canımızı bu bile sıkamaz. Keyif çatmaya hükümlüyüz ya, lafı hemen "Neyse ki sağanak yok"a çeviriyor, gördüğümüz ilk şemsiyeciyi zengin etmeye karar veriyoruz.

ZOR SEÇİM

Otel iyi. Merkeze yakın. Hassler değilse de idare eder. Güler yüzlü resepsiyonist odaların bir saate kadar hazır olacağını söylüyor. Daha iyi ya, biz de bir an önce sokaklara vurur, gider öğle yemeği yenilecek listesinden bir yere kuruluruz. Öyle de yapıyoruz. İstikamet Via Borgognona 31 numara. Nino, içinde turiste rastlanmayan ender İtalyan lokantalarından. Öğle molası veren işadamlarıyla, alışveriş yorgunu burjuva kadınlarla ve salatayla öğle yemeğini geçiştirmeyi hakaret sayanlarla dolu; tıklım tıkış gürültülü bir yer. İstisnasız her masada bir şişe şarap. Ve istisnasız herkes, önü arkası tatlısı derken en az üç kap yiyor. Sanki orada doğmuş ve sanki orada ölecekmiş gibi duran yaşlı garson İtalyan olduğumuzdan emin, hızlı hızlı bir şeyler soruyor. Anlamadığımızı görünce masaya mönüyü bırakıp uzaklaşıyor. Ne de olsa yılların deneyimi... "Turist dediğin her satırı hatmeder, sonunda da yan masada yiyenlerin yemeklerini seçer."

"Antipasti, pasti, günün yemeği, sağdakiler ne içiyorlar, Chianti, mevsim kuşkonmaz mevsimi, evet evet kuşkonmaz yemeli, vitello dana değil miydi... Aman kızartma olmasın, bak frambuaz da çıkmış..." derken sonunda yemekler seçildi. Ve hepsi nefisti. Bir şişe Ruffino da dahil toplam 125 Euro ödedik ve yediklerimizi eritmek üzere hızlı hızlı Roma şeytan üçgenine gittik. Via Condotti ve ona paralel dört beş sokak gerçekten de şeytan üçgeni. Her vitrin ayrı güzel. Alışverişi düşünmeyenlerin bile eninde sonunda aklı çeliniyor ve insan kendini bir sürü paketle yürürken buluyor. Otele döndüğümüzde akşam inmiş, ayaklar şişmişti.

CÜZDANA DİKKAT

O gece yemeğimizi Via Aureliano 40 numaradaki küçük trattoriada yedik. Mahallelinin doldurduğu, Roma’daki yüzlerce trattoriadan biri. Hızlı ve iyi yemek yenen, fiyatı makul yerlerden ama Nino gibi değil. Gidilmese de pekala olur. Ertesi gün -madem bu bir yemek ve lokanta yazısı, o halde gördüklerimizi kendimize saklayıp yediklerimize odaklanalım- öğle yemeğini ısrarla gitmemizi söyledikleri Piazza del Poppolo numara 2’deki Bolognese’de yedik. Bolognese, Roma’nın cakalı lokantalarından. Mankenler, reklamcı olduğunu sandığım tuhaf sakallı ve takım elbiselerinin üzerine yelek giymiş adamlar; şıklık, şıklık, şıklık. Yemekler harika, müşteriler ondan da harika! Gözünüzle, midenizin doymasının bedeli adam başı yaklaşık 60 Euro civarında.

Quinze e Gabrieli için -ki akşam gidilmeli- Roma’nın en iyi balık lokantalarından biridir deniyor ve Allah için doğru söyleniyor. Duvarlarında dalga resimleri ve mutfak bacasının üstündeki koca istiridyesi ile dekorasyonu sevimsiz. Fakat yosunundan balığına denizden çıkan her şey ama her şey, ünü İtalya’yı tutmuş şefin elinde sadece orada tadabileceğiniz bir lezzete dönüşüyor. Geniş bir şarap kavı ve mutlaka yenilmesini önerdiğim ıstakozlu spagettisi var. Börtü böcek yer, ardından balıkla devam eder, iki şişe de iyi şarap içerseniz adam başı 200 Euro ödersiniz. Gözünüz döner, bir de ondan tadayım bir de buna bakayım diye işin ucunu kaçırırsanız, günah benden gider.

Gelelim adı listemizin başında bulunan ve öneren arkadaş tarafından yıldızlarla taçlandırılan Pergola’ya. Pergola bütün Romalıların, üstelik hiçbir konuda anlaşamayan, seçimleri bile foto finişe bırakan Romalıların, ağız birliği edip "En iyisi" dedikleri lokanta. Via Cadlolo 101 numarada. Ve pahalı! Mutfak, Akdeniz mutfağı. Ancak Pergola ile ilgili yazacaklarım bu kadar. Çünkü gidemedik. Roma’ya ayak basar basmaz oteldekilerden yer ayırtmalarını istediğimiz halde Pergola’da yemek yiyemedik. Üç haftalık bekleme süresi varmış ve soyadınız Visconti ya da Berlusconi değilse, öldür Allah yer açılmazmış... O da artık başka bahara.

Ve barlar... Rhome, La Maison, Harry’s, Jackie O iyilerden. Ve Yurtsan Atakan’a inat, bir sürü "ristoranti per fumatori" yani sigara içilebilen yerler. Da Fortuno, Da Cesare ve diğerleri.

Başka? Başkası yok... Üç güne bunlar sığdı ve emin olun tek bir gram bile alınmadı. Ne kadar yürüdüğümüzü varın siz düşünün. Mus’un döner ayak söylediği gibi, aklımız da topuklarımız da Roma’da kaldı.
Yazının Devamını Oku

Bir restoran: Bebek No:1 Bir de sergi: Gül Zamanı Heves kuşu durmaz döner!

8 Nisan 2006
Kulakları çınlasın, Aydın’ın her bahar deli fişek halime bakıp söylediği laftır bu. Gerçekten de dallar tomurcuklanmaya görsün, benim heves kuşuna bir haller olur. Tutmaya kalk, yerinde durmaz, kanatlanır bir yere konmaz, avara kasnak döner durur. New York’lara yerleşip antropoloji okumalara mı kalkmaz, evi satıp üç yıl dünyayı mı dolaşmaz, kendini uğruna ölünecek ideallere mi adamaz, hangisini istersen seç beğen al artık. Oysa biliyorum ki cevvalliği uzun sürmeyecek. O da her göçmen kuş gibi yaz sonu geldi mi kendi köşesine çekilecek. Ama şimdi öyle mi? Geçen haftayı yolculuk düşleriyle geçirdim.

Her sabah bavulumu toplayıp gitmek üzere kalktım, her akşam gidemedim diye dertlenip yattım. Hayalimde, dünyanın dört bucağı. Sonunda, biraz da arkaya bakmadan gitmenin o kadar kolay olmadığının bilinciyle olsa gerek üç kısa üç uzun yolculuk planladım: Yonca ile Bergama, Mus ile Roma, evvel emir yol-daşım Fadik’le de Barcelona.

Bunlar kısa, tarihi belirlenmiş, bileti kesilmiş olanlar. Uzunlara gelince... Hep gönülde yatan aslanlar: Küba, Birmanya, Tanzanya. Muhtemelen içlerinden ancak bir tanesine gidilecek ve heves kuşunun ağzına bal çalınıp, nabzına şerbet verilecek. Ötekiler ise tıpkı elli yıldır baharda yeşeren yüzlercesi gibi gerçekleşmeyi bekleyip, ukde olmamayı dileyecek.

Yolculuk iyidir hoştur da, yola çıkmadan bütün pürüzlerin temizlenmesi, yarım kalan işlerin tamamlanması gerekir. Benim gibi bugünün işini yarına bırakan, küfesi yüklü biri içinse bu kelimenin tam anlamıyla oradan oraya savrulmak demektir. Gün yetmez, iş bitmez.

Değil arkadaşlarınızla bir yere gidip yarenlik etmek ve giderek yazı yedeklemek, nefes alacak zaman bulamazsınız. Bu durumda yapılacak en iyi şey, geçen haftanın yazısına devam etmek ve hafta içerisinde gidebildiğiniz yerlerden söz etmek...

LÜTFEN ARTIK ARAMAYIN!

Bildiğiniz gibi geçen yazıda, Dr. Ziya Şaylan ve onun uyguladığı Thermage yönteminden söz ettim. Sonunda telefon numarasını vermemek büyük hata imiş. Hafta boyu telefonum susmadı. Ev değil, cep. Yolda, toplantıda, bankada, televizyon karşısında her yerde ve yemin ederim günün her saatinde o telefon çaldı durdu. Aslında cevabı istenen hep aynı soru. Hayır, Dr. Ziya Şaylan danışma ücreti almıyor. Hayır, bu yöntem her cilde uygulanmıyor. Evet bir kere yaptırmak yeterli. Evet, ucuz değil. Evet, randevu almak gerekli. Telefonu da 0212 266 75 64. Bitti!

ESKİ SALOPETBEBEK NO:1 OLDU

Gene geçen haftadan devam... Yer kalmadığı için yazamadığım Bebek No:1’den söz etmemek olmaz.

Selmin Çapa’nın işlettiği Bebek No:1’de Ziya Şaylan ile yemek yediğimizi ve müthiş keyifli bir akşam geçirdiğimizi yazmıştım.

Bebek No:1 Bebek’ten Etiler’e çıkan yokuşta, eski Salopet’in yerinde açıldı. Dekorasyonu ve işlevi tamamen değişmiş. Eskiden, yani Salopet iken daha çok gençlerin rağbet ettiği, pazar sabahları iğne atsan yere düşmez, kahvaltıları ile ünlü bir yerdi. Şimdi daha ağırbaşlı. Giriş daha çok kahve içmek ya da ayaküstü atıştırmak için gelenlere yönelik tanzim edilmiş. Arka veranda ise kristal avizeleri, Venedik aynaları ve her masayı süsleyen gümüş şamdanları ile daha çok akşam yemekleri için.

Mönü artık alıştığımız Akdeniz mutfağının belli başlı klasiklerinden oluşuyor. İtalyan yemekleri ile Türk yemekleri yan yana. Her lokantanın övündüğü ’bir’ yemeği vardır ya, Bebek No:1’inki Şaşlık kebabı. Alta dizili pideler bitmek bilmeyen diyetime engel diye o akşam ısmarlamadım ama dayanamayıp tattım. Gerek o, gerek yediğim ıspanaklı risotto çok lezzetliydi.

Üst kat gece kulübü. Bu aralar haftanın üç günü Keisa Brown çıkıyormuş. Selmin’in anlattığına göre her yerde çalışmayan, kararını ancak çalışacağı mekanı gördükten sonra veren Keisa, bordo duvarların ve minik sahnenin dibine yanaşmış küçük masaların olduğu katı görür görmez hep böyle bir yerde çalışmak istediğini, müşterilerle yakın temas içerisinde şarkı söylemenin onu çok mutlu ettiğini söylemiş. Ve gene Selmin’in anlattığına göre söyledikçe coşuyor, coştukça söylüyor, sahneden inmek bilmiyormuş. Onun çıkmadığı geceler ise üst kat özel kutlamalara ayrılıyormuş. Ve mekan yaklaşık 100 kişi alıyormuş.

Yemek fiyatı elbette tüketilen içkiyle doğru orantılı ama ortalama 100 lira ödeniyormuş. Rezervasyon gerekliymiş. Unutmadan, telefonu: 0212 287 33 96.

GEÇTİĞİ YERDE GÜL BİTEN KADIN

Bebek No:1, Selmin Çapa’nın elinin değdiği hemen belli olan ayrıntıları saymazsak, üç aşağı beş yukarı bu. Bunun dışında sözünü etmek istediğim ise, bir sergi.

Ayşe Takı Galerisi’nde 3 Nisan’da açılan Tevhide Ayaşlı takı sergisi. Adı: Şimdi Gül Zamanı.

Tevhide, yani canım, yani öteki yarım; bunca yıl, bunca gümüş tozu yuttuktan, haddeden geçtikten, Çarşı’nın izbe atölyelerinde kan ter ve gözyaşı döktükten, ruhunu katarak yarattığı modellerin altına imza atmayıp, inatla adını hep arkada tuttuktan sonra, nihayet Ayşe’nin bir sergi açması ısrarına dayanamadı; onu biraz korkutan, biraz ne demek, düpedüz uykularını kaçıran teklifini kabul etti.

Bu arada kimsenin göze alamayacağı bir şey yaptı, işin zoruna kaçtı. Eğer yıllarca Çarşı’nın atölyelerinde dolaşmış, kalıp verip mal döktürtmüşseniz, sergi dediğiniz bir iki haftada kotarılacak iştir. Ama yok eğer onun yaptığı gibi bugüne kadar kimsenin kullanmadığı malzemeyi bir araya getirmeye uğraşır ve her şeyi birebir kendiniz yaparsanız, sergi açmak deveye hendek atlatmaktan beterdir.

Üstelik altın tozu ve silikon karıştırarak yaptığınız kolyeleri, kadife güllerden derdiğiniz bilezikleri, broşları, yüzükleri, Braque’ın kuşlarını ve koleksiyonu tamamlayacağını düşündüğünüz yerlere uzanan şalları her kadının takamayacağını bilirsiniz.

Bunu ancak boncuk deryasında saf damla olan, satışı düşünmeyip hayallerini gerçekleştirmeye soyunan biri yapar.

O biri, geçtiği yerde gül biten Tevhide Ayaşlı’dır.

Sergisinin adı da -ancak bu kadar olur- Gül Zamanı’dır.
Yazının Devamını Oku

Bıçak altına yatmaya korkarım da bıçaksız güzelliğin her yolu mübah

1 Nisan 2006
Thermage... Son günlerde kulaktan kulağa fısıldanan büyülü sözcük bu. Sanırım ona ilk kez bir köşe yazısında rastladım ve adını bütün kadınlar gibi aklımın bir köşesine yazdım. Derken hakkındaki yazılar çoğaldı, önüne gelen ondan bahsetmeye başladı. Kısa bir sürede kadın sohbetlerinin orta yerine kuruldu, her yenilikte olduğu gibi karşıtları ve yandaşları türedi, namı cihanı tuttu. Peki neydi bu Thermage? Yazılıp çizilene, anlatılıp söylenene bakılırsa küçücük bir alet ve onun yarattığı mucizeye verilen addı. Estetik dünyasına bomba gibi düşmüş ve başı kırışıklarla belada olan kadınların imdadına Hızır gibi yetişmişti. Gidiyor, yüzünüzü doktorunuza teslim ediyor, bir saatlik acısız bıçaksız uygulama sonunda da gençlik iksiri içmiş gibi geriliyordunuz. Üstelik tek seansta. Üstelik dört yıllığına.

Sıkıysa kulağını söylentilere tıka... Gel de mucizelere inanma! Benim estetik operasyonları ile aram oldum olalı gelgitlidir. Bu işe kalkışanları müthiş destekler, merak böceği sokmuş biri olarak bildiğim bütün adresleri verir, gel gör ki iş başa gelince bıçak altına yatmaya çekinirim. /images/100/0x0/55eb2181f018fbb8f8ad2de7

Canım tatlı olduğu ya da ihtiyaç duymadığımdan değil. Beni, ifademin değişme ihtimali korkutur. Kaşım kalksa yıllar yılı kabuslarıma giren coğrafya öğretmenime benzeyeceğimi, yanaklarla gerilen ağzımla birlikte yüzüme uskumru edası geleceğini, çilek suratlı olmak isterken yumruk kelle, bal dudak derken Mandrake, kısaca ameliyat sonrası yeni bir ifade ile uyanıp ömrümü bu yeni benle geçirmek zorunda kalacağımı düşünür tırsarım.

Ama iş bıçaksız tedavilere gelince durum değişir. Orada gözüm karadır. Hatta bir kere, daha mezoterapinin adı bilinmez, "Mezo..." diye başlanan lafın sonu ancak "soprano" diye tamamlanırken; Fransız ortağım Paris’te yeni keşfedilen bir tedaviden söz etmiş, pek hevesli olduğumu görünce kendi doktoruna danışıp sağa sola başvurmuş, sonunda da mezoterapi kongresine katılan tek Türk hekiminin izini bulmuştu. O zamanlar Vefa’da sobalı küçük bir muayenehanesi olan ve Güreş Federasyonu için çalışan bir hekim... Yememiş içmemiş soluğu Vefa’da almış, artroza iyi geldiği bilinen bu yöntemi sadece patates üzerinde denediğini ısrarla söyleyen Hikmet’i ikna etmiş, gerekli ilaçları Paris’ten getirtip insanı sütun bacaklara kavuşturduğu söylenen tedaviyi denemiştim. Onun lahavleleri hálá kulağımdan gitmez.

BEN BU İSMİ BİR YERDEN HATIRLIYORUM

Gözüm karadır diyorsam, gerçekten karadır. Thermage mucizesinin aklıma takılması da işte bundandır.

Tamam takılmasına takıldı ama bir hamlede de bulunmadım açıkçası. Üstelik deli gençlik geçmiş, Fransa’da araştırtıp burada uygulatacak derman kalmamış, gönül en ehil doktordan azına rıza göstermez olmuş, başım zaten tiroitlerle, diyetle dertli; işi belirsiz bir tarihe erteledim.

Sen misin erteleyen? Hani iyileşecek hastanın ayağına doktor gelir derler ya, anlaşılan gençleşecek kadının da ayağı doktora gider. Yani, miş.

İki hafta önce yolum Polat Plaza’ya düştü. China Rose’a uğrayıp kumaş seçeceğim. Bilenler bilir, kumaş seçmek koca bir günü kataloglar arasında geçirmek demektir. Baktım küçük dükkanın içi kalabalık. Nilgün ile Nurgün’ün müşterileri var, ben de biraz bina içinde dolaşıp, diğer dükkanlara bakayım dedim. Çıkar çıkmaz ne görsem beğenirsiniz: Karşımda, vitrini çeşitli tedavi yöntemlerini anlatan siyah beyaz grenli fotoğraflarla dolu bir klinik. Teker teker okumaya başladım. Fotoğraflardaki güleç yüzü bir yerden tanıyorum ama nereden? Nereden? Sonra tık dedi ve aklıma Ziya Şaylan adı geldi. Dr. Ziya Şaylan.

Peki Ziya Şaylan Almanya’da değil miydi? Düsseldorf’ta bir kliniği yok muydu? Hatta ünlü-ünsüz isimlerden oluşan küçük kafileler Düsseldorf’a gizemli geziler düzenlemiyor, dönüşlerinde gençleşip güzelleştiklerini görüp soranlara oranın havasının iyi geldiğini söylemiyorlar mıydı? Bu soruların cevabını almak için kapıyı çaldım. Bir saat geçmemişti ki yüzümü Ziya Bey’in hünerli ellerine bıraktım.

Doktor Ziya Şaylan da benim gibi Ankaralı. TED Ankara Koleji’ni bitirdikten sonra Ankara Tıp Fakültesi’ne girmiş, ihtisasını cerrahi üzerine yapmış. 1970’lerdeyiz. Yani 68 Gençlik Hareketi’nin dalgasının Türkiye’yi sardığı, üniversitenin sağ-sol diye ikiye bölündüğü, politika yapmayana, ama sağ ama sol yumruğu havaya kaldırmayana kötü gözle bakıldığı yıllarda...

DÜNYA ÇAPINDA BİR DOKTOR

Dr. Ziya da bir süre sonra kendini siyasal hareketin içinde buluyor. O dönemdeki arkadaşları, bu gün Türkiye’nin önde gelen yazarları, hekimleri, gazetecileri. Sonra bilindiği üzere politikaya kan karışır ve Ziya Şaylan da soluğu Amerika’da alır. O arada "Hayatta beni sezgileriyle hep doğru yönlendirdi" dediği ODTÜ’nün başarılı öğrencilerinden Lale ile evlenmiş ve Detroit’te büyük bir hastanede cerrah olarak çalışmaya başlamıştır. Ama iş yoğun, maaş azdır. Çok geçmeden Almanya’dan gelen teklif üzerine aile yeniden yola çıkar ve altı ay önce kesin dönüş yapana kadar 32 yıl sürecek Almanya macerası başlar. Küçük bir kasabanın küçük bir hastanesinde başlayan bu macera, Düsseldorf’un en fiyakalı caddesinde açtığı Estetik ve Plastik Cerrahi Kliniği ile zirveye ulaşır.

Adının önündeki sıfatlar gerçekten fazla. Hepsini yazmaya kalksam yerim biter. Ama kendini akademisyen olarak adlandırdığını, bulduğu yöntem ve yayınladığı makalelerle uluslararası ün kazandığını, Avrupa Plastik Cerrahi Derneği’nin Başkanı olduğunu, fizik profesörü bir arkadaşıyla birlikte yağ emme kanülleri geliştirdiğini, yüz germe ameliyatlarına getirdiği yeniliğin tıp çevrelerinde kabul gördüğünü, Yeni Zelanda’dan Kore’ye, Çin’den Maçin’e dünyanın pek çok yerinde ameliyat yaptığını, birçok kez BBC, CNN gibi kanallara konuk ve elbette Almanya’da yayımlanan sayısız gazete ve dergiye haber olduğunu söyleyeyim, yeter.

Dediğim gibi Şaylan Ailesi altı ay önce kesin dönüş yapmaya ve İstanbul’da bir klinik açmaya karar verir ve bildiğim kadarıyla ünlü Thermage’ı da Türkiye’ye ilk kez onlar getirir.

ÖNCE ZIMPARA SONRA BAKIM

Gelelim Thermage’a.

Thermage bir radyografi yöntemi. Cildinizin sarkmasına, derinizin pörsümesine, gıdınızın çıkmasına neden olan şey sadece yaş ya da yerçekimi değil; ciltteki kolajenin zaman içerisinde azalması. Thermage denilen yöntem ise cildin alt tabakasında bulunan kolajenlerin radyo dalgaları ile uyarılıp yeniden harekete geçirilmesi.

Eğer cildiniz benimki gibi kalınsa, Ziya Bey önce bir Brezilya yöntemi olduğunu söylediği cilt soyma ile cildin inceltilmesini, birkaç gün sonra da Thermage uygulamasına geçilmesini öneriyor. Ben içinde cilt inceltilmesi, asit yıkama gibi sözler geçti diye başta mızıldandım. Ama elimin üzerinde uyguladığı "zımpara"nın sandığım gibi olmadığını, bırakın acı vermeyi, hoş bir masaj gibi algılandığını görünce mızıldanmayı bıraktım. O günkü seans öyle bitti. Eve gittim kremlerimi sürdüm, sabah kalkıp işime gittim.

Üç gün sonra sıra Thermage’a geldi.

Koltuğa uzanıp elinize bir ayna alıyorsunuz. Ziya Bey elindeki çıkartmayı yüzünüze yapıştırıyor ve suratınız Amiral Battı oynanan kağıda dönüyor. A1, A2, A3... Her bir kareye kare uçlu bir aletle radyo dalgası veriliyor. Yüzünüz biraz ısınıyor. Ama acımaması gerek. Dozunu sizin yönlendirmenizle doktor ayarlıyor ve bir buçuk saat süren seans başlıyor.

Sonrası bu kadar. Gene eve gidip kremlerinizi sürüyor ve ertesi gün hayatınıza devam ediyorsunuz. Ve her geçen gün yüzünüzün biraz daha gerildiğini, yere bakan yanaklarınızın yukarı çekildiğini hissediyorsunuz. Ziya Şaylan ilk ciddi farkın bir ay sonra ortaya çıktığını, dört ay sonra ise kadınların mutluluktan çığlıklar attıklarını söylüyor.

Ve unutmayın ki bu etki üç-dört yıl devam ediyor!

Ziya ve Lale Şaylan ile Thermage’ımı kutlamaya Selmin Çapa’nın işlettiği Bebek No.1’e gittik. Müthiş keyifli bir yemek yedik. Ama sayfa doldu, Selmin’in yeni yerini artık gelecek hafta yazarım.

Ve son söz: Bir gün bıçak altına yatarsam, Dr. Ziya’ın neşterinin altına yatarım.
Yazının Devamını Oku

Bu kadına hükümet gibi denmezse kime denir?

25 Mart 2006
Pis, yağışlı bir İstanbul ikindisi Ortaköy’deki Radisson Oteli’nin lobisinde, bahsi geçtiğinde neredeyse sanal bir kahraman olarak nitelendirilebilecek birini bekliyorum: Nurten Öztürk’ü. Kendisi başarılarının dillendirilmesinden hiç mi hiç hoşlanmayan, basında yer almaktan zerre hazz etmeyen, bütün ciddi iş kadınları gibi arkada durmayı ve eşi ile sıfırdan başlayarak yarattıkları markanın gölgesinde yaşamayı yeğleyen biri.

Aslında, bundan yirmi yıl önce biraz da oradan oraya tayin edilmekten yoruldukları ve çocuklarının eğitimi için kök salmalarının elzem olduğunu düşündükleri için öğretmenlikten istifa eden idealist bir çiftin kurduğu iş, eğer bugün Türkiye’nin en önemli şirketlerinden biri olmuşsa; bence o öykünün yazılması çizilmesi, örnek olması gerekir ama yapılacak bir şey yok. Kendisi de, eşi de öne çıkmayı sevmiyor. OPET gibi hemen herkesin bildiği bir markanın kurucuları ve ortakları olduklarının kamuoyunda bilinmesini, adlarının yaptıkları işin önüne geçmesini istemiyorlar.
/images/100/0x0/55ea8255f018fbb8f8849bc6
O gün bir araya gelme nedenimiz Nurten Hanım’ın bunca yıl sonra OPET’in kuruluş hikayesini anlatmak istemesi değil elbette. Lafı döndürüp dolaştırıp şu anda bütün zamanını vakfettiği Tarihe Saygı Projesi’ne getiriyor.

Her ne kadar yazılmasını arzu etmediğini bilsem de yazmamak olmaz: Nurten Öztürk öğretmen. Biyoloji öğretmeni. Eşi de fizik. İşte bu iki öğretmen çok sevdikleri mesleklerini bırakıp, OPET’i kuruyorlar. Yakınları tarafından hayalcilikle suçlanmalarına, karşılaştıkları bütün engellemelere rağmen pes etmiyor ve o küçük şirketi yirmi yılın sonunda bugünün OPET’i haline getiriyorlar.

Peki bu büyük başarıdan sonra çocuklarını büyütmüş, şirketinin yönetimini profesyonellere devretmiş, artık bizatihi çalışması gerekmeyen biri ne yapar? Durur dinlenir, gezer eğlenir değil mi? Değil işte... Nurten Öztürk’ü biraz da sanal kahraman olarak adlandırmam tam bu yüzden. O, dur durak bilmeyenlerden. Üstelik hálá, bu kez gönüllü olarak, ancak gene herkesin bu iş başarılamaz diye baktığı zorlu alanlarda çalışanlardan.

Ne gibi mi? Temiz Tuvalet Kampanyası, Yeşil Yol ve Tarihe Saygı Projesi gibi...

Bundan beş yıl önce bir gün, havaalanında tuvaletten çıkan iki turistin yüzlerini buruşturmalarına içerleyen Nurten Hanım soluğu şirkette alıp, Türkiye genelinde Temiz Tuvalet Kampanyası başlatmak istediğini söyleyince hemen herkes hatta ona her konuda güvenen eşi bile bunun kolay olmadığını, bütün genel tuvaletleri yenileseler bile tuvalet eğitimi olmayan halkımızın yenilenen tuvaletleri temiz tutamayacağını söyleyip karşı çıkmış. Da... Dinleyen kim? Nurten Hanım kolları sıvamış. İşe Opet istasyonlarındaki tuvaletlerden başlamış. Temiz olanları ödüllendirip, denetimi geçemeyenlerin sözleşmelerininfeshedileceğini söyleyip bu zorlu işe kalkışmış. Tuvaletlerini yenilemek isteyenlere sponsor olmuş; adı köylerde, beldelerde, kasabalarda duyulmaya başlamış. Muhtarlarla, belediye başkanları ile işbirliği yapmış, yazılı broşürler basılmış, yarışmalar açılmış. Kampanya, Türkiye’nin en doğusundan en batısına umulmadık ölçüde başarılı olup, ödüller almış. Bunu Yeşil Yol kampanyası izlemiş. Özellikle şehir girişlerinin çoraklığına takılan, ilk izlenimin önemine inanan Nurten Hanım gene hayalcilikle suçlanmayı göze alıp, yeşillendirme, çiçeklendirme işine bulaşmış.

Yeni göz bebeği ise Tarihi Gelibolu Yarımadası’nın Güzelleştirilme Projesi. Yaklaşık beş milyon dolarlık bu yeni proje de, toplumu bilinçlendirmeye, tarihi, turistik, kültürel ve doğal zenginliği koruyup güzelleştirmeye yönelik. Hemen hemen Gelibolu yarımadasının tümünü kapsıyor. Örnek köyler olarak, Alçıtepe, Bigalı, Eceabat ve Kilitbahir seçilmiş.

OPET bünyesinde çalışan mimarlar tarafından çizilen ve onaylatılan meydan yenileme, mevcut parkları geliştirme, tarihi binaların, çeşmelerin restorasyonu ve kendi evlerini boyamaları koşuluyla tüm köy evlerine bedelsiz olarak verilecek dış cephe boyalarıyla başlatılan çalışmalar zaman içinde yarımadanın bütün köylerini kapsayacakmış.

Beş yıla kalmadan Gelibolu’nun çehresinin değişeceğine ve geçerken insanın içini cızlatan görüntülerin silineceğine eminim. Nurten Öztürk’ün işin ucunu bırakmayacağına da! Gelibolu’yu başka bölgeler izleyecektir.

Peki böyle bir kadına "Hükümet gibi" denmez de ne denir?

Yıldızlı ama yaldızlı olmayan bir yer

Önünden hemen her gün geçmeme, kum yığınları ile kaplı yolun temizlenip açıldığını, yıllarca yarı metruk halde bitirilemeden duran binaların inşasının nihayet tamamlandığını görmeme rağmen, bir gün olsun merak edip gitmedim. Daha doğrusu orada açılanın ne olduğunu bile sorup öğrenmedim. Bir gün yurtdışından gelecek bir grup arkadaşın arkadaşı için yıldızlı ama yaldızlı olmayan bir yer bakınır ve İstanbul’daki otel sayısının azlığından şikayet ederken, biri neden Radisson’u düşünmediğimi sordu. Sordu da öğrendim...

Geniş lobisine adım attığınızda, otelin hem şehir merkezine yakın olmak hem de şehrin gürültüsünden kaçmak isteyen müşteriler için tasarlandığını anlıyorsunuz. Ağırlığı, şatafatı ile insanın ezmeyen modern bir dekorasyonu var. Manzaranın tam karşısına kurulmuş barı ve ikinci katta özel davetler için ayrılmış terası çok güzel. Oda fiyatları diğer yıldızı bol otellere oranla ucuz. Ve köşe odaların manzarası şahane.

Yabancılar için pahalı olmayan otel arayanlara, ille de yaz düğünü yapmak isteyen ve yer bulamayanlara, buluşmak için şöyle sessiz sedasız olsa da rahatça konuşsak diye Ortaköy civarında yer bakınanlara duyurulur.
Yazının Devamını Oku

Neyse ki Aslı Altan’ın sinirleri Beyoğlu parkelerinden daha sağlam

18 Mart 2006
Şubat başından beri bu böyle. <br><br>Ha buluştuk ha buluşacağız... Olmuyor, ya onun bir işi çıkıyor ya benim. Telefonlaşıyor, şu gün şurada şu saatte diye sözleşiyoruz ama nafile.

Sonunda şeytanın bacağını kırdık!

Pek de anlamlı bir günde, Mart’ın sekizinde; düşen cemrelere inat insanın içine işleyen soğuğa, yağan kara rağmen Aslı Altan’la Safran’da felekten bir gece çaldık.

Bir ara, tam evden çıkmadan önce vaz mı geçsem diye düşünmedim değil. Kar, soğuk değil gözümü korkutan. Ama ne yalan, Beyoğlu’na gitmek demek, zahmeti de göze almak demek. /images/100/0x0/55ea36aef018fbb8f871c158

Ben kırk yılın başı gidiyorum Beyoğlu’na ama Aslı Altan her gece orada. Ve tabii ki o da, işyeri Beyoğlu’nda olan herkes gibi ekim ayından beri takılıp sökülen ve birilerine fena halde rant kapısı olduğu belli Çin granitlerinden dertli. Ona da gına gelmiş.

Mahallesine söz söyletmeyen, yıllar önce kimse adım atmazken orada dükkan açıp neredeyse tek başına Beyoğlu’nu İstanbul gece hayatının çekim merkezi yapan Altan’a bile döşenmesi de sökülmesi de infiale yol açan taşlardan, bitmek bilmeyen yol çalışmalarından fenalık gelmiş.

İçi el verse; onu yağmura çamura, ayakkabılarına bulaşan katrana rağmen yalnız bırakmayan müşterilerine ihanet etme pahasına çekecek Safran’ın kepengini; bunca yıl sefasını da sürdüğü, cefasını da çektiği gözbebeğini bırakıp gidecek...

Öyle sıkkın.

Öyle bıkkın.

Ben sıkkınlığının da bıkkınlığının da eninde sonunda geçeceğini biliyorum.

Adım gibi eminim: Ne o kıytırık granitler, ne de Beyoğlu Güzelleştirme Projesi adı altında resmen Beyoğlu Tahrip Projesi yürüten malum kişiler, "cool"luğu şehir efsanesi olmuş arkadaşımı çileden çıkartmayı beceremeyecekler.

ALTAN BÜTÜN DERTLERİ UNUTTURUR

Düşünün ki duvarlarını süsleyen 150 yıllık çinilerine gönül verdiğiniz, çevresinde 150 arabalık otopark var diye seçtiğiniz, mutfağından barına, ses düzeninden ışığına yüklü bir yatırım yaparak açtığınız dükkan tam sezona girilirken çamura düşmüş güle dönüyor. Size çıkan bütün yollar bir bir kazılıyor, çukurlar aylarca kapatılmadığı gibi, tam bu çile bitti dediğiniz noktada, yapılanlar sökülüyor ve ne kadar süreceğini hiçbir yetkilinin bilmediği yeni bir kabus başlıyor.

Gel de çıldırma!

Aslına bakılacak olursa bu kabustan belki de en az etkilenecek yerlerden biri Safran.

Galatasaray-Taksim hattında özellikle de ara sokaklardaki diğer iş yerlerinin durumu daha da vahim. Altan’ın müşterileri onun önce arkadaşı sonra müşterisidir. Eninde sonunda benim yaptığım gibi arabayla lam elif sokaklardan geçer, Altan’ın talimatlarını dinleyerek Safran’ın önüne kadar giderler. İki basamak çıkınca da başka hiçbir yerde olmayan, çünkü bizatihi Altan’ın varlığından kaynaklanan özel bir mekana gireceklerini; tattıkları ilk lokma, içtikleri ilk yudum, duydukları ilk notayla birlikte, varsa eğer, çektikleri zahmeti unutup gideceklerini bilirler.

Ama ya ötekiler?

Yüksek kiralarını çıkartmak için özel olarak gelenlere değil kapıdan geçenlere bel bağlayanlar? Bütün o barlar, lokantalar, kahveler, lokaller, pavyonlar, meyhaneler? Manav bakkal, balıkçı, kitapçı, galeri, kısaca Beyoğlu’nu Beyoğlu yapan esnaf? Hepsi perişan.

TURİST FALAN YOK

Şaka değil, gazeteler yazıyor işte, Beyoğlu’na giden insan sayısı yarı yarıya azalmış. Turistin T’si kalmamış. Tepebaşı ve Tünel civarındakiler, çalışmalar artık kimin yüz suyu hürmetine idi ise çarçabuk bitirildiğinden bu felaketten nispeten daha az etkilenmiş ama gerçekten de diğerlerinin ocağına kibrit suyu ekilmiş.

FIRÇALARDAN NASİBİMİ ALDIM

Önce dayanmaya çalışmış, sonra çalışan sayısını azaltmış, iflas çanları çalarken kara kara düşünmeye başlamışlar. Ancak doğru dürüst örgütlenememiş, dertlerini yeterince anlatamamışlar. Evet, orada burada tek tük yazılar çıkmış, hatta Radikal Gazetesi çektiklerini duyurmaya tam sayfa ayırmış ama feryatları yetkililer tarafından serzeniş gibi algılandığından olsa gerek, bir arpa boy yol alınamamış.

O akşam Altan’la bir yandan şarabımızı içer bir yandan bütün bunları konuşurken ona neden tıpkı eski Safran’da yaptığı gibi gerekirse üst üste mühürlenmeyi göze alarak olan bitene kafa tutmadığını, bayrağı ele almadığını sordum.

Yüzüme baktı, gülümsedi, "Peki bu konuda sen ne yazdın" dedi.

Yerin dibine mi geçsem, ölsem mi?

Gerçekten neden yazmadım?

Vurdumduymazlık desem değil. Bu konuda yazan herkese içimden güller yolladığımı, yazılan her yazıyı, yapılan her eleştiriyi "hele şükür" duygusuyla okuduğumu biliyorum. SİYAD gecesinde Atilla Dorsay, Kadir Topbaş’a bu konuda bir iki cümle etti diye dört köşe olmuş biriyim. Gel gör ki altı aydır süren rezalet hakkında tek satır yazmamış olan da benim. Yerin dibine geçmeyeyim ne edeyim?

PERA’YI KİMLERE TERK ETTİK?

Lafı uzatmadık.

Zaten arkadaşlar, tanıdıklar, Sevil Sert’in o gece açılışını yaptığı galeriden ve uzun yıllar yaşadığı adaya selam olarak Kübalı ressamların eserlerinden derlediği sergiden çıkıp gelenler, bir süre sonra Altan’ın kulaklığını takıp müziğin başına geçmesi, coşup herkese şampanya ikram etmesi derken, Safran bildiğimiz Safran kıvamına geldi ve sohbetimiz bölündü. Gel gör ki kimi sorular çengelli iğne gibidir. Bir kere takılmaya görsün kendiliğinden düşmez, cevabını verip çıkarman gerekir.

Gece geç, dönüş yolunda Beyoğlu ile ilişkimi gözden geçirdim.

Çocukluğuma ilişkin ilk anılar: Gutan’dan alınan, alındığı anda kaybedilen, o yüzden de uğruna gözyaşı dökülen kırmızı rugan pabuçlar, anneannemin elimden tutup götürdüğü Markiz, onun hálá burnumdan gitmeyen mis kokulu evi, Mısır Apartmanı’nın çıkmaktan yorulduğum geniş mermer merdivenleri, asık suratlı Pera Palas, hayal meyal Tokatlıyan Oteli...

Sonra Bab Kafeterya, bilumum sinemalar, tiyatrolar, Çiçek Pasajı, Rejans ve Kulis...

Sonra Narmanlı Han, galeriler, sağda solda gidilen ve şarap, terebentin, boya kokan ressam atölyeleri... Ve Yakup ve Refik...

Sonrası kara delik... Beyoğlu artık bildiğimiz Beyoğlu değil.

Yıllar sonra yeniden buldumcuk olmak, Safran, Kaktüs, Pandora, Hayal Kahvesi ve Nuru Ziya’yı mesken tutmuş arkadaş evleri derken geceyi gündüze katmak; sonra Tünel, Galata, Asmalımescit, Nu Pera, KaVe, Lokanta, Mikla derken bu günlere geldim.

Artık sık sık Beyoğlu’na gitmiyor, aylak aylak sokaklarında gezinmiyorum.

Başka sokaklarım, başka çıkmazlarım var ve eskisi kadar gezmediğim aşikar.

İyi de bunların hiçbiri çengelliyi yerinden sökmeye yetmiyor.

Adını koyup, söylemeliyim: Evet, Beyoğlu’na ihanet ettim.

Ettik.

İyi de o güzelim Pera’yı kimlere terk ettik?
Yazının Devamını Oku