Figen Batur

İyi mimarların hemen hepsi aynı zamanda iyi bir başka şeydirler

22 Ekim 2005
‘Sen asıl mimarlardan kork...’ Rahmetli Hüsnü Göksel, kendisine atıf yaparak tanıdığım en sıkı entelektüellerin doktorlar arasından çıktığını söylediğimde gülerek bakmış aynen böyle demişti: ‘Sen asıl mimarlardan kork!..’ Haklıymış... Korkulacaksa mimarlardan korkulmalıymış!

Neden bilmem, gerçekten de meslek olarak mimariyi seçenler güzel sanatların en az bir dalını meslekleri kadar iyi bilirler. Birini demem de lafın gelişi. Aralarında sıkı bir müzisyen kadar iyi çalan, kalem oynattığında değme yazarlara taş çıkartan, resme durduğunda kendine özgü bir anlatım yakalayan az buz mimar yoktur. Mimari alanda yaratıcılıklarının kimi zaman ekonomik nedenlerle, kimi zaman müşteri kaprisleriyle kısıtlanması nedeniyle mi yoksa mimarlık tanımı gereği diğer bütün dalları da kapsadığından mı neden bilinmez, iyi mimarların hemen hepsi aynı zamanda iyi bir başka şeydirler de. İyi bir cazcı, iyi bir heykeltıraş, iyi bir fotoğrafçı...

Alçakgönüllü davranıp bu ikinci ilgi alanlarını su yüzüne çıkarmayanlarının bile ne denli donanımlı olduğu kısa bir sohbet sonunda ortaya çıkar. Genel kültürlerinin yanı sıra sıkı bir özel kültürleri ve onun da yanı sıra onları farklı kılan sıkı bir yaşama kültürleri vardır. Giyimleri, kullandıkları nesneler, seçtikleri, yedikleri, yolculukları, çevreleri kısaca gündelik hayatlarını sarmalayan her şey damıtılmış bir yaşama kültürünün göstergesidir. Peki bütün mimarlar böyle midir? Hayır. Ama iyi mimarların yüzde doksanı, evet.

Oğuz Öztuzcu da iyi bir mimar. Ve iyi bir fotoğrafçı. Eğitimini, onun üzerinde derin etkiler bıraktığını söylediği Robert Kolej ve ardından da ODTÜ’de yaptığını; üniversite bitince aldığı iş teklifinden ötürü soluğu Stockholm’de aldığını, 70’li ve 80’li yılları kuzeyin bu soğuk ve uygar kentinde geçirdiğini; anlatırken sesine sinen kıvançtan çıkardığım kadarı ile, zor olanı başarıp kendi işini kurduğunu ve oranın en güzel binalarından birinde ofis açtığını biliyorum. Şehrin önde gelen aydınlarıyla kurduğu dostluklardan feyz aldığını ve doğduğu ülkeye hiç mi hiç benzemeyen bu topraklardan mesleki alanda beslendiğini de.

PROJE İÇİN BODRUM’A TAŞINMIŞ

Sonra bir gün her şeyi ardında bırakıp dönmüş. Bu kararda gurbette yaşlanmak istememe duygusu mu ağır basmış yoksa daha yolun başında iken sevgili İlhan Koman’ın kulağına fısıldadığı ‘Buralarda kalma, tıkanırsın’ lafı mı, o da tam bilmiyor. Bildiği, tası tarağı toplayıp yeniden başlamak üzere İstanbul’a döndüğü. Ve bu karardan ötürü pişmanlık duymadığı.

Geldikten sonra Arnavutköy’e yerleşmiş. Ve elbette yığınla proje gerçekleştirmiş. Mesela yakından bildiğim Bodrum Hebil Koyu’ndaki Kaya Evleri’ni. Bundan 10 sene önce biz gene bakir bir alan talan edilecek, doğa katledilecek diye endişelenirken ortaya Bodrum geleneksel mimarisinden esinlenmiş dolayısıyla göze batmayan, doğanın içinde kaybolan on tane şahane ev çıktı. Çevre düzenlemesi, plajı, duvarları yalayan zeytin dalları ile ödül alsa yeridir.

Projeyi çizmekle kalmamış, uygulamayı başkalarına bırakmaya içi elvermediği ve inşaatı yerinde denetlemek gerektiğine inandığı için de diğer işlerini askıya alıp Bodrum’a taşınmış. İnşaatın sürdüğü o iki yıl boyunca Bodrum’da neler yaptığını konuşurken, şantiyeden çıktıktan sonra İsveç’ten tanıdığı ve bir süredir Bodrum’da yaşayan bir müzisyen arkadaşından bateri dersleri aldığını söyledi. Demedim mi mimarlardan korkacaksın diye!

KAÇIRDIĞIMIZ ANLARIN FOTOĞRAFLARI

Ama asıl anlatmak istediğim Oğuz’un fotoğrafları. Elime kitabı aldığım an beni çarpan fotoğrafları.

Dilim döndüğünce anlatmaya çalışayım... Sanırım bu fotoğrafları en kısa yoldan tanımlamak için ‘Fotoğrafa benzemeyen fotoğraflar’ demek gerek. Onlara bakınca fotoğraf olduklarını algılamakta güçlük çekiyor, çarpıcı renk kompozisyonları olan tablolarla karşı karşıya durduğunuz izlenimine kapılıyorsunuz. Dünyanın çeşitli yerlerinde çekildikleri belirtilen ama bakanın nerede çekildiğini anlayamayacağı fotoğraflar bunlar. Zaten sanatçının derdi de bize hayattan enstantaneler sunmaktan çok, zamanın hızlı akışı içerisinde görmeye fırsat bulamadığımız ayrıntıları göstermek.

Gerçekten de Oğuz’un fotoğrafları, ayrıntıdan yola çıkan, fluluğunu hareketten değil, mesafe ayarı ve kamera hakimiyetinden alan fotoğraflar.

Sydney’de kırmızı çantası ile duran bir kadın, Taksim meydanında dikilen iki kopil, Machu Picchu trenindeki yolcular... Hepsi ama hepsi çekildikleri ana hapsolmuş, netliklerini yitirdikleri için gerçek dışı gibi algılanmaya açık, öylece duruyorlar.

Oğuz, kitabının önsözünde bu yöntemi bilinçli olarak seçtiğini söyledikten sonra modern hayatın hızının bizi makro ölçekte bakmaya ittiğini, çevremizi sürekli netlik ayarı keskin olarak algıladığımızı bu yüzden de ayrıntılardaki güzelliği kaçırdığımızı söylüyor. Doğru diyor...

Bu yüzden de çektiği fotoğraflar gündelik hay huyun içinde vaktimiz olmadığı için ince şeyleri yaşayamayan ve ayrıntıları algılayamayan bizlere çok ama çok iyi geliyor.

Yolunuz Tünel’e düşerse ve Odakule civarına gidersiniz, sergisine uğrayıp soluklanın derim.

Durun ve kaçırdıklarınıza bakın.

ENERJİSİ HİÇ BİTMEYEN KADIN ECE

Oğuz ve Nedim ile Ece’de buluştuk. Bizim Ece’de. Kuruçeşme’deki Ece’de. Yıllarca en siyah geceleri geçirdiğimiz, en buğulu içkileri içtiğimiz, en koyu kahvelerle ayıldığımız Ece’de. Otların adını, peynirin tadını, yağın hasını öğrendiğimiz Ece’de... Gittiğimde diğerleri henüz gelmemişti. Ece de her zamanki gibi mutfakta. Biraz sonra yanıma geldi, konuşmaya başladık. Gemlikten yeni dönmüş. Oranın pazarından küçük sarı domatesler, kırma zeytin, dağ çiçekleri getirmiş. Pazar gezmesi için üşenmeyip Antakya’ya kadar gidivermesi şaşılası bir şey değil. Şaşılası olan, yirmi yıl sonra bile bunca yorgunluktan, uğraştan, didişmeden sonra hálá işin başında olması, hálá pazar pazar dolaşıp, her gece barın arkasına geçip arkadaşlarını ağırlaması. Konuşurken, bu yıl programda küçük değişiklikler yaptığını söyledi. Aynalı’da Balık Ayhan ve arkadaşları çalacakmış. Üst katta da genç, yetenekli iki gitarist var. O gece Nedim’in havaya girip en bariton sesiyle eşlik etmesinden gocunmadıkları gibi, coştukça coştular. İkisi de çok iyi.

Yemeklere gelince... Yemekler, Ece yemekleri. Yeşil domates dolması yemeyeli bin yıl olmuş gibi geldi. Eline sağlık Ece. İyi ki varsın. Sende bu heyecan oldukça, sen bir yirmi yıl daha bize unuttuğumuz yemekleri yaparsın!

Oğuz Öztunç fotoraf sergisi, 25 Ekim-19 Kasım, Odakule Sanat Galerisi, İstiklal Caddesi No:286 Beyoğlu. Tel: 0212 251 63 31.
Yazının Devamını Oku

Lüferler şahane!

15 Ekim 2005
Dört ay ayrı kaldığım İstanbul’a dönüş, beklediğim gibi zor oldu. Zor olan kısmı ayrılma değil, kavuşma faslı. Bilmem size de öyle mi gelir? Uzun süre ayrı kaldığım yerlere döndüğümde birkaç gün süren yabancılaşma duygusu yaşarım.

Ne mahalle bıraktığım mahalledir ne ev bildiğim ev. Ne de şehir bildiğim şehir.

Tanıdık olmasına her şey tanıdık, bir o kadar da yabancıdır.

Daha önce farkına varmadığım ayrıntılar, baktığım halde görmediklerim el birliği etmişçesine üstüme gelir.

Bu duvar bu kadar yüksek miydi?

Bu ağaç bu kadar uzun?

Bu yol bu kadar yokuş?

Bu oda bu kadar loş?

Yeniden İstanbul’da olduğumu kavramam için bir yolunu bulup köprüden geçmem gerekir.

Günün hangi saati olursa olsun, ister birinci ister ikinci köprüden geçtiğim an şaşkınlığım öyle bir hal alır ki, şaşırmayı bırakırım. Lamı cimi yoktur: Bu şehir dünyanın en güzel şehridir.

Sonra alışma devri başlar.

Derken unutma devri gelir.

Sonra bunalma devri.

Kaçma isteği.

Dönme dönemi.

Son yirmi yıldır bu döngü değişmedi.

Pazar sabahı erken bir saatte, şehir henüz uyur, mahmur bir güne hazırlanırken döndüm.

Hava pırıl, güneş solgun, renkler pastel.

Henüz ağaçlar yapraklarını dökmemiş, ortalık kızıla kesmemiş ama güz bütün ihtişamıyla gelmiş.

Mus, uzun süreden beri havanın bu kadar ılık olmadığını söyledi.

‘Böyle karşılamaya can kurban’ dedim, evde biraz oyalanıp bahçeye indim.

Ortancaların yaprakları yeşil ama çiçekleri solmuş.

Manolya kozalağa durmuş. Çimlerin üzerinde birkaç ölü yaprak...

Arkadaki kiliseyi yenilemişler. Onarılmış, boyanmış.

Köşedeki köşkte de çıkaramadığım bir civeleklik var gibi.

Sokak değilse de kaldırımlar yeni.

Balıkçıların önüne iki adımda bir mazgal açmışlar.

Parktaki tarhlarda bir iki boynu bükük gül.

GÜNEŞİN SON DEMLERİ

Sonra sokak...

‘Hoş geldiniz, şükür kavuşturana, taşındınız sanmıştık, ooo bak hele kim geliyor’lar eşliğinde yürüyorum.

Yazlıklar kapanmış, Pala’nın bıyığı sanki biraz daha pala, enginar satan seyyar satıcı mevsime uyup tezgahı taze fındık-cevizle donatmış.

Kıraathanenin müdavimleri her zamanki yerlerini almış ama tek tük kişinin önünde dumanı tüten çay, dudağında cıgara var. Boş gözlerle gelen geçene bakıyorlar; belli afyonu patlatamamışlar.

Emek Kahve gene tıklım tıkış. Gençlerin yüzünde deniz kenarındaki masaları kapma telaşı.

Gazeteler istiflenmiş, kesekağıdında sıcak poğaçalar, demli çay beklenirken sırtlar güneşe verilmiş.

İSTİKAMET BEBEK

Aleko boş. Hem erken, hem ramazan.

Yelken de öyle.

Tarihi Yeniköy Fırını’nın önündeki masalarda tek tük kişi.

Buna karşılık Gazebo’nun önünde duran arabalara bakılırsa kameriyenin altında oturan epey müşteri var gibi.

Tekneleri kapandıktan sonra karaya vuran Takanik ve Titanic iki kuruş üç paraya balık-salata verdiklerini cephelerine astıkları bez afişlerle ilan etmiş.

Yavaş adımlarla İstinye.

Her taraf lüfer, palamut, midye.

Taze soğan, kıvırcık, roka, tere...

Niyetim Emirgan’a uğrayıp çınar altında kahve içmek, dermanım kalırsa da Bebek’e kadar yürümek.

VE SEZONUN İLK LÜFERİ

Nasıl köprüden geçmeden İstanbul’da olduğumu anlamazsam, Bebek’e gitmeden Boğaz’a geldiğimi de anlamam ben.

Zar zor çınar altına kadar geldik. Nefes nefese Çapkın’a su, bize de iki sade söyledik. Kahveler biter bitmez de haddimizi bilip, geçen ilk taksiye bindik.

Rumelihisarı’nda meşhur kazılardan biri yapılıyor. Yol tek şerit; Çanakkale misali geçilmiyor.

İnsanın vazgeçemediği adresleri vardır ve neyi özlerse aklına ilk orası düşer ya, Poseidon da balık özlediğimde benim aklıma düşen ilk yer.

Terasa geçip lüfer, midye dolması, salata söyledik. Bir de yeşil üzüm rakısı.

İlk lokma ilk yudum...

Yaz geçmişmiş, güz gelmişmiş, günler kısa, şehir yorucuymuş boş verdim.

İyi ki döndüm.

Hoş buldum.
Yazının Devamını Oku

Postmodern ramazan kutlamalarına hoş geldiniz

8 Ekim 2005
Ramazan geldi. <br><br>Hoş geldi sefalar getirdi. <br><br>De... Bu yıl, daha doğrusu son yıllardaki gelişi eski gelişlerine benzemiyor gibi. Aslında ramazanın bu işte bir suçu yok...

O her zamanki gibi vakti saatinde uslu edepli geliyor da, karşılanması değişti.

Sanki gelen çocukluğumun ramazanlarına hiç mi hiç benzemeyen başka bir ramazan.

Uhrevi olması gerekirken dünyevi; fazla tantanalı, fazla cakalı postmodern bir ramazan.


Nereden mi çıkarıyorum bunları?

Televizyondan, haberlerden, gazete eklerinden... Hepsinden.

Örneğin bir süredir reklam kuşaklarının baş tacı olan kola reklamına bakın. Toskana bahçelerini hatırlatan kocaman bir bahçede upuzun bir sofra kurulmuş. Mutfakta yemek hazırlayan genç kadınlar, sofrayı düzenlemekle meşgul yaşlılara merakla çocukların nerede olduğunu soruyorlar. Belli ki afacanlar muzırlık peşinde. Gizli gizli meşrubat tenekelerini taşımalarından, hınzır bakışlarından, bahçenin kuytu köşesindeki hummalı çalışmalarından bunu anlıyoruz.

Akşam olup da aile orucunu açmak için masa başına geçtiğinde de gün boyu neyle uğraştıklarının sırrına varıyoruz: Meğer o tenekelerden kandiller yapmış, yan yana dizip ‘Hoşgeldin ramazan’ yazmışlar.

Aile büyükleri mutlu mutlu gülümser ve bir dikişte kolalarını içerken reklam bitiyor.

Gelen bayram olsa anlayacağım da, gelen ramazan...

Benim bildiğim, bayramın ilk günü aile büyüğünün evinde toplanılır, çoluk çocuk şen şakrak yemek yenirdi.

İftarın şatafatı olmazdı. İçe dönüktü. Mahremdi.

Anlaşılan o da değişti.

İÇİNDE ALLAH YAZAN HURMA ALIR MIYDINIZ?

Gene televizyondan: Bu kez haberler. Son günlerde ramazanın gelişini fırsat bilen toptancıların yaptıkları zamlarla hurma fiyatlarının el yaktığı anlatılıyor. Kamera, her biri farklı fiyattan tepsi tepsi hurma gösteriyor. Buraya kadar iyi. Sonrası biraz tuhaf...

En pahalı hurma, bölündüğünde içinden Allah yazısı çıkan hurmaymış. Gelen geçene bu hurmalar soruluyor. Duydum ama görmedim diyenler, aah biz kim o hurmaları almak kim diye vah vahlananlar, hurma var hurma var diye bilmiş bilmiş başlarını sallayanlar...

Yaklaşık on beş dakika süren haberi sonuna kadar izlediysem de söz konusu hurmaların ne menem hurmalar olduğunu çözemedim.

Meyvelerin içlerine karamela yazısı gibi yazı mı konmuş, yoksa ayrıntısı verilmeyen bir mucize mi vuku bulmuş, bilemedim.

Bildiğim, bu hurma sevdasının da yeni olduğu.

Hurma denilen hafif pörsük meyve elbette çocukluğumda da vardı. Bulunca yerdik de. Ama orucu hurma ile açma kuralı bana sorarsanız son yılların modası.

Diğerlerini bilemeyeceğim ama bizim ailede oruç tutanlar bir yudum su içip oruçlarını açar, sonra da oturur yemeklerini yerdi. Yedikleri de bildiğimiz akşam yemeği...

Bu da değişmiş, anlaşılan.

NİNEMİN KEMİKLERİ SIZLIYOR MUDUR ACABA?

Bu kadarla kalsa iyi!..

Zenginlerin ramazan boyunca verdikleri iftar davetlerine ne demeli?

Müslüman olanı olmayanı hepsi birbiri ile yarışıyor gibi.

Haftalık magazin dergileri onların haberleri ile dolu: Filanca bilmem nerede verdiği iftar davetinde şu kadar konuğunu ağırlamış, falanca şıklığı ile göz kamaştırmış, kuş sütünün eksik olmadığı masalarda su sel gibi akmış ve gece boyunca Avrupa Birliği’ne girişimiz konuşulmuş.

Düğün öncesi düğün kadar gösterişli kına gecesi yapmak bir, ramazan boyu davetten davete koşmak iki. İkisi de zamane zenginlerinin yeni hobileri değil mi?

Anneannem -ki deli Çerkez’in önde gideniydi ve namazla niyazla pek ilişkisi yoktu- ramazan boyunca kapısını kapatan zenginleri kınardı.

Ona göre zenginlik demek, bir ay boyunca kapının herkese açık olması demekti. Her gün üç kap yemek pişmeli, isteyen selamsız sabahsız kapıdan girip karnını doyurabilmeliydi.

Yaşayıp bugünleri görse, tövbe yarabbi diyeceğinden eminim.

Davulcularla ilgili haberi okusa gözlerinden yaş gelene kadar güleceğinden de...

DAVULCULARMIZ DÜNYAYA AÇILACAK
Belki gözünüzden kaçmıştır.

Ben, kurdukları çadırların büyüklüğü ile böbürlenen ve hafiften rekabete tutuşan belediyelerimizden birinin dahiyane fikrini okuyunca ne yalan söyleyeyim, önce inanmadım. Yanlış, abartılı bir haber okuduğumu sandım. Değilmiş... Gerçekten de işgüzar belediyelerimizden biri, ramazan davulcularından perküsyon ustaları çıkarmaya ahdedip, ünlü müzisyen Okay Temiz ile anlaşmış. Kursa katılan davulculardan biri de verdiği ilk demeçte hedefinin Avrupa’ya açılmak olduğunu söylemiş.

Paris’te ramazan davulcusu... Olur mu olur.

Ayısı elinden alındıktan sonra davulunu ne yapacağını şaşıran vatandaş eğer usulünü öğrenir de tokmaktan hıncını çıkarmaz, bir de tıs tak çalmayı becerebilirse pekálá olur!

İyi bir köşe tutmaya görsün, önüne açtığı şapkaya birkaç euro atacak müşteri de bulur.

Ama ondan ricam önce bizim semte gelmesi.

Gelsin, bizim sokakta çalsın.

Elini bizim mahallede alıştırsın.

Bileti benden.

Yeter ki bizi, ramazanımızı zehir eden ve bayram sabahı kargalar uyanmadan kapıda belirip mahallenin ‘resmi davulcusunun’ kendi olduğunu söyleyen o dört zebaniden kurtarsın.

Dedim ya, bileti benden.

Ama tek yön: Dönüşü olmayan cinsinden.
Yazının Devamını Oku

İflah olmaz bir yazseverden kaçınılmaz yaza veda yazısı

1 Ekim 2005
‘Hayatta insanın hiçbir şeyi başarmaya çalışmadığı, bir şeyin peşinden koşmadığı, bir şeyden kaçmadığı, sadece yaşıyor olmanın insana yettiği ve hayatın ne kadar kırılgan olduğunu kavradığı boş anlar vardır. Dünyanın başka yerlerinde cinayetler, araba kazaları, idamlar, her çeşit korkunç eylem, görünmez kaza ve felaketler olmaktadır ama sen bir terasta oturmuş bir sineği kovalıyorsundur.’

Benim de durumum aynen bu...

Terasta oturmuş ne kadar kovalarsam kovalayayım dönüp aynı yere konan yapışkan sinekle boğuşuyorum. Karşımda göndere çekilmiş bayrağı ile yaşlı kale, her çarşamba açığa demirleyen dört direkli koca gemi, elimde pazar yerindeki aktarın bütün hastalıklara iyi geldiğini söylediği karışımdan yapılmış çay bardağı ve Jamal Mahjoub’un Cinlerle Yolculuk adlı romanı var.

Bir haftadır evdeyim.

Ne kadar görmezden gelirsem geleyim, geldiği belli sonbahar, benim gibi yaz meczubundan öcünü ağır bir griple almışa benziyor. İlk aksırığı ciddiye almadım. Yaz nezlesidir, geçer dedim. Tıpkı geçen gün bardaktan boşanırcasına yağan yağmura bakıp, ‘Yaz yağmurudur, geçer’ demem gibi. Oysa kırılgan eylül sonu güneşinin ikiye böldüğü rengiyle yarı gri yarı mavi denize bakmam bile yeterli: Buralara da hazan geldi.

Hazanla hüzünle işim olmaz diyen insanlara ne kadar imrendiğimi bilemezsiniz.

Düşen ilk yağmur damlasıyla canlanan, göçen kuşlara baktıkça coşan, yaprağın pekmezini, bulutun grisini, toprağın kokusunu seven insanlara. Onlar için yaz işkencedir. Yapışkan sıcaklarla terk etmek zorunda kaldıkları sokaklara dönmek için sabırsızlanır, kentin üzerine sinen uyuşukluktan nefret eder, yeniden yaratmaya yeniden yaşamaya başlamak için günlerin kısalmasını beklerler.

Bir de benim gibiler var. Havaya yağmur kokusu düşer düşmez içleri üşüyen, sırtları ürperenler... Kış kaçakları...

Yazı bu kadar çekiştirip uzatmamın da nedeni bu olsa gerek. Sanki yerimden kıpırdamaz, büyük şehrin hayhuyuna dalmazsam, meczubu olduğum mevsim geçmeyecek, bitmeyecek duygusu.

Oysa biliyorum, dönme zamanı geldi.

Ufak ufak toplanmaya da başlamıştım.

Ufak ufak, ‘Gidecek yer yok, yazacak insan kalmadı, birbirinin tıpkıbasım günler kabak tadı vermeye başladı, üstelik yeni vizyon filmler gösterime girmiş, palamut çingenelikten çıkmış, Deniz Palas’taki işler bienalin yüz akıymış, şemsiye kaybetmenin, çamur sıçratan arabalara sövmenin, yağmurda ıslanıp saçak altına sığınmanın, sigara dumanı sinmiş mekanlarda buharı tüten kahve içip yarenlik etmenin de tadı vardır’ diye kendimi hazırlıyordum ki... gribe yakalandım.

Ve galiba ilk kez hastalandığıma hayıflanmadım.

Sizi bilmem ama benim için hastalık demek, havale geçirmiyorsam eğer, yatağa kıvrılıp gözlerim sulanana kadar okumak demektir. Bu kez de öyle yaptım. Yaz boyu fırsat bulup da okuyamadığım bütün kitapları hatmettim, hepsi bitince de gelen gidenden okudukları kitapları getirmelerini istedim.

Dökümü yaz aylarının çok okunanlar listesi gibiydi. Hafta boyunca okuduğum kitapların listesini ayrı bir bölüm olarak yazdım.

SONBAHARCILAR İÇİN MİNİ BODRUM REHBERİ

Peki benden beklenen bu mu?

Elbette değil.

Beklenen; tadıp, tanıtmam.

Tamam yaz bitti, Bodrum sinek avlıyor ama ekim sonunda uzun bir bayram tatili var. Aklımı başıma devşirip şimdiye dek yazmadığım mekanlardan söz etmeli; tatili fırsat bilip yolunu buraya düşürecekler için kimseyi ilgilendirmeyen öznel bir okuma haritasından çok, pratik önerileri kapsayan bilgiler vermeliyim.

Ekim sonundan kasım ortasına dek buralarda sarı yaz hüküm sürer.

Akşamlar serindir ama gündüz saatleri yazı aratmaz.

Açık havada kahvaltı eder; ikinci kez açan begonvillerin, mor yaseminlerin altında güneşe meftun kertenkeleler gibi kıpırtısız durursunuz.

Öğle, deniz vaktidir. Kıpırtısız, sıcak bir deniz.

Akşamüstüne doğru güneş kırılır, serinlik çıkar. Şal saati.

Gün çekilirken ufku başka hiçbir mevsimde göremeyeceğiniz bir renk kaplar: Şarap rengi.

Ve gece... Ne istiyorsanız ona gebe.

İşte bu son dem, bu son arta kalan için birkaç adres:

Maça Kızı kış boyu açık. Ve Ayla orada olacakmış.

The Marmara Bodrum zaten her zaman güz aylarının gözdesi değil miydi?

Benim yeni göz ağrım ise yaz sonu usul açılışını yapan Kempinski.

Bir de nazire tadındaki Four Reasons.

Bu saydıklarım pahalı, bol yıldızlı olanlar.

Küçüklere gelince...

Onlar da pıtrak gibi. Merkezde yığınla, köylerde de bir o kadar.

Seçin beğenin alın.

Yeter ki sarı yazı burada yaşayın!

BODRUM’DA BU YAZ EN ÇOK OKUNANLAR LİSTESİ


Dört adet Şu Çılgın Türkler’le Turgut Özakman başı çekiyor.

Ardından son kitabı En Uzun Gece ile Ahmet Altan geliyor.

Don Brown’un İhanet Noktası, Glenn Maede’nin adını unuttuğum bir iki kitabı, son yılların gözdesi Maeve Binchy’den bir tane ve bu saçmalığı okuduğu için arkadaşlığımı kesmeyi bile düşündüğüm birinden gelen, Ferrari’sini Satan Bilge.

Bir iki tane de sıkı edebiyat okurundan gelen bir iki sıkı kitap. Yazının başında alıntı yaptığım Cinlerle Yolculuk da onlardan biri. Roza Hakmen’in nefis çevirisiyle YKY’den çıkmış. Sudanlı bir baba ile İngiliz bir anneden doğma Jamal Mahjoub’un sekiz yaşındaki oğlu ile Danimarka’dan başlayıp İspanya’ya yaptığı yolculuğu ve bu yolculukta ona eşlik eden geçmişin cinlerini anlattığı roman; toprağından sürülmüşlerin, köksüzlerin, aidiyet duygusunu yitirenlerin romanı. Birebir yaşam öyküsü mü bilemem ama yazarın hayatından izler taşıdığı belli. Ve çok iyi.

Murathan’ın 50 Parça’sı da öyle...

Sonra iki Kanadalı; Attwood ve Huston. İkinci okuma olarak Kör Suikastçı ve Dolce Agonia... İkisine de şapka çıkarmalı.

Bir de Marquez’in anıları: Anlatmak İçin Yaşamak. Yaşlı büyücü gene yapacağını yapmış, anılarını insanı serseme çeviren şiddeli bir dille yazmış.

Biraz daha devam edersem korkarım bu haftanın yazısı okuma günlüğüne dönüşecek. Ama yapabileceğim fazla bir şey yok. Hiçbir yere gitmeden, hiç kimseyi görmeden sade suya tirit çorba içip, kuşburnundan medet umduğum günlerin tortusu bu.
Yazının Devamını Oku

Güneş batmış, akşam olmuş, aldırmadık denize atladık, yağmurda yüzmenin keyfini yaşadık

10 Eylül 2005
<B>G</B>öcek koyları, Kos, Fethiye Hillside. <br><br>Koca yaz pinekledim durdum. <br><br>Yaptığım üç kısa yolculuk, saydığım bu üç yere. Göcek’ten bindiğimiz tekne ile koyları dolaşmamız beş gün, Hillside üç gün, Kos topu topu bir gün sürdü: Gittim, gördüm, döndüm.

Hillside önümüzdeki haftanın yazısı olsun. Biz Göcek’ten başlayalım.

İstanbul’dan arayıp Göcek’ten kalkacak ve allandıra pullandıra anlattıkları Feliçita ile yapılacak Mavi Yolculuğa davet ettiklerinde ikiletmeden katılacağımı söyledim. Ama şu güzelim yolculuğu keşke biraz daha geç bir tarihte yapsaydık diye de düşünmedim değil.

Hep öyle denk geldiği için mi bilmem, Mavi Yolculuk mevsimi benim için ya yaz başı ya sonudur.

Oysa teklif ağustos ortası için geçerli.

O günlerde de burası nasıl sıcak anlatamam. Cami hoparlörlerinden yaşlıların ve çocukların gerekmedikçe sokağa çıkmamaları anonsu yapılıyor. Herkes penceresini kapamış, klimasını açmış, sinek uçmuyor. Burnunu uzatanlara da kahraman gözüyle bakılıyor.

Burası böyle yanıp kavrulduğuna göre Göcek kimbilir nasıl diye düşünmemek elde değil. Gene de, dediğim gibi, mırın kırın etmedim. Zaten Talha ve Yonca cehenneme davet etseler giderim, o da başka.

Program yapıldı: Onlar İstanbul’dan Dalaman’a gelecek, ben buradan karayolu ile gideceğim.

Mus, düz yolda bile kaybolma becerime yüz kez tanıklık etmiş biri olduğu için olsa gerek, aynı güzergahı on kez yapmış olmama aldırmadı, kendince önlemini aldı: Şu saatte yola çıkarsanız yaklaşık bu saatte şurada olursunuz, orada bir kahve molası verir yola devam edersiniz, dört saat sonra da tekneye gelirsiniz diye uzaktan kumanda seyir haritası çizdi. Gel gör ki yolu şaşırıp Marmaris’e uğrayacağımı, durduk yerde havaalanına sapacağımı, mıcır kaygısıyla kaplumbağanın bile bizi sollayacağını bilemedi.

Zaten ne zaman evdeki hesap çarşıya uymuş ki? Bu da uymadı. Üç buçuk saatlik yol, git git bitmedi.

YAĞMUR BİZİ BOZMAZ BİZ İLLA Kİ YÜZERİZ

Göcek’e vardığımda dört kişilik küçük grubu çoktan kıçtaki minderlere serilmiş buldum. Mübaaya yapılmış, biralar açılmış... Gençler ertesi gün gelecekler.

Feliçita otuz metreye yakın güngörmüş bir gulet. On beş yıllık oturaklı, ahşap bir tekne. Mustafa Kaptan ve ekibi yani küçük Mustafa, Sezgin, Raşit; hepsi beyaz şort, laci tişörtlü, hepsi alesta.

Ertesi gün yeniden limana gireceğimiz için uzun yol almadık. İki burun sonraki koya, gecelemek için demir attık.

Şimdi hatırlamıyorum kim, biri, burnunu havaya dikip, yağmur yağacak dedi. Delirdiğine kanaat getirip, üstüne gitmedik. Demeye kalmadı, sağanak. Yirmi yıldan beri ağustosu güneyde geçiririm ve bir kez bile bu ayda yağmur yağdığını görmedim. Şaşırdık. Güneş batmış, akşam olmuş aldırmadık, denize atladık...

Yağmurda yüzmenin keyfini yaz ortasında yaşadık.

Hava, izleyen üç gün süresince serindi.

İlk durak, Köyceğiz.

Aslını söylemek gerekirse, gitmeden önceki tek kaygım hava sıcaklığı değildi. Koyların tıka basa olacağını, teknelerin koyun koyuna yatacağını, yanınıza yaklaşanların gürültüsünden sohbet koyultamayacağımızı, açılmadan sintine boşaltan sorumsuz kaptanlardan ötürü temiz koy bulunmayacağını düşünmüştüm.

Yaz boyu Göcek hakkında hep bu minval yazılar yazılmış, ülkenin bu canım koylarının da bilinçsiz denizciler, lakayt belediyeler, haris zenginler tarafından yağmalandığı anlatılmıştı.

Korkum biraz da bundandı.

Ne Köyceğiz’de ne ertesi gün gittiğimiz Dalyan’da; ne serin havayı fırsat bilip gezdiğimiz Kaunos’ta, ne de demir attığımız herhangi bir koyda benzer bir manzarayla karşılaşmadım.

Ekincik dışında.

EKİNCİK’TE İNŞAAT İZNİNİ KİM VERDİ?

Bilenler bilir: Ekincik, Göcek’in en sevimli yeridir.

Çam dallarının suya değdiği küçücük bir koy düşünün. Akdeniz o dallar altında ne ak ne mavi; koyu yeşildir. Orada demirlemek için erken kalkmak, erken varmak, yer kapmak gerekir. Zahmete değer çünkü bu dantel sahilde, Ekincik bir tanedir.

Kaunos gezisi düşündüğümüzden uzun sürdüğü, bir de Dalyan’da balık yumurtası peşine düşüldüğü için Ekincik’e gece geç saatte vardık. Farkına varmadık.

Ben sabahçıyım. Erken kalkanlardan. Diğerleri uyurken kahvemi içer, kitap okur günün ağarmasını, hayatın başlamasını beklerim. O sabah hepimiz, en uykucumuz bile erkenden dozer sesleriyle uyandık. Ekincik’te, doğal SİT alanı olduğunu bildiğimiz, gelip geçerken durup yüzerken, ‘İyi ki böyle en azından buraya dokunulmaz’ dediğimiz Ekincik’te, baktık hummalı bir inşaat sürmekte. Deniz kıyısında bir tesis mi, marina mı, hem tesis hem marina mı, artık adı her neyse iri boy bir meret yapılmakta. Üstelik de adı fena halde Honey Money’i hatırlatan My Marina.

İzni var mıdır? Varsa kimden almıştır? Doğal sit alanı olan Akbük’teki yağhanenin tadilatı sırasında çatısını üç santim yükseltti diye yıkım emri veren, Bitez’deki eski evinin penceresini biraz genişletti diye milyar liralık cezalar kesen Muğla’daki Anıtlar Yüksek Kurulu verdiyse bu ruhsatı nasıl vermiştir? Tek çivinin çakılmasının yasak olduğu inşaat mevsiminde dozerler nasıl olur da fütursuzca taş taşır ve neden fotoğraflarını çekmek isteyenlere sataşır? Anlayan varsa beri gelsin!

O beş günlük yolculuğun en sevimsiz anısı o inşaattı.

Gerisi, masal.

Evet, Feliçita tek kusuru c harfine takılmış kuyruğu ile kusursuz bir tekneydi. Kusursuz dediysem mükemmel değil. Ne de olsa yaşlanmış. Ama yine de güngörmüş asilzadeler gibi vakarlı, edalı.

Kuşkusuz bu sahillerde Feliçita’dan daha genç daha albenili başka tekneler var. Ama onu biricik kılan; Mustafa Kaptan.

PEKSİMET SALATASI YEDİNİZ Mİ HİÇ?

Yıllardır kah Gökova, kah Kekova Mavi Yolculuğa çıktım. Eş dost teknesinde sefa da sürdüm, gözü kapalı kiraladığımız kimilerinde cefa da çektim. Ama hiçbirinde Mustafa Kaptan gibi bir kaptanla karşılaşmadım. Şekerdiler, konukseverdiler; gözlerini ufka dikip susar, o suskunluklarıyla yedi denizin masalını anlatırlardı ama gene de Mustafa Kaptan başka.

Bodrumlu. Arkeoloji tutkunu. Taam avcısı. Agáh.

Ne istediğimizi, beklentilerimizi anında çözdü.

Ne haddinden fazla yakın ne haddinden fazla uzaktı.

Üşenmedi, yol yaptı, rüzgar yedi bizi, o yabanıl kıyılarda gezdirdi.

Ve hayatımızda yemediğimiz yerel yemekler yedirdi.

Loku pilavı, peksimet salatası, özel zeytinyağında marine edilmiş ahtapot, buharda beyaz akya.

Hangi birini anlatsam?

Döndüğümden beri eve gelen herkese tarifini verdiği loku pilavından yapıyor ve cuma pazarında sözünü ettiği satıcıdan aldığım peksimetlerle Mustafa Kaptan salatası yapıyorum. Beğenmeyen çıkmadı.

İçin rahat olsun kaptan! Öğrencin de fena değil anlaşılan.

Yolun açık, rüzgarın bol olsun!
Yazının Devamını Oku

İnsan neden resim yapar, neden yazar? Bence başka türlü yapamadığı için...

3 Eylül 2005
Daha giderken biliyordum. Ne sürme ne rimel. Belli akacak. Sıcak mı sıcak bir akşam. Ayın son günü. Oysa iki haftadan beri uyuşuk ağustos yerini mağrur eylüle bırakmış gibiydi. Felaket tellalları, biz aymazlar hiçbir şeyin farkına varmaz, bitmeyecek gibi vur patlasın çal oynasın son demleri yaşarken; rüzgarı koklamış, gözlerini kısıp kırılan ışığa bakmış, sineklerin sokmasını, deniz ısısını, mehtabı tanık tutup kötü haberi vermişlerdi: Boşuna ağustosun yarısı yaz yarısı kış denmemişti... Yaz bitmişti.

Hoş geldin hüzün!

Sonra felaket tellallarının bile beklemediği bir şey oldu. Tam da gerçekten bitti derken, ayların en muğlağı yapacağını yaptı: Ne kadar kavurucu olabileceğini unutmayalım diye olsa gerek, gelecek yıla kadar çekip gitmeden kalanlara yakıcı bir selam çaktı.

30 Ağustos yılın en sıcak gecesiydi.

Gün boyu şemsiye gölgesinde pinekleyip, akşam alacasında eve döndüm.

İçim, çekül.

Oysa bir an önce hazırlanıp çıkmam, saat sekizde Dedeman Oteli’nde olmam gerek.

Bugün Sitare Duragil’in, Situş’un yaş günü. Biliyorum, Hasan amca ve Banu onun bu sonu sıfırlı yaş gününe uzun süredir hazırlanıyorlar. Üzeri her yaşını gösteren fotoğraflarla kaplı davetiyeyi iki ay önce dağıttılar. Uzaktakilere, yakındakilere.

Steph, torunlar, Banu Londra’dan geldi. Kalan dostlar, her yandan.

Vakitli vakitsiz göçüp de bu davete icabet edemeyenlere gelince... Biliyorum ki onlar melek, onlar da gelecek.

Sürmeden rimelden geçmemin, yürekteki çekülün nedeni de bu zaten...

Gidenler, dönmeyenler... Eksiklikleri her an hissedilenler...

BARKOVİZYONDA BİR HAYATIN ÖZETİ

Sekizi biraz geçe gittiğimde hemen herkes oradaydı. Ankara’dan, İstanbul’dan gelenlerle birlikte 100-150 kişi kadar. Birbirini tanımayan yok gibi. Küçük öbekler oluşturmuş eski dostlar harıl harıl konuşuyor, hal hatır soruyor.

Situş el boyaması uzun bir kaftan giymiş. Gözleri çakmak çakmak, gelenleri karşılıyor.

Kokteyl bitip de masalara geçildiğinde ışıklar söndü, terasın bir ucuna yerleştirilmiş barkovizyondan önce siyah beyaz, sonra renkli fotoğraflar akmaya başladı.

Kalın kaşlı, şimşek bakışlı küçük bir kız çocuğu güzelliği dillere destan annesinin dizinde kameraya gülümsüyor.

Kardeşiyle kırlara vurmuş.

Kara önlük, beyaz yaka, ağır çanta. Fonda gri Ankara.

Lise bitmiş: Kepli vesikalık.

Karavel devri her genç kız gibi Situş’u da esir almış... Türk Tarih Coğrafya Fakültesi’nin merdivenlerinde uçuşan saçlarıyla fiyakalı bir pozu var.

İlk aşk... Amerika’dan geldiği ayağındaki mokasenden belli genç adamla dönemin ünlü bir gece kulübündeler. Bir kol önde, diğeri belde, parmak uçlarıyla tutuşmuşlar. Kalıbımı basarım Çaça yapıyorlar.

Düğün, gelinlik, pasta.

Pusette bir bebek. Banu gelmiş.

Sonra ikinci bebek. Ali de gelmiş.

Alt alta üst üste fotoğraflarından haşarı oldukları anlaşılan iki çocuk, gözleri misket bu genç kadını yormak şöyle dursun, daha da güzelleştirmiş.

Amerika’daki ilk evleri. Modern döşenmiş.

Londra’da bahçedeler.

Geziler, kutlamalar; çoğu bu gece burada olan kırk yıllık dostlarla çektirilen ilk fotoğraflar.

Çoluk çocuk Avrupa gezisine çıkılmış.

Altın renkli Mustang Mach 1’in direksiyonunda, rüzgarı arkasına almış.

Situş hep aynı Situş. Bütün fotoğraflarında hep o şimşek bakışlı içten gülüşlü güzel kadın.

Daha resimle ilgili bir kare yok. Demek eline fırça aldığı yıllara gelmedik henüz. Onun için biraz beklemeliyiz. Siyah beyaz fotoğraflarda gülümseyen aile önce azalıp dağlanmalı, sonra çoğalmalı. Resim yapmaya o felaketten sonra başlamıştı.

Banu’nun düğünü.

İşte torunlar da geldiler.

Hong Kong. Hasan Amca’nın peşi sıra gidilen uzak diyarlar.

Dünyayı turladıktan, üç kıtada yaşadıktan sonra Bodrum’u daimi adres kılmak için aldıkları evin bahçesinde bahçıvanlık yapıyor.

Elinde palet, şövalenin önünde.

Son bir kare daha... bitti. On dakika sürdü sürmedi.

Koca bir hayat gözümüzün önünden on dakikada geçti.

Yeniden ışıklar yandığında herkesin gözleri nemliydi. Onun hayatına bakarken biraz da kendi geçmişimize dalmıştık.

SİTARE O BÜYÜK ACIDAN SONRA RESME BAŞLIYOR

Onu tanıdığımda on beş yaşlarındaydım. Eğer gözünüzün önünde Situş gibi bir rol modeli varsa, hayranlık kaçınılmaz olur. Ben de yaşıtım birçok genç kız gibi ona hayrandım. Golf kulübünün en güzel kadınlarından biriydi. Uzun yıllar yaşadıkları Amerika’dan dönmüşler, neden bilmem, Ankara’ya yerleşmişlerdi. Birlikte yolculuklara çıktık. Yaz tatillerine, kış gezilerine. Çocuklara ders verdim. Ve ilk evimin bir odasını onun Amerika’dan getirdiği mobilyalarla döşedim. Başucu lambası hálá evde durur.

Ankara faslı bir süre sonra bitti. Yollar ayrıldı.

Duragiller önce Londra’ya, derken New York’a yerleşti.

Ve hayatları orada değişti.

Aile acıların en büyüğü ile sınandı.

Böyle büyük yangınlar sönmez. Söndürülemez. Kavrulan etin acısı dinmez.

İşte bu yangından sonra Situş resme başladı.

Önce usul usul. Sonra hummalı.

Bildiğinin yetmediğini düşündü, ders aldı. Günler geceler boyu şövalenin önünden kalkmadı.

İnsan neden resim yapar?

‘Neden yazar, neden besteler’ gibi, yanıtı her ressama, her yazara, her besteciye göre değişen bir soru bu.

Ama şurası kesin ki böyle zorlu uğraşlar ancak başka türlü yapamayan insanların harcıdır.

Situş’un neden resim yapmayı seçtiğini bilmiyorum. Bildiğim, ilk resimlerin Ali’nin portreleri olduğu.

Sanki zaman, o güzel yüzü, o hınzır gülüşü belleğin kuytusuna atmasın, ezbere bildiği hatları bulanıklaştırmasın istemiş. Hep aynı yüzü defalarca resmetmiş.

Sonra elbette başka resimler de yaptı.

Ve o derin kırılma, kentsoylu hoş bir kadından yetenekli bir ressam çıkardı.

İyi ki varsın Situş.

Doğum günün kutlu olsun.
Yazının Devamını Oku

Adını her koşulda tarihe kazıması mı gerekiyor yoksa sıradan biri gibi huzurlu yaşaması mı?

27 Ağustos 2005
Kocadon’da Ömer’in gelmesini bekliyorum. Kocadon, Bodrum’un hiç kuşkusuz en seçkin lokantalarından biri. Marina’ya giden kalabalık cadde üzerinde, şehrin uğultusunun hemen hiç dinmediği bir semtte yer almasına karşın kayrak döşeli içerlek avlu her zaman sessiz, sakindir.

İri yapraklı bitkilerin çevrelediği avluda ölgün mum ışıklarının aydınlattığı beyaz örtülü masalar durur. Hava ne kadar sıcak olursa olsun, güneş ışığını engelleyen dev ağaç dallarından mı, yoksa gün boyu sürekli yıkanan taşlardan mı bilinmez, içeri adım attığınız anda yüzünüze tatlı bir serinlik vurur. Yemekleri güzel, servisi özenlidir. Mönünün demirbaşları değişmez: Enginarlı salata, kalamar ızgara, biberli biftek, tavada karides gibi klasikler en titiz müşterinin bile itiraz edemeyeceği kıvamdadır.

Müşterileri de biraz kendine benzer. Marina’ya yatlarını bağlamış zengin turistler, Bodrum merkezde evleri olan ve yemek yemek denince, yemek yemeyi anlayan güngörmüşler, yurtdışından gelen konuklarını ağırlayanlar, içkilerini yudumlarken sohbet etmeyi sevenler, yıldönümlerini kutlayan çiftler...

ÖMER’İN KOCADON’U BİLMEMESİ NORMAL TABİİ

Düzgün, sakin, tutarlı... Ve bütün düzgün, sakin, tutarlı yerler gibi yeknesak.

Kocadon’un müdavimlerini tahmin edilebileceği gibi gençler oluşturmaz. Onlar, hele hele Bodrum’u mesken tutanları, genellikle konuşmaktansa eğelenmeyi, yemektense içmeyi yeğler; Kocadon’a gitmezler.

Nitekim telefonda Ömer’e üç kez nerede buluşacağımızı söylemem ve sağını solunu şaşıran sakar cümleler kurarak adresi tarif etmem gerekti.

‘Neresi, neresi?’ diye sorup durdu. Belli ki buraya hiç gelmemiş, gelmişse de bir kez daha dönmeye niyeti olmadığından adını bellememiş... Açıklamalarımı izleyen muğlak ‘Hıı, hıı’larından çıkardığım bu.

Bense yaz başından beri, ama şu ama bu nedenle Kocadon’u mesken tutmuş gibiyim... Eti ile Yenal geldi, doğru Kocadon’a. Yaş günü kutlanacak, Kocadon’a. Andrea burada, nereye gidelim? Elbette Kocadon’a.

Zaten Ömer’i aramamın ve bana doğru dürüst bir Bodrum gecesi yaşatmasını istememin nedeni de bu: Kendimi orta yaş rehavetine kapılmış hissetmem.

Biliyorum, Ömer’le çıkmak biraz da kromozom yenilemek olacak.

Teklifimi ikiletmedi.

Onu tanıdığımda on üç yaşındaydı. Şimdi içini çekerek otuz üçünde olduğunu söylediğine göre, demek yirmi yıl olmuş.

Dile kolay, yirmi yıl.

Bu yirmi yıl içinde, onun al yanaklı çocuktan çatlak sesli yeni yetmeye, yakışıklı fırlamadan oturaklı genç adama dönüşmesini izledim.

Görüşemediğimiz zamanlarda bile nerededir, ne yapar, ne ile uğraşır; bildim.

İlk gün, koltuğunun altına sıkıştırdığı Nokta dergisi ile o zaman oturduğum evin merdivenlerinden indiğinde uzun soluklu bir yolculuğa çıktığımızı ben de bilmiyordum.

Fırtınalı günlerdi. Kimin nereye savrulacağı belli değildi.

Fırtına dindiğinde ise gidenler gitmiş, Ömer kalmıştı.

YILDIZLARA BAKIP AŞKI DÜŞÜNEN ÇOCUK

Önceleri suskundu. Çok anlatmaz, dört kulak dinler, durmasına öğrenmeye hevesli durur ama bildiğini okurdu.

Olması gerektiği gibi...

Beni sınayıp, sanırım sadece kendinin bildiği güvenlik taramasından geçirdikten sonra ansızın anlatmaya başladı. Ama ne anlatı! Acılar, savrulmalar, ihanete uğramalar... Bütün yaşıtları gibi önemsediği insanlar nezdinde ciddiye alınmak için sarsıntılarını deprem diye sunduğu dönemler... Caddedeki olaylar, kuzeniyle atışması, bilmem ne hocasının duyarsızlığı, annesinin anlayışsızlığı, babasının vurdumduymazlığı ve sonu gelmez hayaller, hayaller, hayaller...

Lise bitip de Güzel Sanatlar Fotoğraf Bölümü’nü kazandığı gün paldır küldür merdivenlerden inişi dün gibi aklımda. Fındıklı’da okumak, birbirine ‘usta’ diye seslenmenin önemi, Ara Güler’den ilham bir Leica sahibi olmanın elzemliği, kurgulanmış fotoğraflar mı yoksa hayatın nabzını tutmak mı gerektiği üzerine uzun bir söylev çekmiş ve mutlu haberi diğerlerine ulaştırmak için geldiği gibi gitmişti: Alı al moru mor.

Aklımdan çıkmayan bir diğer anı da Toscana’dan.

O yaz üç aile, Floransa yakınlarındaki Malmantile’de yığınla yatak odası, geniş verandası, zeytin ağaçlarının gölgesine kurulmuş şişme havuzu bulunan bir ev kiralamaya karar vermiştik. Fotoğrafına bakıp seçtiğimiz, kirasını bölüşeceğimiz için pahalı olmadığına kanaat getirip ödediğimiz her kuruşun bedelini sonuna kadar çıkartmaya niyetlendiğimiz evde Ömer, odasını kendinden hayli küçük iki gençle paylaşıyordu: Biri Heavy Metal tutkunu toraman, diğeri piyanonun başından kalkmayan, ileride virtüöz olacağına kesin gözüyle bakılan Clement.

Sıkıldığı her halinden belliydi. Araya sıkışmıştı. Sabahları çocuklarla yüzüyor yetişkinlerin otların adını tek tek sayarak yaptığı uzun yürüyüşlere katılmıyor, öğle yemeklerinde ise masanın meyve suyu içilen yerinden uzak durup şarap içilen kısmına yanaşıyordu. Akşamüzeri, bölge keşif gezilerine çıktığımızda herkesin önüne geçiyor; bitmek bilmeyen merakı ile gördüğü her kulenin, geçtiği her meydanın, Uffizi’de ki her ressamın adını soruyordu. Akşam el ayak çekilip de herkes uykuya daldığında ise uyumuyor, bahçenin ıssız bir köşesinde saatlerce yıldızlara bakıyordu.

Bir gün, ona gece boyu ne düşündüğünü sordum. Aşkı dedi. Aşk mevsiminden geçen bir yaştaysanız, yıldızlara baktığınızda başka şey düşünmezsiniz... Şaşırmadım. Ama ondan sonraki sorusunun yanıtını bu gün bile verebilmiş değilim.

Rönesans ustalarının artık ezbere bildiği hayatlarından edindiğini sandığım kaygıyla ‘Figen Abla,’ demişti. ‘İnsanın adını her koşulda tarihe kazıması mı gerekiyor, yoksa sıradan biri gibi huzurlu yaşaması mı?’

Sonraki yıllarda cevabı kendi verdi: Mutlu ve kendiyle barışık yaşamayı seçti.

MERAK, TUTKU VE HEVES ADAMI GENÇLEŞTİRMİYOR

O gece gözüm kapıda Ömer’i bekledim. Sözleştiğimiz gibi gece yarısına ramak kala geldi.

İnsan birini görünce gözü kamaşır mı? Kamaşır. İçi kabarır mı? Kabarır.

Kamaşmış gözüm, kabarmış içimle beni nereye götüreceğini sordum. Malum kromozom yenileyecek, gençliğin gittiği yerlere gidecek, iz süreceğim.

Uzun uzun düşündü. Hadi şuraya gidiyoruz demesini beklerken, ‘Biliyorsun, ben pek çıkmıyorum’ dedi. ‘Bütün günü Sarnıç’ta sörf yaparak, yüzerek, okuyarak geçiriyorum, akşamları eve ya da birkaç arkadaşla bir şeyler yemeğe gidiyorum’ diye açıklamaya girişti.

‘Olmaz,’ dedim. ‘Unutma bu geceki görevin beni kaybettiklerimle buluşturmak: Merakla, tutkuyla, hevesle, anlamsız sorular ve bir o kadar da anlamsız cevaplarla, bitmek bilmez endişeler ve deliksiz uykularla, soru işaretli, ünlemli cümlelerle kısaca gençlikle buluşturmak.’

Gençlik kolay da, gençliğin zor der gibi baktı. Aldırmadım.

Arabaya binip, Mavi’ye Kangroove’u dinlemeye gittik. Yirmi beş yıl önce aynı mekanda Grup Gündoğarken’i izlemeye gider, İlhan Şeşen olması kuvvetle muhtemel soliste tezahürat yapardık.

Sahnede sıkı bir rock grubu. Gencecik, sarışın, yakası yamuk tişörtü, diz altında biten asker yeşili pantolonuyla sevimli bir adam şarkı söylüyor. Bilmediklerim, belli kendi besteleri, eşlik ettiklerim cover’lar. Bizim yıllar...

Üç votkadan, çevredeki masalarda sakin sakin rock dinleyen gençlere kulak kabarttıktan, niye yerlerinden fırlamadıklarına, niye avaz avaz bağırmadıklarına bir türlü anlam veremedikten sonra yoruldum. Ömer’e dönüp, kalkalım dedim.

Merakmış, tutkuymuş, hevesmiş... İnsan nereye giderse gitsin olmuyor... Çevre değişiyor, müzik değişiyor, içtiğin, yediğin, gördüğün değişiyor ama küfedekiler değişmiyor.

Ömer’in varlığı bile kromozom yenilemiyor.
Yazının Devamını Oku

Fadıl’ın kızı ve diğer binlercesi okumak istiyor

20 Ağustos 2005
Gazete sayfalarında boy boy ilanlar... <br><br>Sezen; bizim Sezen’imiz, yani içimiz, sesimiz, şarkımız, ağıdımız üç güzeller güzeli kardelenle birlikte uzağa bakıyor. Gözleri mi buğulu, yoksa bana mı öyle geliyor; bilmiyorum... ‘Bütün çocuklar eşit doğar ama yaşam kimine daha iyi davranır, daha çok şans tanır; eşitlik bozulur’ diye başlayan, elini taşın altına koymak gerektiğini söyledikten sonra, ‘Büyük dönüşümler, hayata vicdan gözüyle bakan insanların gücüyle gerçekleşir’ diyen küçük bir metin yazmış.

Bildiğim, Kardelenler projesinin son yıllarda içimi titreten en önemli girişim olduğu ve Sezen’in bütün duyarlığı ile bu projeye destek verdiği.


Kardelenler, yani ‘Çağdaş Türkiye’nin Çağdaş Kızları’ projesinin tohumu bundan sekiz yıl önce hayata vicdan gözüyle bakan başka bir kadının, Türkan Saylan’ın telefonunun çalmasıyla atılmış. Uzaktan, çook uzaktan, Siirt’in Pervari ilçesinden gelen bir telefon. Arayan, hocanın kurucusu olduğu Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin maddi olanaklarının yetersizliğinden dolayı okula gidemeyen çocuklara burs sağladığını duyan ilçe kaymakamı Resul Kır.

Kaymakam, hocaya ilçesinde ilköğretimi tamamlayan 17 kız öğrenci bulunduğunu, burs bulunması durumunda bu kızların eğitimlerine devam edebileceklerini, o zaman da bunun ilçe tarihinde bir ilk olacağını anlatmış.

Türkan Hoca kolları sıvamış; yurtdışındaki derneklerle temasa geçmiş, onay almakla kalmayıp, projeyi kırsal alanda her ilçeden okuma azmi olup da parası olmayan yirmi kız olarak geliştirmiş.

O kızlar okumuşlar; ebe, hemşire, öğretmen olmuşlar. Kendilerine yapılan yatırımı boşa çıkartmak şöyle dursun, öğrendiklerini öğretmiş, çevrelerine yansıtmış, diğer kızlar için örnek oluşturmuşlar.

Bu başarı Türkan Hoca ve arkadaşlarına yeni bir düş kurdurtmuş:

300 burslu kız sayısı neden 5 bin olmasın?

BİR RÜYANIN ADIM ADIM GERÇEK OLUŞU

Düşlerin gerçeğe dönüşmesi biraz da mucizelere bağlıdır ya, işte tam bu sırada bir mucize olmuş ve o günlerde giderek büyüyen bir şirket -Turkcell- aboneleri arasında yaptığı anket sonucu eğitim alanına yatırım yapma kararı almış. Sonra devreye hayata vicdan gözüyle bakan başka bir kadın, Necla Zarakol girmiş; halkla ilişkilerini yürüttüğü Turkcell ile, gönüllü olarak çalıştığı Çağdaş Yaşamı Geliştirme Derneği’ni bir araya getirmiş.

Sonrası çorap söküğü gibi gelmiş.

Ayşe Kulin projenin yaygınlaşması için kitap yazmayı kabul etmiş. Fotoğraf sanatçısı Manuel Çıtak ile yollara düşüp kızların yaşadığı bölgelere gitmiş, evlerini ziyaret etmiş, akrabaları ile konuşmuş, yaşadıkları zor koşullara rağmen kırılmayan azimlerini, inançlarını, öğrenme heveslerini görmüş ve ortaya hepsi birbirinden güzel, hepsi birbirinden çiçek Tahide’lerin, Hacer’lerin, Pembegül’lerin öykülerinin anlatıldığı Kardelenler kitabı çıkmış.

Sonra, günlerden bir gün Turkcell kurumsal tanıtım bölümünün telefonlarından biri çalmış. Arayan, Sezen Aksu! Bütün alçakgönüllülüğü ile projeye destek olmak istediğini söyleyip bunun için neler yapabileceğini sormuş.

Sezen bu. Neler yapmaz ki?

Yapmış da.

Önce bir beste. Dinlediğinizde boğazınıza düğümlenen, her çiçeğin kar altından güneşe giden masalını anlattığı ‘Aç Kardelen Aç.’ ‘Dağın olayım / Suyun olayım / Göğün olayım, aç!’ diye haykırdığı nefis bir şarkı.

Sonra Türkiye’nin 17 ayrı noktasında verilecek 21 konser.

Mardin ve civarında 50 derece sıcak altında çekilen klip.

Türkiye genelindeki Turkcell noktalarında ve müzik marketlerinde satışa sunulan, elbette bütün gelirin Kardelenlere gideceği CD ve kaset...

Ve hepsinden önemlisi, Sezen’in, bu küçük dev kadının bizatihi kendi. Bunca yıldır inandırıcılığını bir an olsun kaybetmeyen çelebiliği, ortaya sermekten hiç hoşlanmasa da hepimizin bildiği yardımseverliği, paylaşımcı yanı, vefası, sahiciliği....

Böyle peşinden yığınları sürükleme becerisi olan bir kadın, inanıyorum ki verdiği destekle bundan yıllar önce idealist birkaç kişinin kurduğu düşü Türkiye’nin düşü haline getirebilir ve güçlü bir sivil toplum örgütü ile duyarlı bir firmanın bu günlere taşıdığı projeye ivme kazandırıp genele yayabilir.

Neden Kardelenler ortak sorunumuz, sorumluluğumuz olmasın?

BİR KARDELEN’İN YILLIK EĞİTİM MASRAFI 260 YTL

Neden 5 bin sayısı artarak katlanmasın?

Neden gelecek olarak kendilerine yalnızca bakamayacakları kadar çocuk doğurmak, koca, töre zulmü altında ezilmek, berdel gitmek, kuma verilmek korkusu biçilmiş kızlar; daha mutlu, daha uygar, daha çağdaş bir hayatın düşünü kuramasın?

Neden kuru dallar bahara durmasın?

Neden olmasın?

Biliyor musunuz, bir Kardelen’in yıllık öğrenim gideri sadece 260 YTL (260 milyon) gibi cüzi bir para. Elbette bu binlerle çarpıldığında ortaya ciddi bir rakam çıkıyor. Ama söyler misiniz, 260 YTL nedir? Elini vicdanına koyan herkes bu tutarın çocuğuna aldığı oyuncaktan, lokantada yediği yemekten, barda devirdiği birkaç tekten daha az olduğunu bilir.

Peki 7272’ye boş mesaj çekmek, Sezen’in kasedini edinmek, Ayşe Kulin’in kitabını almak, ya da İş Bankası Kuledibi 727270 numaralı hesaba bir miktar para yatırmak çok mu zor bir iştir?

Çorbada bir tutam bile olsa tuzu olduğunu bilmek insana iyi gelmez mi?

Elbette hiçbirimiz ardımızdan yüz binleri sürükleyebilecek Sezen değiliz. O bir tane.

Hiçbirimizde ağır tedavisinin hemen ardından Harbiye Açık Hava Tiyatrosu’ndaki ilk konsere yetişen Türkan Hoca’nın idealist ruhu yok belki. O da bir tane.

Ama biz de güçlüyüz. Gücümüz, kalabalık olmamız. Elimizi taşın altına koymaya görelim; değil o taşı, kayaları bile yerinden oynatırız.

ÇOLUĞUNU ÇOCUĞUNU KAPAN GELMİŞ

Zarakol Halkla İlişkiler’den arayıp İstanbul’daki konsere davet ettiklerinde içim cız etti. İstanbul dışındaydım ama mazeretim o değildi. Gitmesine ilk uçağa atlar giderdim de denizin ortasında bir yerdeydim. Özür diledim.

İkinci telefon, Turkcell’den geldi. Bodrum Açık Hava’daki konsere çağırıyorlardı. Önce buluşup yemek yedik. Onlardan Kardelenler’in öyküsünü bir kez daha dinledim. Sonra kalkıp konsere gittik.

Sıcak, bunaltıcı bir gece. Antik Tiyatro’nun gün boyu kızgın güneş altında kavrulan taşları yanıyor. Tiyatroda adım atacak yer yok. Son sıraya kadar tıklım tıklım... Merdivenlere oturanlar, ellerindeki yelpazelerle serinlemeye çalışanlar, satın aldıkları suları başlarından boşaltanlar. Tek bir sızlanma duyulmuyor. Herkes huşu içerisinde konserin başlamasını bekliyor.

Derken ışıklar söndü. Sessizlik. Sezen’in sahneye adım atmasıyla birlikte nefesler tutuldu ve iki saatlik ayin başladı.

O iki saat boyunca, ağladık, güldük, hep bir ağızdan şarkılar söyledik.

Sonra bitti.

Dışarı çıktığımda baktım, dışarısı da bir o kadar kalabalık. Konserden çıkanların oluşturduğu kalabalık değil sözünü ettiğim. Sanki çoluğunu çocuğunu kapan herkes tiyatronun çevresine gelmiş, göremedikleri Sezen’lerini uzaktan dinlemiş.

Sonra kalabalıktan biri, Van’dan gelip sıla özlemi çektiğini bildiğim Fadıl yanıma yanaştı.

‘Ne o,’ dedim, ‘sen de mi buradasın?’ Gülümsedi.

‘Beğendin mi’ diye sordum. ‘He’ dedi.

‘Peki,’ dedim, ‘bu konserin kimler için yapıldığını biliyor musun?’

Başını önüne eğdi, içi titreyerek ‘Kızım için’ dedi.

O gece sabaha kadar gözüme uyku girmedi...
Yazının Devamını Oku