Figen Batur

Sos Fransız’ın, sebze Türk’ün lokma Çinli’nin baş tacıdır

16 Haziran 2007
Yurdumun Yenilebilir Otları güzel hazırlanmış, özenli ve gerekli bir kitap. Ama benim anlatmak istediğim sadece bu değil.

Anlatmak istediğim bu kitabın adının verdiği ilhamla yola çıkan Konyalı Lokantası.

Elimde Mutfak Dostları Derneği’nin 2003 yılında yayımladığı bir kitap var: Yurdumun Yenilebilir Otları.

Kuşe kağıda basılmış, içinde yer alan doksan dört adet otu her yönüyle tanıtan nefis bir kitap.

Otun tanıtılması mı olur, demeyin.

Olur. Hem de nasıl olur.

Bir kere dağda tarlada yaşamayan, dolayısıyla otu gözünden tanımayan benim gibiler için nefis çizimler var, bu bir.

Her kuşun eti yenmediği gibi her otun da yenilmeyeceği, dolayısıyla karşılaşıldığında toplanması mı tez elden uzaklaşılması mı gerektiğini anlatan açıklamalar var, bu iki.

Nivik gibi, Sirmo gibi adını ilk kez duyduğum otlarla yapılan yemek tarifleri var, bu üç.

Otların sağaltıcı etkileri ve nerede nasıl kullanılmaları gerektiği gibi temel bilgiler var, bu dört.

Doksan dört otun hepsinin İngilizce, Fransızca, Almanca ve Latince karşılıkları var, bu da beş.

İngilizce Almanca Fransızca iyi de Latince nereden çıktı diyenlere bir anı:

Yıllar önce Münevver Andaç Paris’teki küçük evinde Yaşar Kemal’in her biri tuğla kalınlığındaki kitaplarını çevirmeye uğraşırken bazen durur, gene otlar! gene otlar! diye bağırmaya başlardı. Sular seller gibi Fransızcası Toros dağlarının otları karşısında tıkanır, elini hangi sözlüğe atsa karşılığını bulamaz, kime sorsa yanıt alamaz, kestirip atmaya da gönlü elvermediğinden küçük odasını arşınlamaya başlardı..

Dul avrat otunun, Arctium Tomentosum Mili olduğu bilgisine ulaşabilse Bardane tomanteuse’ü şıp diye çıkaracağı, hiçbir şeyden çekmedim şu Yaşar’ın otlarından çektiğim kadar diye hayıflanmayacağı kesindi.

Hadi bu çevirmenlerin derdi diyelim.

Bir de bizi ilgilendiren dertler var .

Bilmem sizin de başınıza geldi mi?

Yabancı bir kaynaktan, et, börek, sebze, artık her neyse, ilginç bulduğunuz bir tarif okumaya, hatta yapmaya başlarsınız.

Şundan şu kadar, bundan bu kadar. İyi.

Az buçuk kavrulacak, bir taşım kaynatılacak. O da iyi.

Buraya kadarı zaten yemek pişirmenin abecesidir.

Sonra sıra işin püf noktasına gelir: Dil çatallaşır çimdikler , tutamlar devreye girer.

Çimdik hadi neyse de tutam faslı önemlidir.

Eğer aşa eklenecek, üste serpilecek tutam tanıdık bir tutamsa sorun yoktur.

Değilse, ya boşa kürek çekildi ya yeni bir tarif yaratıldı demektir ki insanın başına genellikle birincisi gelir.

Demem o ki Yurdumun Yenilebilir Otları güzel hazırlanmış, özenli ve gerekli bir kitap.

Ama benim anlatmak istediğim sadece bu değil.

Anlatmak istediğim bu kitabın adının verdiği ilhamla yola çıkan Konyalı Lokantası.

VİŞNELİ YALANCI DOLMA

Geçen hafta Kanyon’daki Konyalı’da küçük bir grup davetliye verilen bir akşam yemeği vardı: Hem Konyalı’nın 110. kuruluş yıldönümünü kutlamak hem bu yaz mönülerine kattıkları ot yemeklerini tanıtmak için verilen, beni de davet etmek nezaketinde bulundukları bir davet.

Yirmi kişi kadardık.

Önce bar kısmında toplandık.

Hoş beş.

Sonra Aydın Usta’nın o gece için özene bezene hazırladığı yemekleri tatmak için ortasına beyaz liliumlar yerleştirilmiş ferah masamıza geçtik.

Aydın Usta yanımıza gelerek o gecenin mönüsü için kimi beş yüz yıllık, kimi daha yeni, ama hepsi leziz, hepsi bizden tariflerden yola çıktığını; günümüzde bulunmayan malzemelerin yerine, yakışacağını düşündüğü başka malzemeler kullandığını, Stefanos Yerasimos’un Topkapı Sarayı arşivini inceleyerek yazdığı Osmanlı Mutfağı kitabından çok ama çok yararlandığını anlattıktan sonra önümüze birinci yemek olarak Vişneli Yalancı Dolma tabaklarını bıraktı.

Yalancı Dolmaya- diğer adını da bilenler bilir- can eriğinin yakıştığını, eriğin ekşisinin dolmanın şekerini dengelediğini, çok pişmesi, yağına değmesi gereken ve taze yaprağın çıktığı yaz aylarında pişirilen nefis bir yemek olduğunu bilirdim de hoşafına, ekmeğine, reçeline bayıldığım vişnenin ona bu kadar yakışacağını bilmezdim.

Ardından Buğdaylı Balık çorbası geldi.

Koyu, mayhoş, meyaneli.

Buğday bildiğimiz aşurelik buğday. Balık lop etli beyaz bir balık.

Tarifini almadım ama yapabilirim sanırım.

Bu iki yemeğe Sevilen Premium Chardonnay 2005 eşlik etti. Nefisti.

Sonra sıra Yurdumun Otları ile kotarılan yemeklere geldi: Doğruya doğru bu yediklerimizin ot denince yediklerimizle ilgisi yok. Malum bizde ot deyince akla, haşlandıktan sonra üzerine limon ve sızma zeytinyağı gezdirilip biraz da sarmısak eklendikten sonra servis yapılan, arada sırada da yoğurt katılan salatamsılar gelir. Sirken Otlu Piruhi, Hodan Kavurması ve Etli Ebegümeci ise gerçek birer yemekti.

Ardından terbiyeli rezene kökü yedik ve artık pek az kavda bulunan ama Konyalı’nın şarap listesinde hala makul bir fiyata var olan Doluca Özel Kav 2000 içtik.

Terkib-i-çeşidiyye’yi nasıl anlatsam?

Ağır ateşte pişmiş, fındık badem gibi kuruyemişlerle hal hamur, balla tatlandırılmış bir kuzu yemeği. Tarif Osmanlı ama lezzet dünyalı. Uluslararası yarışmalara katılabilir, ödüller alabilir, gözü kapalı yiyenlerin menşeini kolayca çıkaramayacağı ama bir kez yiyenlerin kolay kolay unutmayacağı bir lezzet.

Bu Terkibin yanında Türkiye’de zamanında saklanabilir şaraplar da üretilirmiş meğer dediğimiz 1970 Kavaklıdere Kırmızı içtik. Şişe komik, etiket nostaljik, mantar kısa ama tat harika!

Son olarak Çinliler gibi yufkalı pilavlarımızı yiyip; yanında benim Arnavutköy demeyi yeğlediğim, milletin Osmanlı dediği, kokulu çilekten mamul kompostumuzu içtik.

PİLAVI YEMEMEK OLMAZ

Hani dünyanın üç büyük mutfağından biri Fransız biri Türk diğeri Çin’dir lafı ve sos Fransız’ın, sebze Türk’ün, lokma Çinli’nin baş tacıdır klişesi vardır ya; ne zaman bu klişeyi duysam ve ne zaman hangisi daha üstündür sorusuyla karşılaşsam güler geçerim.

Çünkü hepsinin yerinin ayrı, hepsinin kendine özel, hepsinin iyi yapıldığında mükemmel olduğunu bilirim.

Ama sofra adabı denince iş değişir.

Bizde, eskiden olduğu gibi hazım için son yemek olarak pilav sunuluyorsa yememek olmaz.

Sofra adabımızda tabakta lokma bırakılmaz.

Çin’de ise tam tersi.

Pekin’de, nereden nereye, yüksek bir bürokratın evine hasbelkader akşam yemeğine davet edildiğimde kulağımı bükmüşlerdi: Aman demişlerdi, birbiri ardına onlarca yemek gelecek, doysan da çatlasan da, gelen her şeyi son lokmasına kadar ye. Ama son tabak olarak gelen pilava sakın ola dokunma! Ona bir kaşık atmak demek, sunduğumuz bunca yemeğe karşın doymadığını söylemek demek.

O gece bizim masada bir Çinli olsa muhtemelen yufkalı pilava elini bile sürmeyecek; hep bir ağızdan, ama olmaz ki tatmadan da bırakılmaz ki nidalarımızı görmezden gelecekti.

Sonra da her birimize diş kirası olarak verilen paketlere bakacak; bu kadar leziz yemekler yedikten bu kadar güzel ağırlandıktan sonra niye hediye ile ödüllendirildiğimizi anlamadan ülkesine dönecekti.

Ama eminim, Aydın Demir’in ve Konyalı’nın adını dili döndüğünce herkese tavsiye edecekti.
Yazının Devamını Oku

New York Şair şaka demiş, ben vaha derim

9 Haziran 2007
Havaalanından çıkmamızla yüzümüze testere gibi bir rüzgar yiyoruz. Ne şimdi bu? Karanlık, kasvetli, buz gibi bir hava. Tamam, gitmeden buralardan bir şeyler isterler mi bahanesiyle arayıp hava durumunu sorduğum arkadaşlar, hayli serin bir mayıs geçtiğini söylemişlerdi ama kimse kara kıştan söz etmemişti. Çantalardaki kazakları, atkıları çıkartıp bizi otele götürecek minibüse koşturuyoruz. Madison’la 45 köşesinde bir otelde konaklayacağız. Hatırladığım kadarıyla şehrin göbeğinde bir adres bu. Bu da demek ki otelin yeri iyi. Ertesi akşam THY’nin bizler için verdiği akşam yemeği var: Rockefeller binasının tepesinde, Cipriani tarafından işletilen Rainbow lokantasına gideceğiz. Bir de Teoman, Brooklyn Lager’cilerle bir randevu ayarlamış. Önce fabrikayı gezecek, sonra ünlü et lokantası Peter Luger’de öğle yemeği yiyeceğiz. Zorunlu hareketler bu kadar.

Sonrası serbest zaman! Bu da dört gün, New York’u istediğimiz gibi gezebileceğiz demek oluyor ki ha-ri-ka!

Herkes kendine göre program yapıyor.

Aramızdaki yemek düşkünleri ellerinde Zagat’ın 2007 rehberi, gidecekleri lokantaları işaretliyor: Kulak kabartıyor, ertesi öğlen için seçtikleri Union Square Cafe seferine katılacağımı söylüyorum.

Müze severler broşürleri inceliyor: Metropolitan’daki Venedik sergisini İtalya’da bir benzerini gördüm bahanesiyle es geçiyorum.

Çoluk çocuğa alışveriş yapacaklar birbirlerine New York dışındaki ucuz alışveriş adreslerini veriyor: İçimden iki saat git iki dön, anlattıkları gibi dev bir mahalle ise gidilen, tüm gün de zaten orada geçer, değil çoluk çocuk, torun torba olsa bir günümü oralarda ziyan edemem diye geçiriyor ama bir şey söylemiyorum.

Zaten ne yapacağım da belli: Yirmi altı yıldır New York’u mesken tutan Ömer ile Vivet’i arayacak ve onlar beni nereye götürürlerse gık demeden peşlerine takılacağım.

Öyle de yapıyorum.

Otel tahmin ettiğim gibi şehrin göbeğinde, ama son yirmi yıldır tadilat görmemiş, yol geçen hanı gibi asık suratlı bakımsız bir otel. Uzun kalınacak olsa dakika durulmaz, başka bir yer ayarlanır ama şunun şurası dört gün. O da yatmadan yatmaya.

NEREDE ŞIK MEKANLAR

Odaya bavulları atmamla şehrin uğultulu sokaklarına fırlamam bir oluyor.

İstanbul-New York arası mekik dokuyanların tavsiyelerine kulak vermem gerek: Ertesi sabah sersem olmamak için ne yapılacak ne edilecek gece on bire kadar uykuya direnilecek.

İyi de nasıl direnilecek?

Hava biraz daha insaflı olsa yürüye yürüye adanın ucuna inecek ve gözüme kestirdiğim bir yere gireceğim ama rüzgar hız keseceğine daha da arttı sanki.

Değil yollarda dolaşmak, geçen ilk taksiye atlamak gerek. Şuraya gidiyoruz diye bir adres vermek...

New York’a ilişkin eski düş kırıklığım nüksetti. Bu şehirde göz erimi yok. Yolda yürürken bir yeri görüp beğenmek, şansını denemek imkansız. Hiçbir yer ortada değil.

Ortada olan sadece al öde git tipi kahve, salata satan dükkanlar.

Peki nerede filmlerde gördüğümüz o şık mekanlar, o şık insanlar?

İçim dışım buza kesmiş titreye titreye dört blok daha yürüyor ve Londra’dan aşina olduğum ruhsuz Pret a Manger’ler ve handiyse her köşe başını tutmuş Starbucks’lar dışında soluklanacak tek bir yer göremiyorum.

Donmaktansa sersemlemek iyidir diyor, kös kös otele dönüyorum.

Sabah kalktım ki, bir gün öncenin kasvetli havası yerini pırıl pırıl güneşe bırakmış.

Zaten yeni bir şehre gitmeye göreyim hava berbat da olsa sabahın erken saatlerinde kendimi dışarı atarım, üstüne bir de güneş, hiç oyalanmadan sokağa fırladım ki hava bir önceki günden de beter. Öyle sert bir rüzgar ki, yürürken arkamdan birileri itiyor sanki.

KURTARICILARIM YETİŞTİ

Beşinci Cadde neredeyse bomboş. Dükkanlar henüz açılmamış.

Bir akşam önce burun kıvırdığım Starbucks’lar gözüme kurtarıcı olarak görünse de girmeye niyetim yok, çünkü dışarıdan görebildiğim kadarıyla içeride oturulabilecek tek bir tabure bile yok.

Bomboş sokaklara inat Brooks Brothers kitapçısının önünde uzun bir kuyruk.

Sabahın o saatinde, üstelik bahar ortasındaki zemheriye rağmen bu insanlar acep ne bekliyor diye düşünüyor ama tutkunu oldukları bir yazarın son kitabını mı beklediklerini, sabahın köründe imza gününe mi geldiklerini çıkaramıyorum. Sanırım kuyrukta titreye titreye bekleşen yüzlerce insanın sırrını çözmek aslında New York’un kapısını biraz olsun aralayıp içeri bakabilmek demek.

Öğleye kadar dayanmam lazım.

Sonra biliyorum, Ömer ile Vivet gelecek ve Tığraklar bana şehrin öteki yüzünü gösterecek.

Yetiştiler de...

Hem de ne yetişme!

Onlar olmasa, New York fast food cenneti başka da bir şey yok, der geçer, üstüne yemin bile ederdim.

Elime uzun bir liste tutuşturdular:

Meat Market’e git! Fransızlar’ın şahı, şehrin namlı lokantası Pastis’te bir öğle yemeği ye! Her köşede açılan butiklere göz at, Kate Moss mu karşına çıkar, Naomi mi şaşırma!

Tribeca’ya inersen Nobu’ya gitmemek olmaz, ama balık yemek istemiyorsa canın o zaman Pepolino’ya git papardelle iste! Çıktıktan sonra kış boyu New York’luları yapılan iş sanat mı değil mi diye uğraştıran Bodies sergisine uğra! Ama orada naaşların sergilendiğini ve yediğin yemeğin midende durmayacağını unutma!

Sonra Soho’ya uzan!

Adım adım sokakları arşınla!

Öğle yemeğini Balthazar’da ye, Spring Street’teki Margarida Pimentel takılarına göz atmadan, tasarım butiklerine girip çıkmadan, Cipriani’de bir Bellini atmadan yoluna devam etme!

Diye uzayan bir liste.

Kimini eledim kimini attım ama sayelerinde göz eriminin dışındaki New York’a ulaştım.

Yeni açılan 6. Cadde’deki Nobu’nun barı, Uzakdoğu esintisi taşıyan dekoru ve iş çıkışı gelen fıstıklarıyla... Harika.

Pastis, Paris’te sayıları git gide azalan eski tarz bir Fransız lokantası. Tanıdık.

Union Square Cafe, öğle yemeği ve iri kıyım New York biftekleriyle gidilebilecek bir yer... Makul.

Rainbow... Turistik.

Balthazar... Bildik.

Madison ve Park arasındaki Bilboquet... Gene Fransız ama şirin.

NEW YORK’LU BUDDAKAN

Peter Luger’e gelince... Yolu uzatın, Brooklyn’e uzanın ama o biftekleri, karidesleri, cheesecakeleri yemeden dönmeyin, derim.

Ve Buddakan. New York mekanı diye bir yer varsa, içlerinde bir tek o var.

Bin beş yüz kişiye aynı anda servis yapılan, müşterileri arasında seç beğen al her türlü ünlüye rastlanan, fusion mutfağının her inceliğini haiz, bunca görkeme karşın makul fiyatlarıyla insanı şaşırtan, kapısından girer girmez fıldır göz etrafa bakınılan, yiyip içip yayıldığınız, çıktıktan sonra çevredeki Budha Bar ve gibilerine takıldığınız, yer ayırtmadan asla ve asla yer bulamadığınız, ayırttığınız halde masanıza geçebilmek için kapıdaki afete yaltaklandığınız, New York dışından sanırım Philedelpiha’dan bir girişimcinin bol sıfırlı bir yatırım sonucu ortaya çıkarttığı, bu yıl kıyamet koparttığı halde muhtemelen iki yıl sonra adını kimsenin hatırlamayacağı bir yer Buddakan.

New York’un aynası gibi.

Peki New York ne gibi?

Şair, şaka demiş.

Ben vaha derim..

Ve ne yalan, eski kıtada yaşamayı bin kere tercih ederim.

www.buddakannyc.com
Yazının Devamını Oku

THY öyle bir ağırladı ki bilmem herkes bu kadar yemek ister mi?

2 Haziran 2007
Geçen haftaki yazım teknik bir soruna kurban gitti.<br><br>Zaten pek de yazıya benzemeyen bir şeydi. Daha çok bir şikayetname, bir feryat figan.

Yana yakıla Ege’ye yağan çamurdan payıma düşeni anlatıyor, aslında yazmak istediğimin bundan bir ay kadar önce gittiğim New York yolculuğu olduğunu; ancak yağmakla kalmayıp ruhuma da bulaşan çamurdan ötürü, oturup bu güzelim geziyi yazmanın hem kendime hem de yıllar sonra gittiğim şehre hakaret olduğunu söylüyordum.

Sonunda temizlenip İstanbul’a geldim...

Artık dilim döndüğünce THY’nin davetlisi olarak katıldığım beş günlük Amerika yolculuğunu anlatabilirim.

Küçük bir gazeteci kafilesiydik.

Daha çok yeme içme üzerine kalem oynatan yedi sekiz kişi.

Davet nedeni ise THY’nin bizlere, o gün ilk kez denediği ve haziran başlarında uygulamaya başlayacağını söylediği yeni ağırlama politikasını göstermek istemesi.

Bir süre önce merkezi Viyana’da bulunan Do&Co Turkish şirketi, uçuşlarda sunulan yeme içme hizmetlerini üstlenmiş ve bu hizmetin dünya çapında olması için köklü değişikliklere gitmiş. İşe önce servis yapacak deneyimli personeli eğiterek başlamış. Kalkıştan önce uçağa yüklenen yemeklerin yerini uçakta pişirilen ve yeni alınan büyük tabaklara özenle yerleştirilen yemekler almış. İçki seçenekleri gibi, yolcuların adlarının yazılı olduğu mönülerdeki yemek seçenekleri de artırılmış. Kabine adım attığınız andan itibaren başlayan ve neredeyse insana uyuyacak zaman bırakmayan servisin mükemmel olması, yolcuların New York-İstanbul gibi uzun süren seferlerde sıkılmamaları, ödedikleri paranın karşılığını almaları için gereken ne varsa en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş.

Ekonomi sınıfı uçuşlar için de böylesine köklü bir değişiklik olur mu bilemem, ama buisness sınıfı için durum böyle.

Uçağa adım atıp yerinize oturmanızla birlikte servis başlıyor ve yolculuk bitene kadar devam ediyor. Handiyse biraz fazla. İnsan kendini Grande Bouffe (Büyük Tıkınma) filmindeki oyuncular gibi hissediyor.

Hoşgeldin içkilerinden sonra servis arabalarıyla gelen atıştırmalıklar, benim diyen lokantalarda bile eşine zor rastlanır nefasette. Ardından gelen öğle yemeği seçenek üstüne seçenek sunuyor. Giriş yemekleri imambayıldıdan dolmaya, sigara böreğinden patlıcan salatasına on çeşit kadar. Ana yemek için üç seçeneğiniz var: Balık, makarna ya da şiş kebap. Sonra üzümün eşlik ettiği peynir çeşitleri ve gene servis arabasıyla sunulan tatlı ve meyve seçenekleri. Bu öğle yemeği. Kahve, kahvenin yanında verilen küçük kurabiyeler, yemek sonrası içkileri derken iki üç saat geçiveriyor.

Biraz nefes almaya, sindirim için gerekli birkaç adım atmaya ancak fırsatınız oluyor ve akşamüstü servisi başlıyor. Ardından biraz film izliyor, biraz okuyor ve gene aynı bollukta gelen akşam yemeğini yiyorsunuz. O bittiğinde siz de bitiyorsunuz. Uyumak için birkaç saatiniz var. Sonra sabah kahvaltısı. Sonra da sabah kahvaltısı arkası derken gidilecek yere ulaşılıyor.

İndiğimizde hepimiz yemekten ölecek haldeydik.

Yediğimiz her şey nefis olmasına nefisti de, bilmem herkes bu kadar yemek yemek ister mi?

Hasta olan, rejim yapan, iş gereği uçan ve ertesi sabah gireceği toplantıya zinde katılmak için yemek yemektense uyumayı tercih eden yolcular için ikinci bir mönü daha olmalı belki de.

Daha hafif, daha hızlı, daha çabuk tüketilen.

Ya da Lufthansa’nın uygulamaya koyduğu gibi: İsteyene istediği zaman gelen.

İlk gittiğimde New York...

New York’a adım atar atmaz ilk kez gittiğimde hissettiklerimi yeniden hissedebilecek miyim acaba, diye düşündüm.

Bundan on beş yıl önce onu ilk kez gördüğümde dilim tutulmuştu: Şaşkınlıktan.

Bir de boynum: Göğe bakmaktan.

Yeniden öğrenci olmayı istemiş, bir süreliğine orada yaşamayı düşlemiştim.

Garip bir enerjisi vardı şehrin. İnsana bulaşıyordu. Hayal kurdurtuyordu.

Hayal kurdurmakla kalsa iyi, kurduğunuz hayallerin gerçeğe dönüşebileceğini de hissettiriyor, o güne kadar ya zamansızlıktan ya tembellikten yapmaya kalkışmadığınız her şeyi belleğinizin kuytu köşelerinden çıkarıp bir bir önünüze seriyordu.

İnsana ikinci bir hayat yaşama şansı olduğunu düşündürten ender şehirlerdendi.

Eh bu da az şey mi?

Yollar insan kaynıyordu.

Aceleyle oradan oraya seğirten milyonlarca insan.

Orada yaşayanlarla bizim gibi şehre ilk kez gelenleri dışarından bakan biri şıp diye anlardı .

Yaşayanlar önlerine bakıyor, yabancılar kaldırımlarda görünmez göğe bakma durakları varmış gibi belirli yerlerde mıhlanıp kalıyorlardı. Yüksek gökdelenlerin tepelerini görürlerse New York’un sırrına erebileceklermiş gibi.

Cetvelle çizilmiş bir şehirdi.

Numaralı caddeleri gene numaralı sokaklar kesiyor, arada kalan apartmanlara blok deniyordu.

Bizim gibi tepelere, lam elif sokaklara, çıkmazlara alışık olanlar için kaybolmanın imkansız olduğu bir şehirdi.

Haritaya bir kez bakmak kafiydi.

Nereye nasıl gideceğinizi hemen çözüyor, nereye neden gitmemeniz gerektiğini yaşayarak öğreniyordunuz.

Central Park ve çevresi zengin semtlerdi. Ama biraz ilerleyip de Harlem’e girerseniz sizi nelerin beklediği kestirilemezdi.

Soho, Little İtaly, China Town, Village adanın ucuna konumlanmış her biri kendine özel sevimli semtlerdi. Sanat galerileri, farklı butikler, küçük lokantalar, kafeler...

Tribeca yeni keşfediliyordu.

Robert de Niro’nun o gün için ucuz sayılan semtte yatırım yaptığı ve yakında bir lokanta açacağı söyleniyordu.

İkiz kuleler ayakta, Wall Street atakta, yupilik revaçtaydı.

Seksenlerde şehri kasıp kavuran şiddetin önünün alındığı söyleniyordu.

Gene seksenlerde belki de bu yüzden sönük olan gece hayatı yeniden canlanmış, orada burada açılan underground kulüplerin önünde kuyruklar oluşmaya başlamıştı.

Guggenheim müzesindeki Rebecca Haas sergisiyle merdiven boşluğunun tavanında ters duran ve özel bir düzenekle saat başı tuşları dışarı fırlayıp çalan piyano herkesin dilindeydi.

Woody, Mia ile evliydi.

Scorsese, New York gangsterlerini henüz çekmemişti.

Paul Auster, gençti.

Tıpkı başında kavak yelleri esen benim gibi.

Geçen yıllar süresince özellikle de 11 Eylül’den sonra New York’a gidenler şehrin değiştiğini anlatıp durmuşlardı. İnsana fenalık getiren kontroller, her Amerikalı’nın mustarip olduğu paranoya, gitgide azıtan sağlıklı yaşam takıntısı anlattıklarına göre şehrin büyüsünü örselemişti.

Nerdeydi yirmi yıl öncenin dünyaya açık o güzelim New York’u, nerdeydi şimdinin üstüne örtük karamsar şehri?

Bir de ben vardım tabii.

Ben de eski ben değildim ki.

Havaalanından kalacağımız otele giderken işte bu duygular içindeydim.

Fazla duygulanmanın alemi de yoktu aslında; ben mi değişmiştim, dedikleri gibi şehir mi, yaşayıp görecektim.

Öyle de yaptım nitekim.

Haftaya..
Yazının Devamını Oku

Cüce Jacques davette kurtarıcım oldu

19 Mayıs 2007
Geçen hafta yer bitmiş, yazı bitmemişti.<br><br>O zaman kaldığımız yerden devam. Ama önce kısa bir özet: Paris’te Moet et Chandon davetindeyim. Davet Eyfel Kulesi’nin tam karşısında konumlanan Musee de l’Homme’da. Hava felaket sıcak. Seksen yaşındakiler bile hayatlarında böyle bir nisan görmediklerini söylüyor. Belli ki davet sahipleri de şaşkın. Sen aylar öncesinden hazırlan, son zamanların en afili şeflerinden Thierry Marx ile anlaş, bu yıl piyasaya sürülecek 2000 yılı hasatının tanıtımı için dünyanın dört bir yanından yüzlerce insan çağır, mekan olarak burunları yere düşse eğilip almayacak müze yönetimini ikna et, olabilecek en küçük aksaklığı hesaba kat ama yaban nisan sana oyun oynasın, tutsun kendini ağustos sansın.

Biri bana Fransızların ulusal özellikleri nedir diye sorsa, sektirmeden mızmızlıkları derim.

Her şey toz pembe olsa onlar ne yapar eder, bir şikayet nedeni bulur söylenirler. Şikayetlerini de genellikle yollara dökülerek gösterirler.

Paris’te hafta yedi, gün sekiz yolların kapalı olması, ama küçük ama büyük kalabalıkların ellerinde pankart yürüyüş yapması bundandır.

Ama heyhat! Hayat her zaman onlara bu fırsatı vermez.

O zaman ne yapsın garipler? Mızmızlanmadan da yaşayamayacaklarına göre oturur havayla kavgaya tutuşurlar: Açar, kızarlar. Kapar kızarlar. Yağar kızarlar. Yağmaz kızarlar.

Bu konuda ne vırvırları biter ne dırdırları.

Eh, Moet de Fransız firması olduğuna, halkını da benden iyi tanıdığına göre güzelim davet erken bastıran yaza kurban gitmesin diye çareyi gelenlere yelpaze dağıtmakta bulmuş.

Üst kata çıkmak için kuyrukta bekler, akın akın gelen kalabalık içinde tek bir tanıdık yüze rastlayamamanın sıkıntısını çekerken, ben de payıma düşen yelpazeyi aldım ve kendimi duvarlarında bu efsane içkinin gene efsane adamlar tarafından içilirken çekilmiş siyah beyaz fotoğraflarının asılı olduğu, zemini baştan sona siyah halı kaplı büyük salonu dolduran kalabalığın arasına daldım.

Uzun salonun sağ tarafı boydan boya pencere.

Manzara göze ziyafet: Trocadero’ya çıkan merdivenlerin ardında ışıl ışıl yükselen kurumlu Eyfel.

Manzaraya bakmayı bıraktığımda acı gerçekle yüz yüze geldim.

Bir: Bütün pencereler iyi korunan bir müzede olması gerektiği gibi. Yani kilitli.

İki: Oturacak yer yok.

Üç: Yemek öncesi verilen kokteyl belli, uzun sürecek.

Dört: Ayak şiş, iskarpin dar, topuk fazlasıyla yüksek.

Ürkek ürkek etrafa bakınmaya başlıyorum.

Kusursuz kul olmaz, benim de ayakta uzun duramamak gibi bir kusurum var. Kuyrukta bekleyemem, etek boyu aldıramam, kımıldamadan iki dakika durmaya göreyim pat diye düşer yeri öperim.

Sonunda ikinci salona açıldığını düşündüğüm kapının yanında artık ne için konmuşsa uzun bir bank durduğunu görüyor ve aceleci adımlarla ona doğru seğirtiyorum.

Oturacak bir yer buldum ya sıcak mıcak vız gelir artık. Bir yandan garsonun getirdiği buz gibi şampanyamı yudumluyor (nefis) bir yandan diğer davetlileri süzüyorum.

Büyük çoğunluğu doğal olarak Fransızlar oluşturuyor. Ama kulağıma kimini anladığım kimini hiç duymadığım dilde konuşmalar da çalınıyor. Biraz ötemde Lehçe, beride Rusça, bol şe’li Portekizce, kıvrak ritimli başka bir dil ve elbette İngilizce.

Yaygaracı bir İtalyan grup ve farfara İspanyollar da var.

Garsonlar ha bire şampanya taşıyorlar. (Nefis) (Nefis) (Nefis) dördüncü nefiste nefesim kesiliyor. Ara vermeli.

Bir de şefin hazırladığı tadımlıklar var ki, devam edersem yemek yiyemem.

Karşımda dikilen kürdan kızın yaptığını yapmalı, tepsiye şöyle bir göz atıp çenemi hayır istemem anlamında havaya kaldırmalı, konuşmaya kaldığım yerden devam etmeliyim ama ne mümkün?

Bir, sunulan tadımlıklar öyle ilginç, öyle tuhaf, öyle leziz ki yememek olmaz.

İki, insan kendi kendine konuşmaz.

Yediklerimin sadece tatları değil sunumları da ilginç.

Beli bükük kaşıklar içinde gelen havyar tamam da, laboratuvar tüpleri içerisinde verilen çorbamsılar, biberiye dallarına geçirilmiş kanatlılar, hangi ağacın olduğunu çıkaramadığım kalın etli koyu yeşil ama minicik yapraklar içerisinde gelen, yaprağın tabak görevi mi gördüğünü yoksa yenilmesi mi gerektiğini anlamadığım için elimde tutup oyalandığım, başkaları ne yapıyor diye baktığım, içinde yabani mantar ve çilek olduğuna kalıbımı basacağım ama tam olarak ne olduğunu yüz kez yesem de çıkaramayacağım şey, içinde incisiyle gelen ve ısırdığınızda incinin de aslında şef yapımı olduğunu anladığınız istiridye... ve saire ve saire ve saire...

Gelsin beşinci (Nefise).

Bir Türk kimseyi tanımadığı ama herkesin biri olduğunu anladığı kalabalık bir yerde ne yapar?

Tanımadıklarını tanıdığı birilerine benzetir, vakit geçirir.

Ben de öyle yapıyor, tıpkı şehir hatları vapurunda oynadığım gibi içimden kim kimdir oyunu oynamaya başlıyorum. Şu ilerideki uzun sarı saçlı kadın Lale Müldür. Berideki adam Sahir Erozan, yüzü bankada çalışan güvenlik görevlisine benzediği için güvenlikle ilgili bir iş yaptığını düşündüğüm başka biri, beş adet Deniz Akkaya, bir adet Müjde Ar, say sayabildiğin kadar.

Kendimi oyuna öyle kaptırmışım ki, yanıma birinin oturduğunu neden sonra fark ediyorum. Ayağında dizine kadar kalın tabanlı motorcu çizmeleri var. Bu hava için doğru seçim olduğu söylenemez. Başında da bir bere. Siyah pantolonu ve üzerine payetli bir yelek giydiği siyah gömleği derisinin renginin yanında soluk kalıyor ve oturduğumuz bank hayli alçak olduğu halde yere değmeyen ayaklarını fütursuzca sallıyor.

Hayatta gördüğüm en şirin cüce.

Kendini tanıştırıyor: Jacques.

Kendimi tanıştırıyorum: Figen.

Ünlü bir moda dergisinin editörlerindenmiş.

Laf olsun torba dolsun misali, orada çalışmak çok zevkli olmalı, şanslısınız gibi bir şeyler geveliyorum.

Kahkaha atıyor.

Evet ben de Sammy Davis Jr. gibi şanslılardanım diyor. Anlamadığımı görünce ekliyor.

O da kendisine şanslı diyenlere evet, hem zenci hem gay hem de Yahudiyim derdi ya, işte ben de aynen onun gibiyim. Üstüne üstlük cüceyim.

Evvel emir kendiyle dalga geçenleri sevdim.

Jacques kurtarıcım oldu.

Tanımadığı kimse yok.

Sayesinde Müjde Ar’ın oyuncu değil sanayici, güvenlik görevlisinin ünlü bir gazeteci, Lale Müldür’ün şair değil Almanya’da yayımlanan bir rock dergisi yazarı olduğunu öğreniyorum.

İki saat kadar süren kokteyl, ikinci salon kapısının açılmasıyla sona eriyor, yemeğe geçiyoruz.

Bu salon da siyah halı kaplı.

Yuvarlak olarak dizilmiş altın rengi modern iskemlelerin ortasında altın rengi sütunlar yükseliyor ancak ortada masa namına bir şey yok.

Yerim yirmi birinci yuvarlakta.

Jacques’la vedalaşıp yerime geçiyorum. Sağımda Portekiz Vogue dergisinin editörü, solumda Moet et Chandon’un Yunanistan mümessili var. Selamlaşma faslı.

Sonra şölen başlıyor.

Eyfel’den havai fişekler atılırken iskemlelerimizin çevresine dizili olduğu sütunların kapakları da maytaplar eşliğinde açılıyor ve içlerinden dev Moet et Chandon 2000’ler çıkıyor.

Son şerarenin de sönmesiyle birlikte, nereden çıktığını anlamadığım penguen garsonlar her birimizin önüne siyah örtülü küçük masalar koyuyor ve Thierry Marx’ın o gece için tasarladığı yemeklerin resmi geçidi başlıyor.

Ne yedik diye soracak olursanız, yeşil bir kule, sedef bir balon, ipek kozaları, yağmur damlaları derim.

Ne içtik derseniz, Moet et Chandon’u tek geçerim.
Yazının Devamını Oku

Zifiri, altın harfli davetiye

12 Mayıs 2007
Geçen hafta şampanyanın köpüğü siyaset balonuna kurban gitti. Paris dönüşü öyle mutsuzdum ki, oraya gitme nedenim olan daveti yazacağıma oturdum hal-i-pür melalimi anlatan bir yazı yazdım. İnsan yazarken anlamıyor da, yazı basılıp gazeteyi eline aldığında ayılıyor: Başlıkta kocaman bir Gusto yaftası, altında da gusto sözcüğü ile bağdaşması imkansız bir şahsiyetin fotoğrafı.

Sayfa başlığını değiştiremeyeceğime göre bir an önce sadede gelmeli ve Moet et Chandon’un 2000 yılı hasatının dünya tanıtımı için verdiği davetten söz etmeliyim.

Birkaç ay önce eve döndüğümde bulduğum davetiye aslında nasıl bir davete davet edildiğimin de ipucunu veriyordu.

Bilirsiniz, davetiye seçme işi kolay değildir: Boyu bosu, kağıdı, zarfı, zarfın üzerindeki kaligrafi derken bazen iş çığırından çıkar. Ortaya da davetle ilgisi olmayan bir davetiye çıkar.

Nişan töreni için fazla cafcaflı, sıradan bir açılış için fazla iddialı, ağırbaşlı bir davet için fazla alacalı, farklı olsun istenirken ucu kaçmış, para bol geldiği için göz çıkarılmış, kimi zaman bol mürekkep iri puntoyla yazılı adların insana battığı, kimi zaman lup gerektirecek kadar gözden kaçtığı çeşit çeşit davetiye, sözünü ettiğim.

Bu farklıydı.

Büyük, zifiri, altın harfli.

Hemen açtım.

Gelen, dediğim gibi ünlü şampanya markasının 2000 yılı hasatını dünya basınına takdim etmek için verdiği davet için gönderdiği davetiye.

Daveti veren belli: Moet et Chandon.

Davet saati de öyle: Akşam yemeği.

Gel gelelim davetin verildiği yer hiç de alışıldık bir yer değil.

Paris’i biraz olsun bilenlerin aşina olduğu, gel gelelim Parislilerin bile orada bugüne kadar herhangi bir davet verildiğine tanık olmadıkları bir yer: Trocadero’daki ünlü müze. Musee de l’Homme.

Önce afalladım.

Homo antecesorların, homo erectusların, homo habilislerin, homo neanderhantislerin arasında şampanya sever homo sapiensler olarak bulunmamız mı uygun görülmüştü?

Çok da kurcalamadım.

Vardı bir bildikleri elbet.

Üstelik işin ucunda Paris yolculuğu da olduğuna göre gideceğimiz yer varsın yıllar önce bilmem hangi nedenle bir kez gittiğim tozlu müze olsun, varsın aramızda binlerce yıllık atalarımız bulunsun, ne fark eder ki?

İkiletmeden kabul ettim.

Sonra araya başka bir yolculuk girdi, o bunla çakıştı, ne yardan ne serden geçilemediği için ikisi art arda geldi ve Amerika’dan dönüldüğünde Paris’e gidildi.

Ama ne yalan, uçak sersemliğine rağmen bir şey ihmal edilmedi.

Hava nasıl oralarda diye bizzat sorulup öğrenildi.

New York’ta buza kesmiştik.

İnternetten öğrendiğimiz hava durumu internetten öğrendiğimiz pek çok şey gibi gerçeği yansıtmamış, hafif soğukça bir hava ile karşılaşacağımızı beklerken kanımız aksa testereyle kesilir misali dondurucu bir rüzgar ve ayazla karşılaşmış, sokakta yürüyememenin, üşüyünce kaçacak delik bulamanın sıkıntısını yaşamıştık.

Gitmeden hava durumunu sormak için telefona sarılmalar, bavul denen ve nedense içi hep fuzuli eşyalarla doldurulup gerekli her şeyin unutulduğu mereti bin bir titizlikle hazırlama çabaları da bundandı.

New York denilen muammada ağzımız yandığından.

Baharmış.

Sabah serin, öğlen sıcak, akşam gene serinmiş.

Yağabilirmiş.

Tedarikli gelinmeliymiş.

Bot? Fazla gelir at.

İnce bir yağmurluk? Şart.

Ne olur ne olmaz bir ceket koymalı, açık ayakkabı almamalı diye bin bir zahmetle bavul yapıldı ve Paris’e adım atar atmaz yapılanın her zamanki gibi boşa kürek çekmek demek olduğu anlaşıldı.

Akşamüstü, güneş çoktan batmış ama hava sıcaklığı hálá otuz derecenin üzerinde.

Bilenler bilir: Paris akşam serinliği nedir bilmeyen şehirlerdendir.

Gün boyu kızan taş hırsını geceden çıkarır. Gece olduğunda hava daha da ısınır.

Otelim Avenue Kleber’de.

Avenue Kleber, belli ki müzeye yakınlığı dolayısıyla seçilmiş. Bu da bana soluklanacak biraz zaman kaldı demektir.

Programa göre saat sekizde kapıda olmalı, beni otelden alıp iki adım ötede davetin yapıldığı yere götürecek kişilere kendimi bırakmalıyım.

Zifiri davetiyenin altında belirtildiği üzere koyu renk elbise ve şehir şıklığı yani uzun elbise gerekmez ama gecenin mana ve ehemmiyetine uygun giyinin anlamına gelen bir ibare olduğu ve buradaki arkadaşlarım da tıpkı internetteki hava durumu gibi beni yanılttıkları için getirdiğim tek gecemsi elbiseyi giymeli, aflasam da uflasam da, terden sırılsıklam olsam da vaktinde davete icabet etmeliyim.

Ettim de.

Müze o gün akşamcı. Ona kadar açık.

Artık erken gelen yazın sersemletici etkisinden mi neden bilmem hiçbir zaman kapısında kuyruk görmediğim handiyse Paris’in en boynu bükük müzesinin önü bu akşam iğne atsan yere düşmez cinsinden.

Kentteki bütün müzeleri gezmeden dönmemeye ahdetmiş turistler, fırsat bu fırsat evrim teorisini yerinde göstermek için sınıflarındaki haydutları kapıp gelmiş öğretmenlerle dolu.

Aralarından geçiyor ve CIA ajanları gibi garip kulaklıklar takmış adamların yön göstermesiyle arka bahçeye geçiyorum.

Ve asansör kapısı önündeki kalabalığı görür görmez başıma neler geleceğini az çok seziyorum.

Kadınların hepsi ama hepsi iplik askılı uçuşan elbiseler giymiş, adamların hepsi ama hepsi ketenleri çekmiş.

Tek karafatma benim.

Üç kat merdiven çıkmayı göze alamadığım için yarım saat kadar asansörün gelmesini bekledim.

Bu arada gelenlerin arkası kesilmiyor.

Şimdiden arkamda elli kişi birikti.

Belki herkes tanış değil ama herkes kimin kim olduğunun farkında.

Hafif baş eğmeler, kırık gülümseyişler, uzaktan el sallamalar, koşup boyuna sarılmalar, sırtı pat patlamalar, n’aaberler n’assısınlar, ayaküstü dedikodular gırla.

Benim yüzümde boş bir gülümseme.

İnsan hiç mi kimseyi tanımaz?

Tanımaz derken uzaktan bile olsa tanımaz. Hani arada yüzüne aşina olduğum bir aktör, gazete sayfalarından tanıdığım bir gazeteci, televizyonda izlediğim bir politikacı, ortada dolanan ve iyi bir magazin okuru olduğuma göre kim olduğunu çıkarabileceğim bir sosyete gülü olsa utanmayıp yanına yanaşacak imza bile isteyeceğim ama yok.

Yüzlerce insanın arasında tanıdığım bir kişi bile yok.

Kendimi şef ünlü mü ünlü, birazdan tadacağın yemekler de doğal olarak harika, eh, içeceğim de eninde sonunda buz gibi şampanya diye avutmaya çalışıyor, sıra beklerken hosteslerin gelenlere dağıttığı yelpazemi fütursuz bir ifade oturttuğumu düşündüğüm yüzüme doğru sallayarak üst kata çıkıyorum.

Ve kendimi cehennem gibi sıcak bir salonda tek kulunu tanımadığım mahşeri bir kalabalığın arasında buluyorum.

Yer bitti.

O zaman arkası haftaya...
Yazının Devamını Oku

Ağla sevgili yurdum

5 Mayıs 2007
Gece gelen telefonları sevmem. Acıdır, belalıdır, yürek hoplatır.

Kim sever ki zaten?

Tam iki hafta izin almış, dertten tasadan, gündelik hayatın hay huyundan uzakta dinleneceğim diye düşünürken o yürek hoplatan telefonlardan biri geldi.

Tansu hırçın sesle ’Neredesin’ dedi.

Uygunsuz, olmamam gereken bir yerde yakalanmış gibi mahcup, Paris’te dedim.

Saat gece yarısını geçmiş, bilirim erken yatar, o zaman bu telefon da neyin nesi?

Pat diye söyledi: Türkiye toz duman!

Adına muhtıra mı, bildiri mi ne denir bilemem, ama internet sayfasında yayınlanıp elden teslim edilmediğine göre sanal olduğu kesin metni o son satırına kadar aktarıp ben son satırına kadar dinledikten sonra telefonu kapattığımızda, evinde konuk olduğum arkadaşlarım da dahil kimsenin gözüne uyku girmeyeceği belli oldu.

Ne oluyordu?

Ne olacaktı?

Sorular, sorular...

Cevabını ancak zamanın verebileceği sorular.

Ağla sevgili yurdum

Ne garip şey şu bellek.

Çoktan silinip gittiğini düşündüğün anıları virgülüne kadar saklayıp en küçük çağrışımda çıkarıp önüne sermekte üstüne yok.

Yirmi yedi yıl önce, gene bir gece yarısı telefonu ile uyanıp yürek tetikte, kulak eşikte sabahı sabah ettiğim mıh gibi aklımda.

O zaman da aynı soruları sormuş, ne olacak diye kıvranıp durmuş, sokağa da çıkamadığımız için telefonlara sarılıp olabilecekler üzerine tahmin üstüne tahmin yürütmüştük.

İyimserler akan kan sonunda duracak diye seviniyor, kötümserler demokrasi rafa kalkmaya görsün ülke kaçınılmaz olarak zifiri karanlığa gömülür diyor, her kafadan bir ses yükseldiği halde kimse geleceğin ne getireceğini tam olarak kestiremiyordu.

Sonra hep birlikte yaşadık ve gördük.

Kendimi seninki şartlı refleks diye yatıştırmaya çalışıyorum ama nafile.

Yüreğim Selanik.

Ev halkı ayakta. Televizyonun karşısına geçip belki bir kanal olup biteni aktarır diye gözümü ekrana dikiyor, BBC-CNN arasında gidip geliyorum. Tık yok. Fransız kanallarına gelince, onlardan zaten umudum yok. Hemen her kanal Sarkozy ve Segolene arasındaki çekişmeye kilitlenmiş. Kim ipi göğüsleyecek, kim birinci turda Bayrou’ya giden yüzde on sekiz buçukluk oyu kendi lehine çevirecek, kimin bu yarışta şansı daha yüksek, hemen her kanalda tıpkı bizdeki gibi tartışma programları...

Hayatımda ilk kez Fransızları kıskandığımı hissediyorum.

İşte burada da cumhurbaşkanlığı seçimi var.

İşte burada da siyasi rüşvetlerden, çelmelerden söz ediliyor. İşte burada da rakipler birbirini fena halde, hem de belden aşağı vurarak hırpalıyor, ama kimsenin aklından Fransa’nın ertesi sabah nasıl bir rejime uyanacağı sorusu geçmiyor.

Evlerinde konakladığım dostlarım, Türkiye’ye yabancı insanlar değil. Bundan tam yirmi yedi yıl önce tayin edildikleri Ankara’ya tam da darbenin olduğu gün gelme bahtsızlığına uğradıkları için bütün günü o zamanların hayli pörsük Esenboğa Havaalanı’nda geçirmek zorunda kalmış ve onu izleyen dört yıl da Ankara’nın puslu havasını solumuş kişiler.

Gene de olup bitenleri tam olarak algıladıkları söylenemez.

Clau, yani sen sosyal demokrat bir partinin, hem de Sosyalist Enternasyonel’in bir üyesi olan CHP’nin, Avrupa karşıtı olduğunu mu söylüyorsun, diyor. Evet diyorum. Son zamanlarda tam da Avrupa parlamentosunun bütün dini simgeleri, bu arada da türbanı yasaklamasının ardından hız kestiği söylense de, İslami bir parti olan AKP’nin Avrupa Birliği yandaşı mı olduğunu söylüyorsun, gene evetliyorum.

O zaman bunda korkulacak ne var der gibi yüzüme bakıyor.

Öyle kolay değil işte.

Toplumun diğerini dışladığı bir kamplaşmaya doğru gittiğimizi, siyasi partilerin yapılarındaki bozukluğu, seçim kanunundaki saçma sapan barajın yol açtığı sorunları, onun da iyi bildiği darbeden miras anayasamızın başımıza ördüğü çorapları, demokrasinin aynı zamanda bir uzlaşma sanatı demek olduğunu bilmeyen ham politikacıları, çoğunluğu ele geçirenin kendinden menkul bir güvene kapılıp gerçekleri göz ardı ettiğini, kaşınanları, kaşıyanları, hálá darbelerden medet umanları, yaşadığımız coğrafyanın bize lütuf mu bela mı olduğunu kestiremediğimizi anlatmaya çalışıyorum.

Anlamıyor. Haklı.

Ne yapsın?

Bizim bile anlamakta zorluk çektiğimiz şeyleri o nasıl anlasın?

Paris erken gelen yazın güzelliğini yaşıyor.

Evin bütün pencereleri açık.

Dışarıdan gecenin geç vakti olmasına rağmen Champ de Mars’da eğlenmeye devam eden gençlerin sesi geliyor. Şarkı söylüyor, kahkaha atıyor, öpüşüp koklaşıyorlar. Belli ki kafalar dumanlı.

Biraz sonra onların da sesi kesildi ve şehir gecenin koynuna çekildi.

Evde durmak ölüm.

Ama sokağa çıkamayacak kadar kötürümüm.

Sonunda sabah oldu.

Telefona sarılıp erken uyandığını bildiğim herkesi aramaya başlıyorum. Onlar da şaşkın. Henüz hükümetten ses yok. Kızılay’da bilmem ne toplantısı varmış, Başbakan da katılacakmış, toplantı sonrası bir açıklama yapması bekleniyormuş, Hasan Cemal zehir zemberek bir yazı yazmış, pazar günü Çağlayan’da miting varmış, yığınla sivil toplum örgütü mitinge çağrı yapıyormuş, katılımın yüksek olacağı düşünülüyormuş, şuymuş buymuş ama gelen haberlerin hiçbiri içimi rahatlatmaya yetmiyor.

Rue de Grenelle’den Saint Germain’e La Hune kitapçısının önündeki gazete bayiine kadar koşar adım yürüyorum. Derdim bir Türk gazetesi alıp bakmak. Bilmiyor değilim, gazetelerin Avrupa baskıları genellikle erken basılır ve son dakika gelişmelerine yer veremezler ama gene de bir umut.

Yok, onlarda da dişe dokunur bir şey yok.

Bir anda üstüme müthiş bir yorgunluk çöktü.

Flore’da bulduğum ilk boş iskemleye oturdum.

Bir kahve, bir kahve daha.

Yan masadaki yaşı yetmiş ama işi bitmemiş adam başını kaldırmadan Le Monde okuyor. Ve Sarkozy adının geçtiği her haberde yüzü asılıyor.

Bir ara göz göze geldik.

Kaldırımda yürüyen kalabalığı, kaykaya binen şortlu çocuğu, şifon elbisesinin içinde salınarak yürüyen sarışını, köpeğini gezdiren gamsız adamı, pantolonu poposundan sarkan ve doğduğu yer teninde yazan genç Afrikalıyı gösterip bunların umurunda değil belki, ama pek yakında burada kalabalık olarak başkalarını göreceğiz, dedi.

Anlamadım.

Anlamadığımı anlayıp, polisi, dedi.

Beterin de beteri var diye düşündüm ama sustum.

My Beloved Country, bana gençliğimi borçlusun!
Yazının Devamını Oku

Çocukluğumuzun sokak macunu Tuğra Restoran’ın mönüsüne kuruldu

14 Nisan 2007
Özel bir davetti.<br><br>Bir daveti özel kılan nedir peki? Davet sahibi midir?

O davete sizi davet eden kişi midir?

Katılan diğer davetliler midir?

Davetin verildiği yer midir?

Yoksa hepsi mi?

Cevap son şık, hepsi ise, ki ya genellikle hepsi ya da hiçbiridir, işte bu da cevabı hepsi olan davetlerdendi.

O yüzden de özeldi.

Davet sahibi: Kempinski Türkiye’nin yeni Genel Müdürü Henri Blin ve onunla birlikte yeniden Türkiye’ye dönen, buraya gelir gelmez de vatanına dönmüş gibi sevindiğini söyleyen ünlü şef Rudolf Van Nunen.

Davet eden: Ekibe lojistik destek veren halkla ilişkiler duayeni Betül Mardin.

Davetliler: Ahmet Örs ve ben.

Yer: İlk açıldığı günlerde Osmanlı’nın ince zevkinden uzak renkleri ve bezemeleri ile hepimizi hayal kırıklığına uğratan; Boğaz’ın Dolmabahçe ve Beylerbeyi ile birlikte üç gözbebeğinden biri olan Çırağan Sarayı’nın ünlü lokantası Tuğra’nın mutfağı.

Günlerden salı.

Bu davet özel, bu davet farklı.

ŞATAFATTAN UZAKAMA GÖRKEMLİ

İçeri girer girmez, köşede Betül Hanım’ı yanında genç arkadaşlarıyla birlikte bizi beklerken buldum.

Onun alamet-i-farikalarından biri de tıpkı topuzu, gümüş saplı bastonu gibi birlikte çalışmayı yeğlediği bu genç arkadaşlardır.

Ortalık toz duman değilse bile bildik şantiye: Yüksek tavanları boyamak için kurulmuş koca iskele, cilası biten parkeler üzerine çekilmiş kalın naylonlar, kimi elinde fırça bitirilmesi gereken bir duvar resminin dibine çökmüş, kimi ahşap kapıların pervazını sıvayan, kimi billur tırabzanları ovalayan yorgun yüzlü adamlar ve onları denetleyen genç insanlar.

Gezmeye başladık.

Belli ki işin çoğu bitmiş azı kalmış.

Ve Çırağan tıpkı küllerinden doğan kuş gibi yeniden yaratılmış.

İnsanın sinirini bozan o çiğ pembelerin, gözünü tırmalayan cırtlak mavilerin, ruhunu daraltan altın varakların yerini eski Boğaz yalılarında görmeye alışık olduğumuz uçuk mavi, su yeşili gibi dingin renkler almış. Dev sütunların göz aldatmaca mermer boyamasından tutun da yeniden düzenlenen balo salonunun zeminini kaplayan Hereke halının desenlerine kadar yüzlerce ayrıntı, belli ki uzun araştırmalardan sonra kotarılmış.

Her şey ahenkli.

Her şey şatafattan uzak ama görkemli.

Kısaca Çırağan, ona bir zamanlar sonradan görme zenginlerin zevksizliğini reva görenlere inat, yeniden saray gibi.

Sonunda gezmeyi bitirdik ve yemek yiyeceğimiz mutfağa geçtik.

Altı kişilik küçük masamız, mutfağın girişine kurulmuş. Tabaklarımızın önünde isimlerimizin yazılı olduğu kartlar yanında da şefleri yemek yaparken izlerken giymemiz için bırakılmış önlükler var.

Önlüklerimizi giydik, kukuletalarımızı geçirdik ve o sırada genç şef yardımcılarından birinin harıl harıl çevirmeye çalıştığı çocukluğumun unutulmaz tatlarından biri olan renkli macunun başına geçtik. Evet, macunun.

Hani sokak satıcılarının okul kapılarının önünde yirmi beş kuruşa sattığı, yeşili fıstık yeşili, sarısı limon sarısı, pembesi bulut pembesi olan, damağa yapıştı mı çıkmayan macunun.

Rudolf Van Nunen ismini bilenler onun yerel mutfaklara gönül vermiş bir şef olduğunu da bilirler.

Yıllarca Swissotel’in şefi olarak yaşadığı İstanbul’da, Türk mutfağının izini sürmüş, bu iz sürme işini de İstanbul’la sınırlı tutmayıp Türkiye çapına yaymış, Antep’in patlıcanı, Urfa’nın biberi, Hatay’ın künefesi, Trabzon’un pidesi diye lezzetin peşine düşmüş bir şeftir Van Nunen.

Avrupa Birliği’nin yerel tatları yasaklamasıyla, eski kıtanın ağız tadının kaçtığına inanan bizim buradaki sokak satıcılarının azalmasına hayıflanan bir şef.

Macun da onun İstanbul’a ilk geldiğinde sokakta tattığı lezzetlerden biri. Dolayısıyla 9 Nisan’da yeniden açılacak Tuğra lokantasının mönüsünü hazırlarken, kahve yanında ikram etmek için aklına badem ezmesi ile sokak macununun gelmesine şaşmamalı.

İMAMBAYILDILI ISTAKOZ PİLAKİ

İlk yemeğimiz Gaziantep’ten getirtilen ve ’bio’ olduğunun altı çizilen patlıcan ile hazırlanmış imambayıldılı ıstakoz pilaki.

İkinci yemek, fındıklı fıstıklı kayısılı ördek yanında bademli pilav.

Tatlı olarak da safranı bol zerde.

Yemeklere eşlik eden şarap da bizim illerden.

Beyaz: 2005 Sarafin Chardonnay.

Kırmızı: 2003 Kavaklıdere Kalecikkarası.

Zerdenin yanında da Doluca Safir.

İmambayıldı tam kıvamında. Kalın altlı bakır tencerede kısık ateşte pişmiş. Tuzu şekeri yerinde. Bol domates, bol biber, bol soğanla gene kısık ateşte pişen ıstakoz pilaki benim için biraz sert ama iki lezzet birbirini öyle tamamlıyor ki tabağımda kırıntı kalmıyor.

Ördek Bolu Mahmudiye’den gelmiş. Avrupa’daki hemcinslerinden belki biraz daha cılız kızartılırken onlar gibi yağ salmıyor ama içine katılan fındık fıstık özellikle de kuru kayısı ona öyle bir tat katıyor ki, gene tabağımda kırıntı kalmıyor.

Zerdeye gelince duruyorum.

Bir iki kaşık alıp bırakıyorum.

Zerde sevmem. Babaannemden miras kötü bir alışkanlık olsa gerek. O da sevmezdi. Sünnet düğünlerinden mi hazzetmezdi, yoksa zerdeyi zerde yapan safran ender bulunduğu ve pahalı olduğu için çimdik kullanılır da zerde onun ağız tadına uygun mu pişmezdi bilemem, ama ne zaman biri çıkıp da zerde dese yüzünü ekşitir, güzelim aşurenin suyu mu çıktı derdi.

Önüme geleni yalayıp yuttuğum halde bu altın sarısı tatlıya yüz vermediğimi gören Mösyö Blin, kibarca zerdeyi neden beğenmediğimi sordu.

Zaten orada bulunmamızın esbabı mucibesi de bu. Tuğra lokantası açılmadan önce basındaki taam sahibi kalemlere yemekleri tattırmak ve onların fikrini almak.

Ben evvel emir gurme yaftasını reddeden biriyim. Ben kim, gurmelik kim? Babaannemin zerde takıntısını da anlatacak halim yok, benim yerime cevap verir belki diye Ahmet Örs’e bakıyorum. O son kaşığı da yedikten sonra safranının yeterince bol, şekerinin tam da olması gerektiği gibi az, kıvamının da mükemmel olduğunu söyledi de, başta Van Nunen olmak üzere herkesin yüreğine su serpti.

Nasıl yemeğin sasısı yenmezse sofranın muhabbetsizi de öyledir, çekilmez.

O gün hem müthiş güzel yemekler yedik, hem müthiş güzel sohbet ettik.

Betül Hanım nüktedanlığı ile büyüledi.

Ahmet Örs arasına Matrakçı Nasuh’tan tutun Saray mutfağının özelliklerine varan bilgileri serpiştirdiği konuşmalarıyla gene gönüllerimizi fethetti. Her halinden iyi bir Fransız olduğu belli, yani yemeyi içmeyi, hayattan keyif almayı seven Henri Blin neşesi, sevecenliği ve konuklarına gösterdiği ilgiyle Çırağan’da yeni bir dönem başladığını hissettirdi.

Dedim ya özel bir davetti.
Yazının Devamını Oku

Her lafını zanaatkárlara selam çakarak tamamlayan yaratıcı

31 Mart 2007
Açılacağını çok önce, daha fikir tilki gibi kafasında dolaşırken duymuştum da, açılış için saptadığı tarihi pek gerçekçi bulmamıştım. Bir de mekanın adından hiç mi hiç hoşlanmamıştım: HAAZ.

İkinci A da neyin nesiydi öyle?

Güzelim Türkçe’de mis gibi ’haz’ sözcüğü dururken nereden esmişti de anlattığında beni müthiş heyecanlandıran, hayata geçmesi yüklü paralara, yığınla insanın çabasına, emeğine mal olan böyle bir projenin adına bir elif daha ekleyip Alman otellerini çağrıştıran HAAZ’a çevirmişti?

Bir yıldan kısa bir sürede açılacağını söylediği Haaz, her babayiğidin altından kalkabileceği bir iş değildi.

Şaka değil, bin metrekareye yayılan bir alan, dünyada eşi benzeri olmayan bir mekan haline dönüştürülecek, daha da beteri yedi düvelin tasarım dáhisi sayılan bütün isimlerini bir araya getirecekti.

Tek uğraşı bu olsa hadi neyse de, bir yanda yönettiği koca bir reklam ajansı, diğer yanda göz bebeği dergisi derken zaten zaman fukarasının önde geleniydi. Ne yalan, karşımdaki başkası olsa yüzlerce projenin rafa kalktığına bizzat tanıklık etmiş biri olarak yarım kulak dinler, ne heyecanlanır ne ciddiye alırdım. Ama onun adı Murat Patavi. Aklına koyduğunu yapan, ölçeğini de dünya çapında tutan anlamındaki ’deli’ de müstear ismi.

Ben mi ağırlaştım Murat mı ışık hızında bilemem. Bildiğim insana parmak ısırttıran bir sürede Haaz’ı açmış olduğu. Sun Plaza’nın garaj katındaki bu mekana ne demeli bilmiyorum.

Benzeri yok çünkü. Benzeri yok derken Türkiye’de benzeri yok değil.

Haaz benim bugüne kadar hiçbir yerde karşıma çıkmayan; adı ne dükkan ne sergi alanı olan, gel gör ki bu ikisini de kapsayan nev’i şahsına münhasır bir mekan.

Girişten itibaren farklı bir yere geldiğinizi anlıyorsunuz. Eğer sağa saparsanız içinde çoğu genç elli kişinin çalıştığı ajansa geliyor, sola saparsanız içinde gerçekten birbirinden ünlü tasarımcıların bugüne dek görmediğiniz tasarımlarının sergilendiği büyük bir alana yani Haaz’a giriyorsunuz.

Neler yok ki?

Mekanı boydan boya kat eden mermer basamakların birinde baş aşağı duran mumya iskemle, tavandan sallanan ahtapot avize, bir yanı püsküllü yarım halı, tek bacağı kök salmış ahşap masa, bulut gibi boğum boğum uçtu uçacak kanepe, diskleri çevreleyen çerçeve, atık kumaş balyalarından yapılma koltuklar, üzerlerine şimdi yerinde yeller esen Bağdat’ın yapboz parçacıklardan oluşturulmuş şehir planının işlendiği sehpalar, yeni yorumuyla bir guguklu saat gibi kimi yadırgatıcı kimi göz alıcı ama hepsi görülmedik yüzlerce nesne.

Yaratıcılarının adları farklı ama konuştukları dil aynı.

Ağzım açık her köşesini gezdim.

Ve ne zaman ki en sevdiğim İtalyan şirketlerinden biri olan Edra’nın sanat yönetmeni ve baş tasarımcısı olan Massimo Morozzi’nin Murat’ın davetlisi olarak Türkiye’ye geldiğini ve sabah kahvaltısından sonra küçük bir konuşma yapacağını öğrendim, davet edilmeyi bile beklemeden koşa koşa yeniden bu tasarım dükkanı-alanı-sahası-mabedi-cenneti her neyse işte adı, oraya, yani Haaz’a gittim.

Üstünde yok yok upuzun bir masa, hepsi birbirinden şık ve çoğu mimar, yetmiş kadar konuk ve köşede çocukların çizdiği çöpten adamların ete kemiğe bürünmüş haline benzeyen esas adam.

Tanıştırıldık.

Hürriyet’e yazdığımı duyunca yüzünde kocaman bir gülümseme belirdi ve elimi uzun uzun sallayarak Hürriyet’te yer alan haberin kendisi üzerine yapılan ilk haber olduğunu söyledi.

Hangi haber? Nasıl yani?

Nasıl’ını konuşmasının başında açıkladı: Doğduğu şehir olan Floransa’da Güzel Sanatlar Fakültesi’ne devam eder ve o zamanlar ne demek olduğunu İtalyanlar dışında pek az insanın bildiği tasarım üzerine eğitim alırken, gene aynı fakülteden bir grup öğrenci ile gemi yolculuğuna çıkıp Venedik’ten İstanbul’a gelmiş.

Yıl 1948, mevsim yaz, ilk kez gördüğü İstanbul buğulu ve gizemliymiş.

Rıhtıma yanaştıklarında savaş sonrasının yoksul Türkiye’sine pek fazla turist gelmediğinden olacak bir muhabir bu deli dolu gençlerin fotoğraflarını çekmiş ve fotoğraf İtalyan öğrencileri İstanbul’da manşeti altında Hürriyet’te yayımlanmış. Ertesi sabah gazetenin ilk sayfasında suretini gördüğünde nasıl şaşırdığını o yüzden de bu yolculuğun tarihini asla unutamadığını anlattı.

İkinci İstanbul seferi iki yıl sonra.

Gene okuldan bir arkadaşıyla ama bu kez kağnıdan da beter eski püskü bir arabayla.

Kapıkule, Edirne, Selimiye ve gene bu buğulu şehir.

Her iki yolculuğunda da doğu ile ilk teması olduğundan olsa gerek mistik bir deneyim yaşadığını, bu yüzden de İstanbul’un aklına ve ruhuna kazındığını söyledi.

Bu kez uçakla gelmiş.

Gidilecek yere dokunmadan, değmeden, hissetmeden götürdüğü için uçaklardan hep nefret etmiş.

Dokunmadan, değmeden, hissetmeden yolculuk yapılabileceği gibi ürün de üretilebileceğini ancak bunun adına tasarım denemeyeceğini belirtiyor.

Yaratıcılığın tek yolunun hissetmekten geçtiğini söylüyor.

Tasarlanan ne olursa olsun insanın beş duyusuna hitap etmeli diye düşünüyor.

Kullanılan malzeme ister ahşap gibi yün gibi doğal, ister çelik gibi cam gibi yapay, isterse de ileri teknoloji ürünü olsun ona tılsımı katacak olan insan elidir diyor.

Baharattan kitaba, toplu iğneden musluğa kullandığımız her nesnenin tasarımının yapılabileceğini, ancak bu nesnelerin yaşayabilmeleri için iki şeye; tasarımcının hayal gücüyle zanaatkárın çilesine ihtiyaçları olduğunu söylüyor.

Ve lafını zamanın bilediği bu mükemmeliyetçi insanlar olmasa her tasarım ölü doğardı diye zanaatkárlara selam çakarak bitiriyor.

Bitti.

O çöp adam gitti, yerine konuştukça kök salan koca bir çınar geldi.

Kalmalı ve Murat’ı bir kez daha kutlamalı mı yoksa işin büyüsü kaçmasın diye uzaklara mı vurmalıyım?

Çıktım.

Hafif çiseleyen yağmur, puslu bir hava.

Ben ki böyle havalarda kararır karartırım, ahmak ıslatana bile aldırmadan yürümeye başladım.

Eve döndüm, elim telefonda, arayacak o ikinci A’nın anlamını çözdüm diyeceğim.

Bize yaşattığın haaz’dan da öte diyeceğim. Üçüncü A’yı gönüllü olarak eklediğimi söyleyeceğim.

Biri geldi, bir şey dedi, çıkmak zorunda kaldım, yapamadım.

İzin verin Murat’ı bize sunduğu güzellikler için huzurunuzda kutlayayım.

Bir de özel not: Siyah güller ve kırmızı güller için çook çook çook çook.
Yazının Devamını Oku