Havaalanından çıkmamızla yüzümüze testere gibi bir rüzgar yiyoruz. Ne şimdi bu?
Karanlık, kasvetli, buz gibi bir hava. Tamam, gitmeden buralardan bir şeyler isterler mi bahanesiyle arayıp hava durumunu sorduğum arkadaşlar, hayli serin bir mayıs geçtiğini söylemişlerdi ama kimse kara kıştan söz etmemişti. Çantalardaki kazakları, atkıları çıkartıp bizi otele götürecek minibüse koşturuyoruz. Madison’la 45 köşesinde bir otelde konaklayacağız. Hatırladığım kadarıyla şehrin göbeğinde bir adres bu. Bu da demek ki otelin yeri iyi. Ertesi akşam THY’nin bizler için verdiği akşam yemeği var: Rockefeller binasının tepesinde, Cipriani tarafından işletilen Rainbow lokantasına gideceğiz. Bir de Teoman, Brooklyn Lager’cilerle bir randevu ayarlamış. Önce fabrikayı gezecek, sonra ünlü et lokantası Peter Luger’de öğle yemeği yiyeceğiz. Zorunlu hareketler bu kadar.
Sonrası serbest zaman! Bu da dört gün, New York’u istediğimiz gibi gezebileceğiz demek oluyor ki ha-ri-ka!
Herkes kendine göre program yapıyor.
Aramızdaki yemek düşkünleri ellerinde Zagat’ın 2007 rehberi, gidecekleri lokantaları işaretliyor: Kulak kabartıyor, ertesi öğlen için seçtikleri Union Square Cafe seferine katılacağımı söylüyorum.
Müze severler broşürleri inceliyor: Metropolitan’daki Venedik sergisini İtalya’da bir benzerini gördüm bahanesiyle es geçiyorum.
Çoluk çocuğa alışveriş yapacaklar birbirlerine New York dışındaki ucuz alışveriş adreslerini veriyor: İçimden iki saat git iki dön, anlattıkları gibi dev bir mahalle ise gidilen, tüm gün de zaten orada geçer, değil çoluk çocuk, torun torba olsa bir günümü oralarda ziyan edemem diye geçiriyor ama bir şey söylemiyorum.
Zaten ne yapacağım da belli: Yirmi altı yıldır New York’u mesken tutan Ömer ile Vivet’i arayacak ve onlar beni nereye götürürlerse gık demeden peşlerine takılacağım.
Öyle de yapıyorum.
Otel tahmin ettiğim gibi şehrin göbeğinde, ama son yirmi yıldır tadilat görmemiş, yol geçen hanı gibi asık suratlı bakımsız bir otel. Uzun kalınacak olsa dakika durulmaz, başka bir yer ayarlanır ama şunun şurası dört gün. O da yatmadan yatmaya.
NEREDE ŞIK MEKANLAR
Odaya bavulları atmamla şehrin uğultulu sokaklarına fırlamam bir oluyor.
İstanbul-New York arası mekik dokuyanların tavsiyelerine kulak vermem gerek: Ertesi sabah sersem olmamak için ne yapılacak ne edilecek gece on bire kadar uykuya direnilecek.
İyi de nasıl direnilecek?
Hava biraz daha insaflı olsa yürüye yürüye adanın ucuna inecek ve gözüme kestirdiğim bir yere gireceğim ama rüzgar hız keseceğine daha da arttı sanki.
Değil yollarda dolaşmak, geçen ilk taksiye atlamak gerek. Şuraya gidiyoruz diye bir adres vermek...
New York’a ilişkin eski düş kırıklığım nüksetti. Bu şehirde göz erimi yok. Yolda yürürken bir yeri görüp beğenmek, şansını denemek imkansız. Hiçbir yer ortada değil.
Ortada olan sadece al öde git tipi kahve, salata satan dükkanlar.
Peki nerede filmlerde gördüğümüz o şık mekanlar, o şık insanlar?
İçim dışım buza kesmiş titreye titreye dört blok daha yürüyor ve Londra’dan aşina olduğum ruhsuz Pret a Manger’ler ve handiyse her köşe başını tutmuş Starbucks’lar dışında soluklanacak tek bir yer göremiyorum.
Sabah kalktım ki, bir gün öncenin kasvetli havası yerini pırıl pırıl güneşe bırakmış.
Zaten yeni bir şehre gitmeye göreyim hava berbat da olsa sabahın erken saatlerinde kendimi dışarı atarım, üstüne bir de güneş, hiç oyalanmadan sokağa fırladım ki hava bir önceki günden de beter. Öyle sert bir rüzgar ki, yürürken arkamdan birileri itiyor sanki.
KURTARICILARIM YETİŞTİ
Beşinci Cadde neredeyse bomboş. Dükkanlar henüz açılmamış.
Bir akşam önce burun kıvırdığım Starbucks’lar gözüme kurtarıcı olarak görünse de girmeye niyetim yok, çünkü dışarıdan görebildiğim kadarıyla içeride oturulabilecek tek bir tabure bile yok.
Bomboş sokaklara inat Brooks Brothers kitapçısının önünde uzun bir kuyruk.
Sabahın o saatinde, üstelik bahar ortasındaki zemheriye rağmen bu insanlar acep ne bekliyor diye düşünüyor ama tutkunu oldukları bir yazarın son kitabını mı beklediklerini, sabahın köründe imza gününe mi geldiklerini çıkaramıyorum. Sanırım kuyrukta titreye titreye bekleşen yüzlerce insanın sırrını çözmek aslında New York’un kapısını biraz olsun aralayıp içeri bakabilmek demek.
Öğleye kadar dayanmam lazım.
Sonra biliyorum, Ömer ile Vivet gelecek ve Tığraklar bana şehrin öteki yüzünü gösterecek.
Yetiştiler de...
Hem de ne yetişme!
Onlar olmasa, New York fast food cenneti başka da bir şey yok, der geçer, üstüne yemin bile ederdim.
Elime uzun bir liste tutuşturdular:
Meat Market’e git! Fransızlar’ın şahı, şehrin namlı lokantası Pastis’te bir öğle yemeği ye! Her köşede açılan butiklere göz at, Kate Moss mu karşına çıkar, Naomi mi şaşırma!
Tribeca’ya inersen Nobu’ya gitmemek olmaz, ama balık yemek istemiyorsa canın o zaman Pepolino’ya git papardelle iste! Çıktıktan sonra kış boyu New York’luları yapılan iş sanat mı değil mi diye uğraştıran Bodies sergisine uğra! Ama orada naaşların sergilendiğini ve yediğin yemeğin midende durmayacağını unutma!
Sonra Soho’ya uzan!
Adım adım sokakları arşınla!
Öğle yemeğini Balthazar’da ye, Spring Street’teki Margarida Pimentel takılarına göz atmadan, tasarım butiklerine girip çıkmadan, Cipriani’de bir Bellini atmadan yoluna devam etme!
Diye uzayan bir liste.
Kimini eledim kimini attım ama sayelerinde göz eriminin dışındaki New York’a ulaştım.
Yeni açılan 6. Cadde’deki Nobu’nun barı, Uzakdoğu esintisi taşıyan dekoru ve iş çıkışı gelen fıstıklarıyla... Harika.
Pastis, Paris’te sayıları git gide azalan eski tarz bir Fransız lokantası. Tanıdık.
Union Square Cafe, öğle yemeği ve iri kıyım New York biftekleriyle gidilebilecek bir yer... Makul.
Rainbow... Turistik.
Balthazar... Bildik.
Madison ve Park arasındaki Bilboquet... Gene Fransız ama şirin.
NEW YORK’LU BUDDAKAN
Peter Luger’e gelince... Yolu uzatın, Brooklyn’e uzanın ama o biftekleri, karidesleri, cheesecakeleri yemeden dönmeyin, derim.
Ve Buddakan. New York mekanı diye bir yer varsa, içlerinde bir tek o var.
Bin beş yüz kişiye aynı anda servis yapılan, müşterileri arasında seç beğen al her türlü ünlüye rastlanan, fusion mutfağının her inceliğini haiz, bunca görkeme karşın makul fiyatlarıyla insanı şaşırtan, kapısından girer girmez fıldır göz etrafa bakınılan, yiyip içip yayıldığınız, çıktıktan sonra çevredeki Budha Bar ve gibilerine takıldığınız, yer ayırtmadan asla ve asla yer bulamadığınız, ayırttığınız halde masanıza geçebilmek için kapıdaki afete yaltaklandığınız, New York dışından sanırım Philedelpiha’dan bir girişimcinin bol sıfırlı bir yatırım sonucu ortaya çıkarttığı, bu yıl kıyamet koparttığı halde muhtemelen iki yıl sonra adını kimsenin hatırlamayacağı bir yer Buddakan.
New York’un aynası gibi.
Peki New York ne gibi?
Şair, şaka demiş.
Ben vaha derim..
Ve ne yalan, eski kıtada yaşamayı bin kere tercih ederim.