Her lafını zanaatkárlara selam çakarak tamamlayan yaratıcı

Açılacağını çok önce, daha fikir tilki gibi kafasında dolaşırken duymuştum da, açılış için saptadığı tarihi pek gerçekçi bulmamıştım.

Bir de mekanın adından hiç mi hiç hoşlanmamıştım: HAAZ.

İkinci A da neyin nesiydi öyle?

Güzelim Türkçe’de mis gibi ’haz’ sözcüğü dururken nereden esmişti de anlattığında beni müthiş heyecanlandıran, hayata geçmesi yüklü paralara, yığınla insanın çabasına, emeğine mal olan böyle bir projenin adına bir elif daha ekleyip Alman otellerini çağrıştıran HAAZ’a çevirmişti?

Bir yıldan kısa bir sürede açılacağını söylediği Haaz, her babayiğidin altından kalkabileceği bir iş değildi.

Şaka değil, bin metrekareye yayılan bir alan, dünyada eşi benzeri olmayan bir mekan haline dönüştürülecek, daha da beteri yedi düvelin tasarım dáhisi sayılan bütün isimlerini bir araya getirecekti.

Tek uğraşı bu olsa hadi neyse de, bir yanda yönettiği koca bir reklam ajansı, diğer yanda göz bebeği dergisi derken zaten zaman fukarasının önde geleniydi. Ne yalan, karşımdaki başkası olsa yüzlerce projenin rafa kalktığına bizzat tanıklık etmiş biri olarak yarım kulak dinler, ne heyecanlanır ne ciddiye alırdım. Ama onun adı Murat Patavi. Aklına koyduğunu yapan, ölçeğini de dünya çapında tutan anlamındaki ’deli’ de müstear ismi.

Ben mi ağırlaştım Murat mı ışık hızında bilemem. Bildiğim insana parmak ısırttıran bir sürede Haaz’ı açmış olduğu. Sun Plaza’nın garaj katındaki bu mekana ne demeli bilmiyorum.

Benzeri yok çünkü. Benzeri yok derken Türkiye’de benzeri yok değil.

Haaz benim bugüne kadar hiçbir yerde karşıma çıkmayan; adı ne dükkan ne sergi alanı olan, gel gör ki bu ikisini de kapsayan nev’i şahsına münhasır bir mekan.

Girişten itibaren farklı bir yere geldiğinizi anlıyorsunuz. Eğer sağa saparsanız içinde çoğu genç elli kişinin çalıştığı ajansa geliyor, sola saparsanız içinde gerçekten birbirinden ünlü tasarımcıların bugüne dek görmediğiniz tasarımlarının sergilendiği büyük bir alana yani Haaz’a giriyorsunuz.

Neler yok ki?

Mekanı boydan boya kat eden mermer basamakların birinde baş aşağı duran mumya iskemle, tavandan sallanan ahtapot avize, bir yanı püsküllü yarım halı, tek bacağı kök salmış ahşap masa, bulut gibi boğum boğum uçtu uçacak kanepe, diskleri çevreleyen çerçeve, atık kumaş balyalarından yapılma koltuklar, üzerlerine şimdi yerinde yeller esen Bağdat’ın yapboz parçacıklardan oluşturulmuş şehir planının işlendiği sehpalar, yeni yorumuyla bir guguklu saat gibi kimi yadırgatıcı kimi göz alıcı ama hepsi görülmedik yüzlerce nesne.

Yaratıcılarının adları farklı ama konuştukları dil aynı.

Ağzım açık her köşesini gezdim.

Ve ne zaman ki en sevdiğim İtalyan şirketlerinden biri olan Edra’nın sanat yönetmeni ve baş tasarımcısı olan Massimo Morozzi’nin Murat’ın davetlisi olarak Türkiye’ye geldiğini ve sabah kahvaltısından sonra küçük bir konuşma yapacağını öğrendim, davet edilmeyi bile beklemeden koşa koşa yeniden bu tasarım dükkanı-alanı-sahası-mabedi-cenneti her neyse işte adı, oraya, yani Haaz’a gittim.

Üstünde yok yok upuzun bir masa, hepsi birbirinden şık ve çoğu mimar, yetmiş kadar konuk ve köşede çocukların çizdiği çöpten adamların ete kemiğe bürünmüş haline benzeyen esas adam.

Tanıştırıldık.

Hürriyet’e yazdığımı duyunca yüzünde kocaman bir gülümseme belirdi ve elimi uzun uzun sallayarak Hürriyet’te yer alan haberin kendisi üzerine yapılan ilk haber olduğunu söyledi.

Hangi haber? Nasıl yani?

Nasıl’ını konuşmasının başında açıkladı: Doğduğu şehir olan Floransa’da Güzel Sanatlar Fakültesi’ne devam eder ve o zamanlar ne demek olduğunu İtalyanlar dışında pek az insanın bildiği tasarım üzerine eğitim alırken, gene aynı fakülteden bir grup öğrenci ile gemi yolculuğuna çıkıp Venedik’ten İstanbul’a gelmiş.

Yıl 1948, mevsim yaz, ilk kez gördüğü İstanbul buğulu ve gizemliymiş.

Rıhtıma yanaştıklarında savaş sonrasının yoksul Türkiye’sine pek fazla turist gelmediğinden olacak bir muhabir bu deli dolu gençlerin fotoğraflarını çekmiş ve fotoğraf İtalyan öğrencileri İstanbul’da manşeti altında Hürriyet’te yayımlanmış. Ertesi sabah gazetenin ilk sayfasında suretini gördüğünde nasıl şaşırdığını o yüzden de bu yolculuğun tarihini asla unutamadığını anlattı.

İkinci İstanbul seferi iki yıl sonra.

Gene okuldan bir arkadaşıyla ama bu kez kağnıdan da beter eski püskü bir arabayla.

Kapıkule, Edirne, Selimiye ve gene bu buğulu şehir.

Her iki yolculuğunda da doğu ile ilk teması olduğundan olsa gerek mistik bir deneyim yaşadığını, bu yüzden de İstanbul’un aklına ve ruhuna kazındığını söyledi.

Bu kez uçakla gelmiş.

Gidilecek yere dokunmadan, değmeden, hissetmeden götürdüğü için uçaklardan hep nefret etmiş.

Dokunmadan, değmeden, hissetmeden yolculuk yapılabileceği gibi ürün de üretilebileceğini ancak bunun adına tasarım denemeyeceğini belirtiyor.

Yaratıcılığın tek yolunun hissetmekten geçtiğini söylüyor.

Tasarlanan ne olursa olsun insanın beş duyusuna hitap etmeli diye düşünüyor.

Kullanılan malzeme ister ahşap gibi yün gibi doğal, ister çelik gibi cam gibi yapay, isterse de ileri teknoloji ürünü olsun ona tılsımı katacak olan insan elidir diyor.

Baharattan kitaba, toplu iğneden musluğa kullandığımız her nesnenin tasarımının yapılabileceğini, ancak bu nesnelerin yaşayabilmeleri için iki şeye; tasarımcının hayal gücüyle zanaatkárın çilesine ihtiyaçları olduğunu söylüyor.

Ve lafını zamanın bilediği bu mükemmeliyetçi insanlar olmasa her tasarım ölü doğardı diye zanaatkárlara selam çakarak bitiriyor.

Bitti.

O çöp adam gitti, yerine konuştukça kök salan koca bir çınar geldi.

Kalmalı ve Murat’ı bir kez daha kutlamalı mı yoksa işin büyüsü kaçmasın diye uzaklara mı vurmalıyım?

Çıktım.

Hafif çiseleyen yağmur, puslu bir hava.

Ben ki böyle havalarda kararır karartırım, ahmak ıslatana bile aldırmadan yürümeye başladım.

Eve döndüm, elim telefonda, arayacak o ikinci A’nın anlamını çözdüm diyeceğim.

Bize yaşattığın haaz’dan da öte diyeceğim. Üçüncü A’yı gönüllü olarak eklediğimi söyleyeceğim.

Biri geldi, bir şey dedi, çıkmak zorunda kaldım, yapamadım.

İzin verin Murat’ı bize sunduğu güzellikler için huzurunuzda kutlayayım.

Bir de özel not: Siyah güller ve kırmızı güller için çook çook çook çook.
Yazarın Tüm Yazıları