Figen Batur

Bu kıyılarda sadece zenginlik yok, mesen kültürü, merak kültürü, hoşgörü kültürü de var

22 Eylül 2007
Görmeyeli büyümüş serpilmiş diyeceğim ama değil.<br><br>Gelişmiş, güzelleşmiş? O da değil.<br><br>Geçmiş, göçmüş? Iıhh o da değil.

Yirmi beş yıl aradan sonra geldiğim Güney Fransa sahilleri için bu nitelemelerin hiçbiri doğru değil. Ama ne yalan, buraları da yirmi beş yıl önce bıraktığım gibi değil.

O zaman insanın aklına çocukların dikkatini ölçmek için çizilen ve aradaki yedi farkın bulunması istenilen resimler geliyor.

Hani sahilde bir adam balık tutar, oltanın ucunda iri bir balık sallanır, yoldan geçen kedi ağzını şıpırdatarak balığa bakar, arka planda bir yelkenli ile onun el sallayan kaptanı vardır da iki adet tıpkı basım gibi duran resme bakıldığında ilk resimdeki kedinin patisinin, balığın yüzgeçlerinden birinin, yelkenlinin kıçındaki bayrak direğinin farklı olduğu anlaşılır ya; işte yirmi beş yıllık zaman zarfında bu coğrafyada ilk bakışta kolay anlaşılmayan ama dikkat kesilince görülebilen böyle değişiklikler olmuş.

Kıyı şeridi hem başkalarını hem kendilerini kıyasıya eleştirmeye bayılan Fransızlar’ın r’leri döndüre döndüre söyledikleri gibi rrrrrrezalet boyutunda değilse de epey hırpalanmış.

Yazının Devamını Oku

Tıkır tıkır işleyen şıkır şıkır bir program

15 Eylül 2007
Masanın üzerinde birazdan sahiplerini bulacak ödüller dizili.<br><br>Yaklaşık on beş adet. Bodrum Kempinski Oteli’nin havuza açılan salonunda, U.S. Marin’in Türkiye’de ilk kez düzenlediği ödül törenindeyiz. Tekneden, tekne işlerinden tek kelime anlamayan ben, ön sıraya oturmuş kim ne ödül alacak heyecanına kapılmışım. Şili’den Alejandro bilmem kim... Şak şak. Sydney’den Mister Wesley. Gene şak şak şak. Helsinki’den Güney Afrika’ya; Meksika’dan Tayvan’a dünyanın dört bir yanından gelen iki yüz kişi Kempinski’nin kırmızı halılı büyük salonunda ödül heyecanıyla bekleşiyor. Gözlerini masada sıralanan kutucuklardan alamazken, bir yandan da ön sırada herkesi avuçlarını paralayarak alkışlayan yabancı kadınla, gelen gidenin fotoğrafını çeken esmer adama yan gözle bakıyorlar. Her ikimizi de tanımadıkları kesin.

Murat’ın boynunda sallanan kimlik kartında sadece adı yazılı: Murat İremgül. Tanımayan kendini Boğaz köprüsünden atsın misali, ne başka bir söz, ne de başka bir açıklama. Ben büyücek bir Bayliner teknesinden inip rıhtıma adım attığımda takmam için verilen o kartı da odada unuttuğum için iyiden iyiye "Bayan Hiçkimse"yim.

Oysa oradaki iki yüz kişi yıllardır, yılda bir kez bile olsa bir araya gelen, benzer iş yaptıklarından olsa gerek birbirlerini aynı ailenin fertleri olarak gören insanlar... Varları, yokları, düşleri, dünyaları, deniz. Daha doğrusu tekneler... Küçük ve hızlı, büyük ve tumturaklı tekneler.

Mikrofonun başındaki Amerikalı, ödül alanları kısa cümlelerle tanıtıyor: Şili’den gelen zat, içinde yedi lokantası, beş plajı, akla gelebilecek tüm su sporlarını barındıran tesislerinde U.S. Marin tekneleri sattığı için dünyadaki en iyi showroom ödülünü alıyor. İsrail’den gelen bir diğeri şirketin yirmi yedi yıllık sadık temsilcisi olduğu için, Volga’dan gelen bir grup, organize ettikleri nehir yolculukları dünya basınında yankı uyandırdığı için, adı sadece sessiz harflerden oluşan Finli ise Baltık denizine açılmak isteyenlerin birinci tercih olarak Bayliner’ı seçmelerini sağladığı için, velhasıl hepsi dünya denizlerinde tekne satıp şirkete para kazandırdıkları için ödüllendiriliyor.

Bizim "Büyük Murat" ile orada bulunmamızın nedeni ise Türk firması Tekno Marin’in atom karıncası "Küçük Murat"ın, yani Murat Bekiroğlu’nun, ödül alıp alamayacağını yerinde izleyip, onun adına sevinmek. Ama mikrofonun başındaki Amerikalı birbiri ardına isimleri sayıyor, masanın üzerindeki kutucuklar azalıyor. İçimize kurt düşmüyor değil. Her anons sonrası, gene olmadı, der gibi hüsranla bakışıyor ve ayıp olmasın diye diğerlerini deli gibi alkışlıyoruz. Ödülünü almaya gelenler kısa bir teşekkür konuşması yapıp, sonradan başkan olduğunu öğrendiğim, herkesi aynı gülümsemeyle kucaklama başarısı gösteren zatın yanına gidip fotoğrafa duruyor. Bir iki üç... On, on beş... Ne alınacak ne de verilecek ödül kaldı derken... Murat’ın adı anons ediliyor. Adını duyar duymaz öyle alkışlamaya başlıyorum ki ne ödülünü aldığını bile duyamıyorum.

Sonradan "en kısa sürede büyüyen şirket" ödülünü aldığını öğreneceğim. Geniş gülümsemeli başkan, Murat’a ödülünü verirken böylesine güzel bir organizasyonu gerçekleştirdiği için teşekkür etmeyi de unutmuyor. Tamam, iki yüz kişiyi ağırlamak kolay değil; ama Kempinski Oteli bu tür ağırlama işlerini kolaylıkla kotarabilen bir otel. O kadar da üstünde durmuyorum.

Sonra Murat’la konuşurken işin o kadar da kolay olmadığını, her yıl dünyanın farklı bir köşesinde yapılan bu törenin bu yıl Türkiye’de yapılabilmesi için deveye hendek atlatılması gerektiğini öğreniyorum.

Niye mi?

Neymiş efendim, Türkiye güvenli bir ülke değilmiş. Az buz hık mık edilmemiş. Ciddi ciddi zırhlı araba tahsisinden, korumalara kadar yığınla istek dillendirilmiş. Murat bir yıl boyunca adamların ön yargılarıyla boğuşup sonunda onları Türkiye’nin hiç de sandıkları ülke olmadığına ikna ettiğinde asıl işinin bundan sonra başladığını görüp kolları sıvamış. Tek derdi, diğer ülkelerde sayısız kez katıldığı toplantılardan daha güzel, daha tıkır tıkır işleyen, konukları daha oyalayacak bir program kotarmak olmuş.

Öyledir ya, insanı hırs basar. Murat’ı da anlaşılan hırs basmış. Konukların hemen hepsinin attığı sevinç çığlıklarına, yüzleri kaplayan gülücüklere, önlerine gelen yemeklere iştahla yumulmalarına, kıvrak müzik eşliğinde kıvıran dansözün yuvarlak kalçalarına hesaplamadan para yapıştırmalarına bakılırsa bunu başarmış da.

Gerçekten de tıkır tıkır işleyen şıkır şıkır bir programdı. Benim görebildiğim tek aksaklık olmadan yapıldı, bitti.

Sürpriz yaşamayı sevmeyenlere biçilmiş kaftan

Kempinski’yi bilenler bilir. Bodrum’un nispeten daha az gelişmiş koylarından Barboros Bay’de birkaç yıl önce kurulan bol yıldızlı bir otel. Koy gerçekten nefis. Otel lüks. Bana göre değil ama lüks. Odaların hepsi o güzelim koya nazır. Plajı sessiz, sakin. Havuzu büyük, cıvıltılı. Geçen yıl genel müdürünün davetlisi olarak otelin içinde açılan Vietnam lokantasına gidip enfes yemekler yemişliğim, resmi açılışını henüz yapmadığı yıl gidip plajına serilmişliğim, yaz aylarını geçirmek için kiraladıkları dairelerinde arkadaşlarımı ziyaret etmişliğim var ama o kadar. Bu kez konakladım da. İyi miydi, evet. Ne de olsa bol yıldızlı büyük bir otel. Kempinski de tıpkı bol yıldızlı diğerleri gibi dünyanın neresinde olursa olsun konuklarına hep aynı çizgiyi sunmayı farz sayan otellerden. Ha o ülke ha bu fark etmeyen nereye giderseniz gidin aynı kaliteyi bulacağınızdan emin olduğunuz otel zincirlerinden. Her ne kadar benim tercihim daha özellikli daha kendi damgasını vuran otellerden yana olsa da gittikleri yerde sürpriz yaşamayı sevmeyenler için, Kempinski biçilmiş kaftan.

GÜLE GÜLE KULLANSINLAR Davetin esbabı mucibesi olan teknelere gelince... Ne diyeyim bilmem ki? Bindik, gezdik, sert rüzgarları önümüze kattığımız sabah saatlerinde olsun, dingin gün batımlarında olsun sarsılmadan, içimiz dışımıza çıkmadan, yağ üzerinde kayar gibi yol aldık ama bundan ötesini söyleyemem. Ben, ne yalan, Cemal Süreya’nın anlattığı tiplerdenim! Deniz yollarının armasının bile toprakçıl çapaya benzediği deniz kaçkını bir ülkenin insanlarından biri.. Diğerlerinin yalancısıyım! Pek kullanışlı, pek rahat ve makul paralara satılan güzel teknelermiş Bay Liner’lar. Ne denir? Güle güle kullansınlar.
Yazının Devamını Oku

Kim ne derse desin ağustos yavan aydır

8 Eylül 2007
Kim ne derse desin ağustos yavan aydır. Nisan ne kadar yabansa ağustos o kadar yavan.

Her günü birbirine benzer.

Şehirde kalan için de şehirden kaçan için de böyledir bu.

Kalanlar teselliyi boş sokaklarda arar.

Kaçanlar kalabalıkta.

Birinciler için trafiğin azalması, parkların boşalması şehrin nihayet kendilerine kalması ne kadar teselliyse, ötekiler için omuz omuza sokaklarda yürümek, dip dibe kumsallarda güneşlenmek, kendileri gibi sahil kasabalarını dolduran kalabalığın arasına karışmak da öyle bir tesellidir.

Biri iyi ki kalmışım derken öbürü iyi ki gelmişim der.

Oysa yavan ağustos aynı zamanda yapışkandır.

Kalmış mı kaçmış mı bakmaz insanın yakasına yapışır. Ümüğünü sıkar, nefesini keser, tenine siner. Bir süre sonra kimsede yavanlığına direnecek mecal bırakmaz. Boş verdirir, kabul ettirir, boyun eğdirir.

Ondan sonra gelsin birbirinin tıpkı basımı günler, geceler...

Gündüzünün çilesi başkadır, gecesinin başka.

İkisinin ortak çilesi ise sıcaktır. Yağlı, kara, harlı sıcak.

Gündelik hayatın tatlarını insana fazla gören sıcak.

Yedirtmeyen, içirtmeyen, uyutmayan, okutmayan, sıcak.

Bu yıl ne yapacak ne edecek ağustosa yenilmeyip, yavanlığa direnecektim.

Ne Bodrum ne İstanbul’da, ne Çeşme ne Adalar’da, ne Cunda ne Assos’ta ağustos ağustosluğundan vazgeçmeyeceğine göre, ondan kaçmak için daha uzaklara gitmeliydim. İlkin gözümü dağlara diktim.

Kaçkarlar’ın sisli doruklarını, Artvin’in gece oldu mu yorgan çektirten yaylalarını düşledim.

Bir hafta iyiydi de ikinci, üçüncü, dördüncü hafta? Koca ay tek başıma Deli Dumrul gibi dolaşamayacağımı sezince bu hülyadan vazgeçtim.

Peki daha uzağa gidemez miydim? Avrupa’ya? Amerika’ya? Başka bir ülkeye, başka bir kıtaya? Başka bir dile başka bir coğrafyaya?

Evde kırmızı cildi eprimiş, Avrupa’nın ortasında hálá Yugoslavya diye bir devlet, Türkiye’nin kuzeyinde hálá SSCB diye bir cumhuriyet gösteren fi tarihinden kalma bir atlas var. İçine kargacık burgacık notlar yazdığım, bir zamanlar gezip gördüğüm şehirlerin beğendiklerimi yeşil, beğenmediklerimi kırmızı halkaya aldığım, gitmek istediğim ülkelere İstanbul’dan başlayan oklar çıkarttığım bir atlas. Temmuz ayının başında işte o emektar atlası elime aldım ve uzayıp giden bir liste yapmaya başladım.

Norveç, Hırvatistan, Pireneler, Normandiya, Andora, İskoçya derken Avrupa’dan on, ağanın eli tutulmaz misali Kuzey Amerika’dan Meksika’ya on küsur daha, değişik diyarları kapsayan upuzun bir liste...

Gitmeye kalksan, değil garip ağustosun, koca yazın bile yetmeyeceği ülkeler, şehirler...

Sonunda yorulmaya değil, dinlenmeye ihtiyacım var diye Avrupa’da karar kıldım.

İyi de Avrupa’nın neresine?

Seçenekleri, kimini bitmeyen günlerin sefası kısa sürede cefaya dönüşür, kimini tekneyle kıyılarını dolaşmazsan bir işe yaramaz diye eleye eleye bir bölgeye indirdim. Sonra da bir şehre.

Geçen yıl üç günlüğüne gittiğim, dolayısıyla da doya doya gezemediğim, pür telaş oradan oraya seğirtirken gözüme çarpan isli binalarına, ayaküstü uğradığım loş publarına, çevresinde yükselen karlı dağlarına, göz alabildiğine uzanan yemyeşil kırlarına, en çok da kendileriyle dalga geçmeyi vazife bilen, saçlarını pembeye boyatsalar da kilt eteklerinden vazgeçmeyen insanlarına vurulduğum Edinburg ve dolaylarına...

Edinburg sevdamı seller götürdü

Edinburg’u listenin başına oturtan ne sadece doğası ne sadece insanlarıydı. Ağustosun biri dedin mi festival mevsimi açılıyor, edebiyattan müziğe, tiyatrodan sinemaya sanatın her alanında düzenlenen festivaller hem sanatçıların hem sanatseverlerin gözünü bu küçük şehre dikmesine yol açıyordu. Yıldızlı otelleri dünyanın dört bucağından gelen turistler doldururken, kent civarındaki şatolar özel uçaklarıyla gelen zenginleri ağırlıyor, sırt çantasıyla gelen gençlere de yollar, parklar, alanlar kalıyordu.

Şehir yirmi dört saat yaşıyordu.

Geçen yıl tam da ben oradayken, otuz beş derecenin üzerine çıkarak serinkanlılıklarıyla tanınan İskoçları çıldırtma raddesine getirse bile, sıcaklık böyle istisnai yıllar dışında genellikle yirmi beş derece civarında seyrediyor ve gelen konukları ne terletip bunaltıyor, ne titretip donduruyordu.

Bundan iyisi Şam’da kayısıydı.

Hem dinlenecek hem eğlenecek hem gezecek hem öğrenecektim.

Daha ne isterdim?

Telefonlar, fakslar, Scotsman’de yer ayırtmalar, uçak tarifeleri, Londra’da giderken mi dönerken mi konaklamalı, arabayla mı trenle mi yol almalı gibi mühim soruların cevapları derken program yapıldı ve tam bu iş bitti, ağustos yavan geçmeyecek diye sevinirken, İngiltere’yi sel aldı.

Ha bugün ha yarın, ha geçti ha geçecek derken bırakın kesilmeyi yağmur hızını arttırdıkça arttırdı ve ülke yüzyılın sel felaketini yaşadı.

Bir ay boyunca kılı kırk yararak yaptığım programa sadık kalmak uğruna çok ayak diredim. Ne var bunda dedim, burada sıcaktan kavrulmaktansa orada suda boğulmak yeğdir dedim, yolları kesen eninde sonunda rahmet dedim, bu böyle sürmeyecek ya elbet bir gün kesilecek dedim, ama ne zamanki ordunun işi ele aldığını, evlerin sadece bodrumlarının değil, ikinci katlarının bile su altında kaldığını, tren seferlerinin kaldırılıp, uçakların iptal edildiğini öğrendim, bu sevdadan vazgeçtim.

Artık eylül

Oysa hesapta bir taşla iki kuş vurmak vardı. Yazıları da oradan yazacaktım. Gidemeyip kalınca takke düştü kel göründü.

Haftada bir kez yazıyorum ama beşinci yılın sonunda yazacak yeni bir şey bulamıyorum. Bunca yıldır gidilecek yerleri, özgün yemekleri, ilginç köşeleri, saklı koyları, değer verdiğim insanları yazdım, yazmaya çalıştım.

Ama bitti.

Yıldızlı konserler, gözde iskeleler, selülitsiz güzeller de ne yazık ki kapsama alanım dışında.

Peki geriye ne kalıyor ağustos sıcağından başka? Yazılara ara vermem bu yüzden. Ama her şey gibi yavan ağustos da gelip geçti.

Şimdi eylül ya,

Herkese kocaman bir MERHABA.
Yazının Devamını Oku

İnek resmi geçidi

28 Temmuz 2007
Terden sırılsıklam, Bebek Oteli’nin terasında oturuyoruz.<br><br>Bu ne sıcak Allahım. Sıcaktan da beteri nem.

Saat akşamın yedisi olduğu halde havada esintinin e’si yok.

Hepimizin parmağı mor.

Yüzlerimiz de biraz sıcağın biraz da seçim sonuçlarının etkisinden olsa gerek, mosmor.

Buluşma nedenimiz benim ağustos başından itibaren İstanbul sokaklarında boy gösterecek inekler üzerine kendileri ile bir görüşme yapmak istemem. Çünkü inekleri, evet inekleri İstanbul’a getiren onlar. Yani Simpa A.Ş’nin kadınları: Yani Ayşe Zorlu, Hatice Süren ve Kesibe Karaosmanoğlu.

Üçü de daha önce Şişli Belediyesi için farklı etkinliklere imza attılar. Sokakta yılbaşı kutlamalarını onlar yaptı, parkları kermes alanı olarak onlar kullandı, tasarımı fildişi kulesinden çıkarıp onlar sokağa indirdi.

Bütün bu etkinliklerde Mustafa Sarıgül’ün açık desteğini aldıklarını yazmazsam boynumu sıkacak olanlar da onlar.

Gelelim İngilizce adı Cow Parade olan, Türkçe’ye İnek Resmi Geçidi olarak çevrilebilecek ve dediğim gibi ağustos ayının ilk günlerinden başlayarak, kasım ayında yapılacak müzayedeye dek İstanbul sokaklarında boy gösterecek ineklere.

Bundan yıllar önce bir Paris gezisinde yolum Champs Elysees’ye düşmüş ve Concorde Meydanı’ndan Zafer takına kadar geniş caddenin tam ortasına kurulan inekleri görünce neye uğradığımı şaşırmıştım.

Neyin nesiydi bu inekler böyle?

Tamam Fransızlar sokakları sergi alanı gibi kullanmaya bayılır. Örneğin Botero’nun koca popolu kadınlarını, tombul boğalarını gene bu uzun ve geniş bulvarda sergilerlerdi. Ama gördüğüm inekler tek bir sanatçının elinden çıkmış eserlere benzemiyor her biri ayrı havadan çalıyordu.

Belli ki boyu bosu endamı bir yüzlerce ineği farklı sanatçılar boyamış. Paris Belediyesi de onları alıp Champs Elysees’ye dizmişti.

Ne altlarında ne üstlerinde ne de başka bir yerde, sergilenen ineklerle ilgili açıklayıcı tek bir ibare olmadığından, serginin ne sergisi olduğunu önünde durduğumuz ineği en az benim kadar şaşkınlıkla izleyen yaşlı bir kadına sormuştum..

Hiç tereddütsüz Yeni Zelandalı sanatçıların sergisi demişti.

Fransızların, cevabını bilmedikleri bir soruya "bilmiyorum", demediklerini de o gün öğrendim.

Ne Yeni Zelandası?

Kadıncağız muhtemelen bir süre önce gene aynı yerde sergilenen Aborjin sanatçılarının eserlerini bir yerlerden duymuş, Avustralya’yı Yeni Zelanda ile karıştırmış eh, sergilenen inekler de bu uzak Pasifik ülkesinin ozon delen koyunlarının akrabaları olduğuna göre sergiyi Yeni Zelandalılara mal etmekte beis görmemişti.

Aynı akşam işin aslı ortaya çıktı.

Ortada Yeni Zelanda’nın Z’si bile olmadığı gibi, inekleri boyayanlar arasında tek bir adalı bile yoktu. Ayrıca ineklerin hepsi sanatçılar tarafından da boyanmamış, aralarında namlı isimler kadar adı sanı duyulmamış gençlerin, hatta çocukların da olduğu kimi sıradan, kimi ünlü, kimi ressam, kimi tasarımcı hatta mimar, mühendis, modacı gibi değişik alanlarda çalışan insanlar tarafından boyanıp, tasarlanmıştı.

Önemli olan ineklerin verdiği mesajın içeriği idi. Yoksa kimin yaptığı değil.

Tıpkı İstanbul sokaklarında yerini alacak bizim inekler gibi.

HÜRRİYET’İN ÜÇ İNEĞİ

Türkiye Türklerindir:
Karikatürist Latif Demirci’nin tasarımında ineğin her tarafı Press Bey karikatürleriyle bezeli. Beyoğlu Galatasaray Meydanı’na konacak. Aile İçi Şiddete Son: Hürriyet’in "Aile İçi Şiddete Son Kampanyası" ineği Reha Erdoğan imzalı. Teşvikiye’de. Aşkı Diline Vurmuş: Kelebek ineğini Nil Karaibrahimgil tasarladı. Bir de beste yaptı. İneğin üzerindeki sensör sayesinde biri ineğe yaklaştığı zaman otomatik olarak şarkı çalmaya başlıyor. Bebek Parkı girişinde. Fotoğraf: Fatih YALÇIN

Kuyruklarını kesmeyelim gözlerini oymayalım

Cow Parade, Walter Knapp adlı bir girişimci? aklıevvel? sanatsever? çevreci? dünyalı... tarafından düşünülüp hayata geçirilen bir etkinlik. Dünyanın hemen bütün başkentlerinde boy gösteren ve 2008 Pekin Olimpiyat oyunlarının açılışında da başrollerden birini üstlenecek bu sevimli inekler, önce sponsor firmaları tarafından satın alınıyor sonra da firmaların belirledikleri tema doğrultusunda düzenlemeleri yapacak kişilere yollanıyor. Ortaya çıkan eserler şehrin ana merkezlerinde sergilendikten sonra yapılan müzayededen elde edilen gelir sivil toplum örgütlerine bağışlanıyor.

Geçen yıl Chicago’daki etkinlikten sonra yapılan satıştan, bir milyon Euro’ya yakın bir gelir elde edildiği düşünülürse fena bir meblağ da toplanmıyor.

İstanbul’da 190 inek sergilenecek.

Galatasaray Lisesi önünde, Bebek Parkı’nda, Sultanahmet Meydanı’nda, Kanyon Alışveriş Merkezi’nde, Nişantaşı’nda, Etilerde, İkitelli’de... ve sayamayacağım daha birçok yerde.

Ana sponsor Sütaş ama Türkiye’nin önde gelen bütün firmaları da bir iki inek alarak bu etkinliğe katıldı.

Kimi çevre sorununu öne çıkarmış kimi Hürriyet’in üç ineğinden birindeki gibi aile içi şiddetin altını çizmiş, kimi Boğaziçi’nin oluşum efsanesi İO’dan yola çıkıp sırtında karasinek taşıyan bir inek tasarlamış, kimi dokununca mö diyen, memelerinden süt gelen teknolojik bir inek yapmış.

Firmalar kadar inekleri boyayanlar da farklı.

Ömer Uluç’tan tutun Zeynep Fadıllıoğlu’na, genç akademisyenler, reklamcılar, modacılar, envai çeşit insan var.

1 Ağustos’tan itibaren üç ay boyunca gelip geçeni izleyecekleri, gelip geçenlerin de onları izleyeceği mekanlarına doğru yola düzülecekler.

Bu fettan, tıpkıbasım, mahcup, şuh, kulağı kesik, kafası karışık, duyarlı, lakayt, eskil, çağdaş inekleri çok sevdim.

Bu sıfatlar benim onlara yakıştırdığım adlar.

İstanbulluların da her birine kendilerince bir ad koyacağından eminim.

Ama heykel sevmez bir halk olarak sağlarını sollarını boyayacaklarından, kuyruklarını kesip gözlerini oyacaklarından korkarım.

İstanbul bilindiği gibi 2010 yılında Kültür Başkenti olarak gelenleri ağırlayacak.

Zaman bu zaman.

Sanatın sadece kapalı ve güvenlikli yerlerde değil , tıpkı diğer Avrupa, Asya, Amerika kentlerinde olduğu gibi sokaklarda, parklarda, kısaca açık havada da başına tatsız bir şey gelmeden sergilenebileceğini gösterelim.

Ne zaman ki, resmi geçide çıkacak 190 ineğin tekinin bile kılına zarar gelmez, işte o zaman İstanbul bir kültür kentidir derim.
Yazının Devamını Oku

Kukumav nasıl bir kuştur bilmiyorum ama uzun zamandır kendimi kukumav gibi hissediyorum

21 Temmuz 2007
Kukumav nasıl bir kuştur bilmiyorum ama uzun zamandır kendimi kukumav gibi hissediyorum.<BR><BR>Özellikle de her hafta yazının başına oturduğumda. Elimi şakağıma koyduğumda. Soru hep aynı: Ne yazılacak?

Yanılıp şaşırır da, kendime sorduğum soruyu yüksek sesle dile getirirsem vay halime.. Yazsan iki satır tutmayacak konu önerenlerden bizi yaz diyenlere, bak sana yazılacak ne buldum diye gelenlerden bana ne dercesine omuz silken ama dayanamayıp akıl verenlere, bir dolu insan.

Oysa haftalık yazmanın, hele hele eliniz kolunuz bağlıyken en büyük derdi şu: Gündemi yakalasanız yazı çıktığında kaçmış oluyor, gündemden dem vurmasanız üstünüze fütursuz yaftası yapışıyor.

Peki madem öyle, o zaman geleneği bozalım, yemeği içmeyi bir kenara bırakıp gündemden dem vuralım.

Vurmasına vuralım da, önce Bodrum’un gündemi ne onu saptayalım.

Bana sorarsanız üç kalem:

Birincisi ve en önemlisi bütün ülkede olduğu gibi Seçimler...

İkincisi yöreyi vuran Yangınlar...

Üçüncü kalem de her yaz olduğu üzre, gelmeyen turistler, işletmeleri yeterince doldurmayan İnsanlar..

O zaman başlayalım:

İNSANLAR: Terk etmişler... gitmişler...

İnsanlar dediysem, hesap kitap yapmadan iki ay için dudak uçuklatan kiralar ödemeyi göze alan, umutlarını gelecek kalabalıkları kazıklamaya bağlayan işletmecilerin sözünü ettiği insanlar.

Terk etmişler, gitmişler, küsmüşler...

Ağustos’ta gelirlermiş...

Geçen yılın felaketi futbol ise bu yılın felaketi seçimlermiş...

Hepsi palavra!

Ağlaşacaklarına dursunlar...

Dönüp kendilerine baksınlar...

SEÇİMLER: Plajlarda aynı soru, kime oy verilecek?

Ortada miting, bayrak, hoparlörleri sonuna kadar açık seçim şarkıları çalan, arada da sıtma görmemiş sesleriyle slogan atan partililerin doluştuğu minibüsler yok. Ama her otobüs durağına, her reklam panosuna afişler asılı. Gökte uçan bir cisme bakıyorlarmış gibi havaya bakan bir grup insanın önünde gergin yüzüyle gülümseyen Baykal’lı CHP, dünyaya bir oyla cevap verilmesini isteyen Devlet’li MHP, sanki kaybedilmemiş gibi kaybedecek beş yıl olmadığını söyleyen ve kendinden başka gül tanımadığı için olsa gerek tek başına boy gösteren Erdoğan’lı AKP ve gülüyor mu ağlıyor mu pek anlaşılamayan yüz ifadesi ve soyadını atmış Mehmet’i ile DP’nin afişleri her yanda.

Bu işin propaganda faslı..

Seçmenlere gelince, her yerde ama her yerde, sokaklarda plajlarda, iki adım üç kulaç arası konuşmalarda sorulan soru aynı. Kime oy verilecek?

Herkes birbirine aynı soruyu soruyor da, kimse aldığı cevaptan memnun kalmıyor. Herkesin aklı karışık. Kime oy verilmeyeceği belli de, kime verileceği değil. Meclis aritmetiği üzerine kafa yormalar, barajı aşar mı acaba kaygıları, bölünmeyelim çağrıları gırla.

Millet harıl harıl dönüş hazırlığında.

THY’nin ayın yirmisinde greve girebileceği gibi küçük bir gazete haberi bile infial yaratmaya yetti. İşin aslı araştırıldı, alınacaksa bile grev kararının seçimlerden sonra alınacağı anlaşıldı da yüreklere su serpildi.

Garajlardan kalkan bütün otobüsler ağzına kadar dolu.

Geçen gün yolum düştüğünde oturup izledim.

İzmir, Balıkesir, Aydın, Manisa gibi yakın kentlere sefer yapan otobüslerin yolcuları şortlu şıpıdıklı babalar, işlemeli terlikli anneler ve annelerinin eteklerine yapışmış bebelerle orta sınıf aileler.

Adana, Antep, Hatay gibi güney illerine gidenlerin çoğu bir iki aile, bir iki yaşlı başlı teyze dışında bıçkın, bitirim delikanlı.

Doğu ve Güneydoğu’ya gidenlerin çoğu gözle görülür biçimde yoksul. Yolcular arasında hemen hiç kadın yok. Göçmen aileler nüfuslarını da buraya aldırdıkları için dönenler daha çok kış aylarında çalışmak için buraya gelenler.

Yaz aylarında misket gözlerine güvenip İngiliz gelin avına çıkmayı, soluğu yurtdışında almayı uman açıkgözler bile yollara düştüyse eğer, herkesin kafasına göre anket yaptırttığı, dolayısıyla da seçim sonuçlarının kestirilemeyeceği bu günlerde belki de kesin olan tek şey, Doğu ve Güneydoğu’da oy patlaması yaşanacağı.

Refik’ten biliyorum:

Yol parası bulamayan yoksullara cebi para görenler bilet aldı, imece usulü toplanan paralarla azıklar hazırlandı, okuma yazması olanlar olmayanlara belleti; bağımsız adayların isimleri ezberlendi.

Ne denir? Umut fakirin ekmeği.

Burada seçim havası böyle.

YANGINLAR: Torba kavşağında eli böğründe yüzlerce insanla yangını seyrettim

Gün geçmiyor ki bir tepenin ardından dumanlar yükselmesin.

Bodrum cayır cayır yanıyor.

Direnen son çama, son ağaca kadar da yanacağa benziyor.

Rivayet muhtelif. Kimine göre yangınları çıkaranlar rant peşinde koşanlar, kimine göre teröristler.

Rivayet muhtelif ama herkesin hemfikir olduğu şey ormanların öyle atılan izmaritle, şişe camının kozalakları tutuşturmasıyla çıkmış yangınlarla kül olmadığı.

Haklılar da.

Rastlantının bu kadarı fazla.

Ne zaman fırtına sınıfına girecek kadar güçlü bir rüzgar olsa, o zaman tutuşuyor ortalık. Bir yerde tutuşsa iyi. Yedi yerde, sekiz yerde başlıyor yangın. Yalıçiftlik’i kül edeni evi yalayıp geçti. Ben her şeyden bihaber evde otururken bir arkadaşım aradı, evin sırtını dayadığı tepeden dumanlar yükseldiğini söyledi.

Demeye kalmadı hava karardı. Her yanı duman sardı. Ben öyle havayı koklayıp rüzgar tahmini yapanlardan değilim. Rüzgarın nereden estiğini anlamak için babadan görme bir yöntemim var: Parmağımı ağzıma sokar havaya tutarım. Hani ne yanı önce kuruyorsa oradan esiyor derler ya. Yalan. Buranın rüzgarı döne döne esiyor, dolayısıyla alevlerin nereye gideceği kolay kestirilemiyor. Önce telaşlanmadım. Ama ne zaman ki dumanın yerini alevler aldı içimi korku kapladı. Yangından mal kaçırıyor diye bir tabir vardır ya, o da yalan. Neyi kaçıracaksınız? Kaçırılsa kaçırılsa can kaçırılıyor. Elena’ya fırla dedim, Zıpkın’ı kucağıma aldım, mal olarak da pasaportumu çantaya attım. Bir de dizüstünü. Çıktık. İki adım attım atmadım, dönüp dizüstünü de eve bıraktım.

İki yazı üç mesaj...

Yansa ne olur yanmasa ne olur.

Nereye gideceğimizi bilmiyoruz.

Şaşkın şaşkın birbirimize bakıyoruz.

Dumandan, yalımdan, rüzgardan tedirgin Zıpkın havlamayı kesti ağlamaya başladı.

Onunla birlikte ben de.

Eskiden yangın var dendiğinde ayaklanırdık. Kovalar elden ele geçirilir, tutuşan makilere kum serpilir, erkekler hendek kazar herkes oradan oraya koşardı.

Yangına kürekle gitmek de kalmadı artık. Küreği kapsan bile hangisine yetişeceksin? Nerede başladığını nasıl bileceksin?

Gittim, Torba kavşağında benim gibi eli böğründe kalan yüzlerce insanla yangını seyrettim: Sönmedi, sönmedi, sönmedi. Söndürülemedi.

Gün boyu dağlardan duman yükseldi. Telefonlar sustu, elektrik kesildi, haberleşme bitti.

Afet kendi söylencesini kendi üretti: Demir evler yanıyormuş... Kedilerin kuyruğuna gaz tenekesi bağlamış ormana salmışlar... Gündoğan’da da başlamış... Kempinski boşaltılmış... Alevler Halikarnas’a dayanmış...

Çatırdaya çatırdaya, ağlaya ağlaya yandı koca orman.

Aradan bir hafta geçti.

Bir tane daha.

Bu kez Milas, Güvercinlik, Doktorlar Sitesi, Maya tehdit altında.

Öyle yandı öyle yandı ki, yok olan Halep çamlarının külleri iki gün boyunca yağmur gibi denizin, caddelerin, evlerin, tentelerin üzerine yağdı. İçimizi dışımızı yağlı kara kapladı.

Ertesi gün gazetelerde okuduğumuz Akoral haberi kararan yüreklerimizi dağladı.

Yeni bir felakete kadar, yangın da bu kadar.
Yazının Devamını Oku

Eksildik ve geçmişimizi temize çektik hayallerimizi de teknelere bindirdik

14 Temmuz 2007
Teknenin kıçında oturmuş konuşmadan denize bakıyoruz. Sekiz kişi.

Kimimiz oradan kimimiz buradan gelmiş Martı Marina’da buluşmuşuz.

Bütün kış bu hayalle geçti.

Tekne hayaliyle.

Nereden olursa artık, Bodrum, Göcek, Marmaris herhangi bir limandan, hangisi olursa artık gulet, tirandil, yelkenli bir tekneye binecek ve kış boyu biriktirdiğimiz ne varsa denize dökeceğiz: Sinir, kaygı, endişe, öfke, yorgunluk... Ne varsa.

Dökecek ve döneceğiz.

Yeniden sinir, yeniden kaygı, yeniden endişe, yeniden öfke, yeniden yorgunluk yüklenmek ve kış boyu bir araya gelebildiğimiz ender zamanlarda yeniden Ege’nin bir limanından herhangi bir tekneye binip denize açılma hayali kurabilmek için.

Adı ister Frenklerin dediği gibi Cercle vicieux ya da eskilerin dediği gibi fasit daire olsun, halimiz kuyruğu ağzına girmiş yılan tasviri gibi.

Biliyoruz, biliyoruz da elimizden gelen bu.

Başını alıp gitmeler, gidilebileceğini sanmalar, aşık olmalar, aşkını biricik sanmalar çağı geçti çoktan.

Yaz denince aklına kor düşen, sonunda küle dönen biz değildik sanki.

Eksildik ve ’geçmişimizi temize çektik’.

Hayallerimizi de... Teknelere bindirdik.

İLK SÖZÜ SÖYLEYENİLK GÜNAHI İŞLEYECEK SANKİ

Bir gün önce gelenler, mübayayı yapmış, denizin rehavetine kendilerini kaptırmışlar bile.

Sıcak inmiş ama akşam çökmemiş.

Yaz günlerinin bitmek bilmez mahmur ikindileri vardır ya onlardan biri.

Kıçta oturmuş tek kelime etmeden denize bakıyoruz.

İlk sözü söyleyen ilk günahı işleyecek sanki.

Sonra Alev gözleri ufka dikili, duyulur duyulmaz bir sesle "Mavi huydur bende" dedi. Çanaklarından söz ediyor sandık. Ne zaman ki daha da kısık bir sesle "Edip’i özledim" diye ekledi o zaman anladık.

Kimse hangi Edip diye sormadı.

Mavinin rakı gibi, şiir gibi, karanfil gibi, kendine dadanan bir huy olduğunu söyleyecek Cansever dışında Edip mi var ki?

Selimiye’nin arka koylarından birine demirliyoruz.

Tenha.

Bir biz varız bir de Ferideile Atilla.

Şükür, bağlanacak dal bulunmayan, sessizliğinin sarhoş naraları ile yarıldığı, müziği sonuna kadar açan onlarca teknenin koyun koyuna yattığı koylardan değil burası.

Önden gelenler yani şanslı dörtlü, geceyi Bozburun’da geçirmiş, akşam yemeğini de Orfoz’da yemişler. Handiyse bir yıl önce yapılan programı bozup onlara bir gün geç katılmamızı burnumuzdan getirmek için ballandıra ballandıra yediklerini içtiklerini anlatıyor, bu küçük köyün bu küçük lokantasında yenilen yemeklerin başka yerde kolay kolay bulunmayacak nefasette olduğunu söylüyorlar.

Şanslı dörtlüden biri Türkiye’nin en iyi erbaplarından olmasa bizi kıskandırmak için abartıyorlar diyeceğim ama her konuyla dalgasını geçebilen ama iş yemek konusuna geldi mi dünyanın en ciddi adamı kesilen Mert bile böyle söylüyorsa ne yapıp etmeli dönüş yolunda rotayı Orfoz’a çevirmeli diyoruz.

Lüksün şeytan gibi ayrıntıda gizli olduğu yer

Bir de dillerinden düşmeyen ikinci bir yer var ki, adı bana aşina. Sabrina’nın Yeri.

Bundan yirmi yıl önce bir delilik anımda, motorla, o zamanlar yaz aylarında Bozburun’u mesken tutan arkadaşlarımla buluşmak için adı gibi boz bu küçük köye gitmiş, orada kaldığım süre içinde Sabrina’da konaklamıştım.

BAKICIYA ÁŞIK OLAN SABRİNA

Dillerinin dönmediği Sabrina adını Sabiha’ya devşiren köylüler, uzak diyardan gelen ve köyün gençlerinden birine aşık olduğu için memleketine dönmeyip koyun ucundaki köy evini pansiyona dönüştüren bu garip yabancının öyküsünü anlatmışlardı.

Sabiha kız ufacık tefecikti emme tuttuğunu koparır cinstendi.

Önceleri yaptıklarına akıl sır erdirememişlerdi.

İşe, yerine plastiklerini koydukları için fırlatıp attıkları tahta iskemleleri toplamakla başlayıp bulduğu kırık dökük eşyaları onarmış, her birini deli fişek renklere boyayıp, oraya bir masa atmış, buraya bir oya asmış sonunda iki kuruş üç paraya benim gibi şehirlilerin pek beğendiği Sabrina’nın Evi’ni açmıştı.

Üstelik balıkçı yolu gözlemekten de sıkılıp, uğruna memleketini terk ettiği gençten ayrılmış, denizle dağ arasına sıkışmış bu garip köyü terk etmekten başka şey düşünmeyen gençlere inat buralara yerleşip kalmıştı.

İşin gerçeği elbette onların anlattıkları gibi değildi.

Küçük pansiyona girdiğiniz anda farklı ve zevkli bir kadının dünyasına adım attığınızı anlıyordunuz.

Doğup büyüdüğü ülkeden kaçmasının nedenini de ancak tahmin edebiliyordunuz. Orada kaldığım süre içerisinde densizlik edip kendisine bu konu hakkında soru soranları nasıl geçiştirdiğini görmüş, mühürlenen dilinin gerisinde balıkçı delikanlıya duyulan aşktan öte bir hikaye olduğunu sezmiştim.

Sonra gel zaman git zaman onu da o küçük pansiyonda geçirdiğim günleri de unuttum.

Geçen yıl Nur Çintay’ın yazdığı Sabrina yazısı beni yeniden eskilere götürdü. Yazıdan anlaşıldığı üzere bu kuzeyli kadının, bu boz diyarda elleriyle yaptığı mekan hálá yörenin en güzel yerlerindendi. Şaşırmadım.

Tıpkı bizimkiler de anlattığında şaşırmadığım gibi.

Sonra yavaş yavaş anlatılan yerin aynı yer olmadığını anladım.

Tamam adı aynı kalmıştı: Sabrina. Sabrina’nın pansiyonu el değiştirmiş, küçük bir otele dönüşmüştü.

Önce içim cız etti.

Ama neden olmasındı ki? Arkasına bakmadan gelenler arkasına bakmadan da giderlerdi. İyi de ederlerdi.

Sabrina Haus’a işte bu duygularla gittim.

Ben aslında geçmişe özlem duyan biri değilimdir.Yeniliği, değişikliği severim. Yeter ki gelen gideni aratmasın.

Aratmamış.

Hem de hiç.

Sabrina’nın yeri, her biri farklı renge boyalı iskemlelerin farklı renge boyalı tahta masalar çevresine dizildiği, çay bardaklarının kulplarına nazar boncuklarının geçirildiği zevkli ama basit bir yerdi. Sabrina Haus ise müthiş zevkli ama lüks bir yer.

Aman ha lüks deyince aklınıza pahayı baş tacı eden, sadelik yerine gösterişi, şatafatı, debdebeyi seçen, bu kıyılarda örneğine bolca rastladığımız, bulunduğu coğrafyadan bihaber yerlerden biri gelmesin.

LÜKS AYRINTIDA GİZLİ

Sabrina Haus lüksün şeytan gibi ayrıntıda gizli olduğu bir yer.

Sahile dizili şezlonglardan, odalarda kullanılan cibinlik kumaşlarına, servis elemanlarının kıyafetlerinden, bardak altlıklarına kadar bu böyle.

Bundan bir süre önce Mesut Gümüştaş ve eşinin yolu biraz da rastlantısal olarak Bozburun’a düşmüş. Düşüş o düşüş. Tam da o sıralarda artık emekli olmayı düşünen Sabrina’dan Bozburun’un bu ayrıksı pansiyonunu satın almış ve yılların yorgunluğunu silmek için hummalı bir çalışmaya girişmişler: Üç ay gibi kısa bir süre içerisinde başardıklarını görmek için ya hálá ancak deniz yoluyla gelinebilen Sabrina Haus’a gelmeli ya da web sayfasını ziyaret etmelisiniz. Her biri farklı açılardan denizi gören 14 odayı, girişteki lobiyi, beyazın egemenliğini, lekeler halinde kullanılan camgöbeği rengini kısaca başardıkları her şeyi görmeye değer.

Adres: www.sabrinashaus.com
Yazının Devamını Oku

Arkadaşım Lulu, küçük evleri, küçük tatilleri, küçük hisleri, küçük işleri sevmeyen Lulu...

7 Temmuz 2007
Arkadaşım Lulu, takma adı değil gerçek adı bu ve o adının Lulu olmasından müthiş mutlu, kolay kolay bir şeyi beğenmez. Sivri dillidir de üstelik.

Beğenmediği her neyse ağzında yuvarlamaz, pat diye söyler: Yakışmamış der, olmamış der, pişmemiş der, pahalı der, ucuz ama yaramaz der, der oğlu der.

Yanında iken gene beğenmediği bir şeye rastlayacak da konuşacak diye insanın içine ateş düşer.

Sefa ehlidir.

Yemeyi, içmeyi, gezmeyi sever.

Bir bahane bulmaya görsün, ama iş ama keyif için, kalkar dünyanın öbür ucuna gider.

Elinde olsa sözlükten küçük sözcüğünü çıkarır.

İşte o Lulu, küçük evleri, küçük tatilleri, küçük hisleri, küçük işleri sevmeyen Lulu, bir tek Bodrum’a, Bodrum’a da değil Bodrum’un denizine laf söyletmez.

Herkesin burun kıvırdığı, buraların tadı kaçtı demeyi pek sevdiği şu günlerde bile bu sulara laf ettirmez.

Geçen yıl arkadaşlarıyla birlikte, tekneye binmiş, sırf karşılaştırabilsin diye, Fransa, İtalya, İspanya kıyılarına gitmiş ve Cebelitarık’ı aşıp gelen iri denizanalarını yarıp yüzmeyi başaramadığı için üzerlerine çarpı atıp dönmüştür.

Yanılıp şaşırıp biri ona Riviera demeye kalksa, karşısındakinin sözünü ettiği zeytinyağı bile olsa, hop oturur hop kalkar, sinirlenir.

Ama Hırvatistan’ın hakkını da Hırvatistan’a verir.

Demem o ki, beğendiğini beğenir.

Yarımadanın her köyü elbette onun sıfırcı öğretmenler gibi verdiği notlardan geçer not almaz: Akyarlar’ın denizi harika ama yolu cefalıdır. Turgutreis’e başka bir iş için gitmekte yarar vardır. On iki yaşındaki Turgut’un gemiden atlayarak geldiği söylenen derya, fazla açık fazla dalgalıdır. Yalıkavak sersemletir, rüzgarlıdır. Türkbükü mayo giyip denize girmeyenlere bırakılmalıdır. Torba’nın suyu sıcak havası basıktır. Bitez yürü yürü bitmez, sığdır. Gümbet’in denizi iyi olsa neye yarar, sahil artık deniz adabı bilmeyen bir milletin, İngilizlerin toprağıdır. Ortakent iyidir, hoştur da kalabalıktır. Yahşi adı gibidir, güzeldir. Yalıçiftlik, tahtalara tık tık, keşfedilmemiş cennettir. Ama Aktur’un kurulduğu burun istisnasız yarımadanın ennn güzel denizidir.

İşte o Lulu, küçük evleri, küçük tatilleri, küçük hisleri, küçük işleri sevmeyen Lulu tek istisna olarak gelir, Aktur ya da yakınlarında bir yerde kolunu açsan odanın iki duvarına değiyor dediği küçücük evlerden birini tutar.

Ve bavulunu bile açmadan kendini denize atar.

Çivi gibiymiş aldırmaz, lodosmuş fark etmez başı ummanda nokta gibi kalana dek yüzer.

Bu böyle üç beş gün sürer.

Ne zamanki denizle özlem giderilir sıra araştırma faslına gelir: Nerede ne yenir, nerede ne içilir, yeni bir yer açılmış mıdır, açılmışsa nasıldır, soruşturmaya başlar.

Ve ilk olarak da bana sorar.

Başka biri olsa iş kolay. Ama soran o olunca cevap vermeden önce iki kez düşünmek gerek.

SERVİS HIZLI, FİYATLAR FEVKALADENİN FEVKİ

Gelelim Gündoğan’a.

Reana ki köylülerin dilindeki adı Reina, Gündoğan sakinlerinin yakından tanıdığı, yakından tanımayı bırakın hemen her gece tıka basa doldurduğu deniz kıyısında nefis bir lokanta. Tertemiz, pırıl pırıl, mis gibi. Aile işletmesi. Adını annenin adının ilk hecesinden alan ve bütün yemekleri gene Remziye Hanım tarafından yapılan Reana’yı değil Lulu’ya Lulu’dan bile müşkülpesent herkese gönül rahatlığıyla tavsiye ederim. Bir kere yemekler gerçekten iyi. Yerel mezeler kadar Türk mutfağının baş tacı börekler, turşular, sebzeler de harika. Balık ızgaralar ne çiğ ne kuru tam kıvamında. Deniz ürünleri de öyle. Servis hızlı. Ve fiyatlar insanı şaşırtacak cinsten. Makul ötesi, fevkaladenin fevki.

Sonunda bu üç adreste karar kıldım

Bu yıl daha o sormadan neresini söylesem de eleştirilmesem diye düşünmeye başladım: Kış boyu handiyse ayda iki kez Bodruma’a geldim, ama değil çıkıp dolaşmak iş biter bitmez otele dönüp yatağa serildim. Mecalim kaldığında da Marina’da yemek yedim. Mayıs ayı çamur yağmuruna tutuldum, üşüdüm titredim otelden çıkıp hiç bir yere gitmedim. Haziran başı evleri yetiştireceğim diye terledim ve kendi yemeğimi kendim pişirdim. Şunun şurasında iki haftadır rahatım ama gidip gördüğüm yerler bir elin parmaklarını geçmiyor. İşte bu beş adresi kafamda evirip çeviriyor, hangisi Lulu’ya uygun, ölçüp biçiyorum. Sonunda üçünde karar kıldım.

Biri Bodrum’da.

Biri Gündoğan’da.

Biri Torba’da.

GÜNBATIMINDA O BAR İNSANI TEK KADEHTE SARHOŞ YAPAR

Torba’ya gelince.

Torba’daki adres bir lokanta değil, bir otel.

Hatta otel bile denmez, içinde on iki suiti olan, yanı başında son üç yılını otelin yapımına adamış sahibesinin evinin de bulunduğu bir butik otel. Aslında butik otel lafını da çok sevmiyorum ama Casa dell’arte’ye başka ne denilebileceğini kestiremiyorum. Bir zamanlar bu diyarlarda izine pek rastlanmayan ama son yıllarda mebzul miktarda artan, oda sayısı kısıtlı diye adının başına butik yaftasının eklendiği otellerden değil, sözünü ettiğim Casa dell’arte.

Eğer butik otel farklı, güzel, insana kendini özel hissettiren konaklama yeri demekse ki, öyle demek olsa gerek, Casa dell’arte tam tamına böyle bir yer. Torba’nın cennet koylarından bir zamanların salaş balıkçısı Ali Gonca’nın yanıbaşında yapılmış bu taş bina, gerçekten yarımadanın bu güne kadar gördüğü en iddialı yerlerden biri. Belli ki çok ama çok para harcanmış ve hiçbir masraftan kaçınılmamış.

Büyük, heybetli bir kapıdan giriyor ve ortasında uzun dikdörtgen bir havuzun bulunduğu geniş avluyu geçip otele giriyorsunuz. Avlunun sağı solu dell’arte lafının hakkını vermek için olsa gerek Evin Galerisi’ne tahsis edilmiş. Bu uzun avlunun iki yanındaki kapalı alanlarda çağdaş Türk ressamlarının resimleri sergileniyor. Afrika sanatının devasa heykelleri gene aynı avlunun sağına soluna serpiştirilmiş. Gökyüzüne asılı gibi duran ferforje avizeler İtalya’dan getirtilmiş. Avluyu geçip de içeri girildiğinde ortada büyük kanapesi ile bir oturma yeri, sağda ve solda yer alan alanlarda antikalarla döşenmiş iki salon var. Biri oturma, diğeri yemek odası olarak düşünülmüş. Yere kadar inen cam kapıyı açıp da bahçeye çıkıldığında karşınıza çıkan bar, bir de günbatımında gidilirse insanı tek kadehte sarhoş yapar. Ne bahçede ne önünde heybetli bir teknenin bağlı durduğu iskelede, ayrıca bir yemek mekanı yok. Müşterilerin istedikleri yerde yemek yemeleri amaçlanmış.

Küçük denilen odalar orta halli bir site evi kadar.

Büyük denilenlere kalabalık bir aile sığar.

Eh, hal böyle olunca fiyatlar da ona göre: İnsanın elini yakan cinsten.

Ama anladığım kadarıyla fiyatlar diğer butik otellerin fiyatlarından farklı değil, ayrıca konaklamak da şart değil. Yemek yemedim ama sözünü ettiğim barda bir içki içtim ve her yerde ödediğim fiyatı ödedim.

Gidilmeli, görülmeli derim.

Sevgili Lulu, işte sana hangisine gidersen git seveceğini düşündüğüm üç mekan.

Ve de benden bu kadar!

BAHÇEDE YEMEK BİRAZ DA ESKİ GÜNLERE DÖNMEK DEMEK

Bodrum’da olan yani Bistro Marina Class, adından da anlaşılacağı üzere Bodrum Marina’nın yakınlarında. Ünlü balıkçı Memedof’un köşesinden sapıyor, tabelaları izleye izleye eski bir Bodrum evine varıyorsunuz. Bistro Marina mavi söveli, bahçesinde palmiye ve muz ağaçlarının olduğu, merkeze yakın olmakla birlikte şehrin curcunasından uzak bir lokanta. İşletmeciliğini eski dost, Osman Kerimol yapıyor, dolayısıyla gidildiğinde tanıdık simalarla karşılaşılıyor. Tahta masalarına bembeyaz örtüler serili bu serin bahçede yemek yemek, biraz da eski günlere dönmek demek. Salı geceleri canlı müzik var. Yemekler diğer lokantaların yemeklerinden, daha doğrusu burada sıklıkla karşınıza çıkan yemeklerden farklı. Demem o ki, menüde deniz börülcesi ve yoğurtlu semizotu salatası baş köşeyi tutmuyor. Mönü kuşkonmazlı somon füme,Vol au vent gibi başlangıçlar, dömi glas soslu bonfile, pazı yaprağına sarılı somon, rokfor soslu tortellini gibi iddialı yemeklerden oluşmuş. Şarap kavı Kavaklıdere ve Doluca’nın yaygın markalarından oluşuyor. Fiyatlar başlangıçlar için olsun ana yemekler için olsun 15-25 lira arası. Şehirde kalıp da gürültüden kaçanlar için mükemmel.
Yazının Devamını Oku

Bir baktım, Yalın, tıpkı şarkısındaki gibi elinde kırmızı güller, bize doğru gelmekte

30 Haziran 2007
Hani insanın İstanbul’a bir kez daha aşık olduğu, çektirdiği bütün sıkıntıları unuttuğu zamanlar vardır ya: Köprüden geçer, Salacak’ta salınır, damlar üzerinden Haliç’e bakıp tepelerden Boğaz’ı seyrederken içinin titrediği zamanlar... İşte bu da öyle bir akşam..

Henüz deli sıcaklar bastırmamış.

Vogue’un püfür püfür terasında oturmuş tüten Boğaz’a bakarak buz gibi şaraplarımızı içiyoruz.

Yemek için oldukça erken bir saat olduğundan teras tenha.

Barda buranın müdavimi oldukları barmenle kurdukları ahbaplıktan belli bir iki genç adam, kaçamak yaptıkları manzara yerine birbirlerine ve tedirgin gözlerle içeri girenlere bakmalarından anlaşılan bir çift, geç öğle yemeğine oturmuş ve kalkamamış bir arkadaş grubu, mesai bitimi eve dönüp televizyon seyretmektense İstanbul’u seyretmeyi yeğleyen iki işarkadaşı, oflayıp poflamalarından ebeveyn zoruyla geldikleri anlaşılan ve patlayacak kadar sıkıldıkları yüzlerinden akan iki yeniyetme ile onların açık protestolarını görmezden gelen anne babanın oluşturduğu bir çekirdek aile.

Hepsi bu.

Feride ile tek kelime etmeden oturuyoruz.

Bir şeyler söylesek anın büyüsü bozulacak sanki..

Oysa birazdan bize katılacak genç adam hakkında ona sormak istediğim bir sürü soru var. Vazgeçiyorum.

Geldiğinde kendine sorarım artık.





Bundan iki yıl kadar önce gene böyle bir yaz vakti, Feride ile gittiğimiz tatil geliyor aklıma.

Tatil süresince Feride pek de güzel olduğunu söyleyemeyeceğim sesiyle Günaydın demeden "Bu sabah erken kalktım, gittim sana güller aldım" diye şakımaya başlıyor, yetmezmiş gibi de şarkının sahibini bilmediğimiz için bizi ayıplıyordu.

Nasıl olur da adı dilden dile dolaşan bu genci tanımazdık?

Şarkılarını ezberlemezdik?

Yazdıklarını es geçerdik?

Bizimki düpedüz çifte standarttı işte.

Leonard Cohen’e bayılıyor ama onu tanımıyorduk bile.

HAYATIMA NASIL GİRDİ

Eleştirilerinden mi, sesinden mi bunaldıklarını bilemeyeceğim ama grubun erkekleri bir sabah erkenden kalkıp bulabildikleri tüm gülleri Feride’ye getirdiler ama nafile.

O gene diline dolanan şarkıyı söylemeye devam etti, yetmedi sıcak mıcak dinlemeden Rumelihisar’a gözünde çapak gül almaya giden genç şarkıcının konserini izlemeye gitti.

Yalın’ın adı hayatıma işte böyle girdi.

Önce gazetelerde adına rastladıkça hakkında yapılan haberleri okur oldum.

Londra’da yaşadığını öğrendim.

Sonra çalınan şarkılarına kulak kabarttım. Birkaç tanesini müthiş sevdim.

Hemen gidip CD’lerini edindim. Şarkı sözlerine bayıldım.

Hayatta tanıdığım ender kentsoylulardan Ayşem’in kuzini olduğunu öğrendiğimde şaşırdım.

Ferai’nin yeğeni dediklerinde afalladım.

Ben sever bayılır, afallayıp şaşırırken aramızda onu keşfetmenin haklı gururunu yaşayan Feride çoktan kendisiyle tanışmış hatta yanılmıyorsam birlikte çalışmaya bile başlamış.

Vogue ’daki yemeği de ayarlayan o.

Teras kalabalıklaştı.

Yan masadakiler solan günün kıymetini bilenlerden değil. Yüksek sesle konuşup yerli yersiz gülüşüyorlar.

İlerideki yeniyetmeler dokunsan ağlayacak haldeler. Kıpırdanmaların yerini ergenliğe özgü akort edilmemiş seslerle tartışmalar aldı.

Vakit gelmiş olmalı: Kaçamakçı sevgililer gitti ama onların yerine gargaracı bir grup geldi.

Kalabalıkla birlikte gürültü de arttı diye söylenmeye hazırlanırken ister inanın ister inanmayın tıp oyunundaki gibi bütün sesler bir anda kesildi.

Ben arkam kapıya dönük oturuyorum.

Ne olduğunu anlayamadan Feride’nin kalktığını gördüm ve döndüm.

Bir baktım, Yalın tıpkı şarkısındaki gibi elinde kırmızı güller, bize doğru gelmekte.

Resim komik: Bir masada yaşını başını almış iki kadın konuşmaksızın öylece otururken içeri genç, ünlü, yakışıklı, şık bir adam elinde gül buketleriyle giriyor ve kimseye bakmadan doğruca kadınlara gidip en nazik haliyle buketleri veriyor.

YALIN GELİNCE HERKES SUSTU

Herkes gibi benim de zaman zaman imrenildiğim, özenildiğim, kıskanıldığım anlar olmuştur ama eminim hiçbiri o gün Vogue’un terasındaki kadar aşikar değildi.

Gargaracı gruptaki bütün genç kızların sesi kesildi, yeniyetmelerin dilleri tutuldu.

Erkeklerde bir kendine gelme, kadınlarda bir kendinden geçme hali ki anlatılamaz.

Uyandırdığı bütün etkiye, erken gelen şöhrete karşın Yalın adı gibi biri: Yalın.

Aman ha yanlış anlaşılmasın: Yalın derken insanı pek de ilgilendirmeyen handiyse sıradanlıkla karıştırılabilecek bir sadelikten söz etmiyorum. Yalını kelimenin o güzel anlamıyla kullanıyorum. Gösterişten uzak, süsten kaçan, fazlalıklarından arınmış anlamında.

Şöhret ve paranın çok genç yaşta gelmesinin insanı nasıl çığırından çıkardığı bilinir: Ne oldum delisi olmamak her babayiğidin harcı değildir.

Yığınların koşulsuz hayranlığı, çevreyi bir anda saran asalaklar, işin doğası gereği çalışmak zorunda kalınan insanlar, televizyon, sahne, söyleşiler derken perçinlenen şöhret ve bu şöhrete koşut gelen para insanın ayağını yerden kesebilir. Kesmekle de kalmaz uçurabilir.

Uçmamak için bir ip gerekir.

İnsanı gerçeğe, sahi olana, geldiği yere bağlayan bir ip.

Kimilerinin şansı vardır, ipleri Yalın’ınki gibidir: Halattandır.

Kimilerinin yoktur, pamuktandır.

Yemeklerimizi söyledik.

Biraz kendinden söz etmesini istedim.

Saint Joseph’li.

GÖZÜ LOS ANGELES’TA

Her Türk burjuva ailesi gibi Yalın’ın ailesi de genç yaşında müziğe tutkun oğullarını desteklemiş.

Üniversiteye kadar...

İş müzik okumaya geldiğinde gene her burjuva Türk ailesinde görülen sorun ortaya çıkmış. Sanat iyiymiş hoşmuş ama önce bileğe takılacak altın bilezik şartmış. Bilgi Üniversitesi Ekonomi bölümüne yazılması, müziğin beşiği diye gördüğü Londra’ya taşındıktan sonra bile babasına verdiği sözü tutmak için Ekonomi bölümünü bitirmesi bundan.

Gözünü Los Angeles’a diktiğini, kazandığını işine yatırdığını ve büyük düşündüğünü anlatıyor.

Belli: Mutlakiyet duygusu liseden, sözünün eri olması aileden yadigar.

Yeteneğinin nedeni ise genleri.

Peki ama bu genç yaşında;

Işığa çevirdiğim kadar aydınlanır yüzüm

acıyı sahiplenip sevdiğim hüzün

güneşe dönüp taptığım huzur

ben daha anlayamadan cümlelerime can verdiniz.

Her kimseniz ve ne sebeple geldiyseniz, gitmeyiniz..

Demesinin sırrı?

Hurafilik olacak ama, kim bilir bunun sırrı da belki isminde gizli.
Yazının Devamını Oku