Zifiri, altın harfli davetiye

Geçen hafta şampanyanın köpüğü siyaset balonuna kurban gitti. Paris dönüşü öyle mutsuzdum ki, oraya gitme nedenim olan daveti yazacağıma oturdum hal-i-pür melalimi anlatan bir yazı yazdım.

İnsan yazarken anlamıyor da, yazı basılıp gazeteyi eline aldığında ayılıyor: Başlıkta kocaman bir Gusto yaftası, altında da gusto sözcüğü ile bağdaşması imkansız bir şahsiyetin fotoğrafı.

Sayfa başlığını değiştiremeyeceğime göre bir an önce sadede gelmeli ve Moet et Chandon’un 2000 yılı hasatının dünya tanıtımı için verdiği davetten söz etmeliyim.

Birkaç ay önce eve döndüğümde bulduğum davetiye aslında nasıl bir davete davet edildiğimin de ipucunu veriyordu.

Bilirsiniz, davetiye seçme işi kolay değildir: Boyu bosu, kağıdı, zarfı, zarfın üzerindeki kaligrafi derken bazen iş çığırından çıkar. Ortaya da davetle ilgisi olmayan bir davetiye çıkar.

Nişan töreni için fazla cafcaflı, sıradan bir açılış için fazla iddialı, ağırbaşlı bir davet için fazla alacalı, farklı olsun istenirken ucu kaçmış, para bol geldiği için göz çıkarılmış, kimi zaman bol mürekkep iri puntoyla yazılı adların insana battığı, kimi zaman lup gerektirecek kadar gözden kaçtığı çeşit çeşit davetiye, sözünü ettiğim.

Bu farklıydı.

Büyük, zifiri, altın harfli.

Hemen açtım.

Gelen, dediğim gibi ünlü şampanya markasının 2000 yılı hasatını dünya basınına takdim etmek için verdiği davet için gönderdiği davetiye.

Daveti veren belli: Moet et Chandon.

Davet saati de öyle: Akşam yemeği.

Gel gelelim davetin verildiği yer hiç de alışıldık bir yer değil.

Paris’i biraz olsun bilenlerin aşina olduğu, gel gelelim Parislilerin bile orada bugüne kadar herhangi bir davet verildiğine tanık olmadıkları bir yer: Trocadero’daki ünlü müze. Musee de l’Homme.

Önce afalladım.

Homo antecesorların, homo erectusların, homo habilislerin, homo neanderhantislerin arasında şampanya sever homo sapiensler olarak bulunmamız mı uygun görülmüştü?

Çok da kurcalamadım.

Vardı bir bildikleri elbet.

Üstelik işin ucunda Paris yolculuğu da olduğuna göre gideceğimiz yer varsın yıllar önce bilmem hangi nedenle bir kez gittiğim tozlu müze olsun, varsın aramızda binlerce yıllık atalarımız bulunsun, ne fark eder ki?

İkiletmeden kabul ettim.

Sonra araya başka bir yolculuk girdi, o bunla çakıştı, ne yardan ne serden geçilemediği için ikisi art arda geldi ve Amerika’dan dönüldüğünde Paris’e gidildi.

Ama ne yalan, uçak sersemliğine rağmen bir şey ihmal edilmedi.

Hava nasıl oralarda diye bizzat sorulup öğrenildi.

New York’ta buza kesmiştik.

İnternetten öğrendiğimiz hava durumu internetten öğrendiğimiz pek çok şey gibi gerçeği yansıtmamış, hafif soğukça bir hava ile karşılaşacağımızı beklerken kanımız aksa testereyle kesilir misali dondurucu bir rüzgar ve ayazla karşılaşmış, sokakta yürüyememenin, üşüyünce kaçacak delik bulamanın sıkıntısını yaşamıştık.

Gitmeden hava durumunu sormak için telefona sarılmalar, bavul denen ve nedense içi hep fuzuli eşyalarla doldurulup gerekli her şeyin unutulduğu mereti bin bir titizlikle hazırlama çabaları da bundandı.

New York denilen muammada ağzımız yandığından.

Baharmış.

Sabah serin, öğlen sıcak, akşam gene serinmiş.

Yağabilirmiş.

Tedarikli gelinmeliymiş.

Bot? Fazla gelir at.

İnce bir yağmurluk? Şart.

Ne olur ne olmaz bir ceket koymalı, açık ayakkabı almamalı diye bin bir zahmetle bavul yapıldı ve Paris’e adım atar atmaz yapılanın her zamanki gibi boşa kürek çekmek demek olduğu anlaşıldı.

Akşamüstü, güneş çoktan batmış ama hava sıcaklığı hálá otuz derecenin üzerinde.

Bilenler bilir: Paris akşam serinliği nedir bilmeyen şehirlerdendir.

Gün boyu kızan taş hırsını geceden çıkarır. Gece olduğunda hava daha da ısınır.

Otelim Avenue Kleber’de.

Avenue Kleber, belli ki müzeye yakınlığı dolayısıyla seçilmiş. Bu da bana soluklanacak biraz zaman kaldı demektir.

Programa göre saat sekizde kapıda olmalı, beni otelden alıp iki adım ötede davetin yapıldığı yere götürecek kişilere kendimi bırakmalıyım.

Zifiri davetiyenin altında belirtildiği üzere koyu renk elbise ve şehir şıklığı yani uzun elbise gerekmez ama gecenin mana ve ehemmiyetine uygun giyinin anlamına gelen bir ibare olduğu ve buradaki arkadaşlarım da tıpkı internetteki hava durumu gibi beni yanılttıkları için getirdiğim tek gecemsi elbiseyi giymeli, aflasam da uflasam da, terden sırılsıklam olsam da vaktinde davete icabet etmeliyim.

Ettim de.

Müze o gün akşamcı. Ona kadar açık.

Artık erken gelen yazın sersemletici etkisinden mi neden bilmem hiçbir zaman kapısında kuyruk görmediğim handiyse Paris’in en boynu bükük müzesinin önü bu akşam iğne atsan yere düşmez cinsinden.

Kentteki bütün müzeleri gezmeden dönmemeye ahdetmiş turistler, fırsat bu fırsat evrim teorisini yerinde göstermek için sınıflarındaki haydutları kapıp gelmiş öğretmenlerle dolu.

Aralarından geçiyor ve CIA ajanları gibi garip kulaklıklar takmış adamların yön göstermesiyle arka bahçeye geçiyorum.

Ve asansör kapısı önündeki kalabalığı görür görmez başıma neler geleceğini az çok seziyorum.

Kadınların hepsi ama hepsi iplik askılı uçuşan elbiseler giymiş, adamların hepsi ama hepsi ketenleri çekmiş.

Tek karafatma benim.

Üç kat merdiven çıkmayı göze alamadığım için yarım saat kadar asansörün gelmesini bekledim.

Bu arada gelenlerin arkası kesilmiyor.

Şimdiden arkamda elli kişi birikti.

Belki herkes tanış değil ama herkes kimin kim olduğunun farkında.

Hafif baş eğmeler, kırık gülümseyişler, uzaktan el sallamalar, koşup boyuna sarılmalar, sırtı pat patlamalar, n’aaberler n’assısınlar, ayaküstü dedikodular gırla.

Benim yüzümde boş bir gülümseme.

İnsan hiç mi kimseyi tanımaz?

Tanımaz derken uzaktan bile olsa tanımaz. Hani arada yüzüne aşina olduğum bir aktör, gazete sayfalarından tanıdığım bir gazeteci, televizyonda izlediğim bir politikacı, ortada dolanan ve iyi bir magazin okuru olduğuma göre kim olduğunu çıkarabileceğim bir sosyete gülü olsa utanmayıp yanına yanaşacak imza bile isteyeceğim ama yok.

Yüzlerce insanın arasında tanıdığım bir kişi bile yok.

Kendimi şef ünlü mü ünlü, birazdan tadacağın yemekler de doğal olarak harika, eh, içeceğim de eninde sonunda buz gibi şampanya diye avutmaya çalışıyor, sıra beklerken hosteslerin gelenlere dağıttığı yelpazemi fütursuz bir ifade oturttuğumu düşündüğüm yüzüme doğru sallayarak üst kata çıkıyorum.

Ve kendimi cehennem gibi sıcak bir salonda tek kulunu tanımadığım mahşeri bir kalabalığın arasında buluyorum.

Yer bitti.

O zaman arkası haftaya...
Yazarın Tüm Yazıları