Figen Batur

Altmış kişilik uzun siyah masanın konukları dünyanın tasarım alanında en önemli adları

24 Kasım 2007
"Taş parçası denir geçilir ama hepimiz biliyoruz ki öyle değil. <br><br>Taş parçası dediğin ona bakan gözle canlanır, yattığı uykudan ona değen elle uyanır. Sizin sayenizde yüzyıllardır Marmara Adası’nın bir köşesinde uyuyan o taş parçası, taş parçası olmaktan çıktı ve bizleri bu masanın etrafında buluşturdu.

Hepinize geldiğiniz ve ona ruhunuzu kattığınız için teşekkür ederim."

Bunları söylerken o kadar heyecanlı ki sesi titriyor.

Sonra geçip yerine oturuyor.

Ona bakarken ben kimseyi boşuna sevmem diye düşünüyorum.

Daha doğrusu boşuna severim de boşuna beğenmem.

Altmış kişilik uzun siyah masanın konukları şaka değil, dünyanın tasarım alanında en önemli adları.

Kimler yok ki?

MoMA’nın koleksiyonunda eserleri bulunan Campana Brothers’dan Jean Paul Gaultier’nin defileleri için de tasarım yapan Jurgen Bey’e, % 100 Design Tokyo’nun bu yılki kreatif direktörü Michel Young’dan Centre George Pompidou koleksiyonunda yer alan Konstantin Gricic’e, dünyaca ünlü Türk sanatçı Haluk Akaakçe’den gene dünya çapında pek çok koleksiyonda eserleri bulunan Aziz Sarıyer, Defne Koz, Marcelo Rosenbaum, Autoban, Marcio Kogan, Arthur Casas, Tanju Özelgin, Paola Navone, Matali Crasset, Arif Özden, Gökhan Avcıoğlu, Simon Heijdens, Jason Miller’e onlarca isim.

Bir iki eksik hepsi orada.

Hepsi kalkmış ertesi gün 3 numaralı Antrepo’da açılacak sergi için gelmiş.

Hepsi serginin nasıl olacağını, neler yapıldığını, altı ay önce ellerine aldıkları o taş parçasında kimin hangi düşü görüp ne yarattığını merak ediyor.

Masanın konukları sadece sanatçılar değil.

Dünyanın bu alanda en önemli dergisi sayılan Wallpaper’ın baş editörü gibi uluslararası basınla Murat’a bu projesini gerçekleştirmesi için arka çıkan İhracatçılar ve Mermerciler Birliği gibi kurum yöneticileri de var.

Kısaca Block sergisine imza atan, arka çıkan, ter döken, emeği geçen altmış kişi.

İnsanın sesi de içi de titrer.

Kim kurduğu düşün gerçekleştiğini görür de titremez ki?

Hele ki bu düş herkesin yapılamaz dediği bir düşse.

Hele ki deveye hendek atlatmak bile bunun yanında hiç kalır cinsindense.

Yemek devam eder ben yanımdaki yöremdeki ile çan çan ederken, bir taraftan da tanıdığım ilk günden beri heyecanıyla beni büyüleyen bu küçük adamı düşünüyorum.

Geçen yıl tam da bu zamanlarda HAAZ galerisini gezerken söylemiştim: Bazı insanlar dünyaya ufuk açmak için gelirler. Bunu da bile isteye, görev bilinciyle değil sadece varlıklarıyla becerirler. Heyecanları bulaşıcıdır. Onların yanındayken sizin dünyanız da genişler. Kendinizi daha önce düşünmediklerinizi düşünürken bulursunuz. Düşleriniz renklenir, insana durduk yerde bir deli cesareti gelir. Yapamayacağınız bir şey, aşamayacağınız bir engel yokmuş gibi hissedersiniz.

UFKU NASIL TARİF EDERSİNİZ?

Ufku çizgiyle değil düşlerinizle tarif edersiniz.

Çok değil iki yıl önce evinde, pişirdiği levreği yerken bana HAAZ’dan söz ettiğinde ne yalan ortaya çıkacak şeyin ne menem bir şey olduğunu kavramamıştım. Bir tasarım mekanından söz ediyordu. Sun Plaza’nın altında açacağı bu mekanın yaşayan bir yer olacağını söylüyordu. Sadece bir showroom değildi anlattığı. Dünyaca ünlü tasarımcıların eserleri orada sergilenecek, HAAZ onları yapanlarla alanların birbirlerine değdikleri bir yer olacaktı.

İyiydi de nasıl olacaktı?

Sonra HAAZ açıldı.

Orayı gezdiğimde, gidip kendi gözlerimle gördüğümde ne demek istediğini anladım.

Zaten böyle düşler kelimeye gelmez.

Kelimeler, tanımlamalar düşleri yaralar.

Ete kemiğe bürünmelerini, düşü kuranın düşü olmaktan çıkıp hayata geçmelerini beklemek gerekir.

HAAZ açıldıktan sonra Murat elbette durmadı.

Bir projesi daha vardı: HAAZ yemekleri.

Birlikte neler yapılabileceğini konuştuk.

Sonra o bir yana ben başka yere savrulduk.

Geçen yaz Bodrum’da ayaklarımızın suya değdiği mehtaplı bir gecede bana kendisini heyecanlandıran bir mermer işinden söz etti. Tıpkı HAAZ’ın açılışından önceki gibi. Bir şey vardı tamam da tam anlamıyla neydi? Bıraktım, deşmeye anlamaya çalışmadım. Adım gibi emindim. Nasıl olsa yapacağını yapacak bize de ağzımızı açıp şaşırmak kalacaktı. Bekleyelim ve görelimdi.

Sydney dönüşü Feride aradı. Ve Block sergisinden söz etti. Unutma dedi. Yaz bir kenara ayın 14’ünde HAAZ’da akşam yemeğindeyiz. Ama elini sen de taşın altına sokacak, yemek için bize yardım edeceksin.

Zaten gecem gündüzüme karışmış, zaten afallamışım hayal meyal olur dediğimi hatırlıyorum.

Sonraki günlerde Block’un Murat’ın yazın söz ettiği mermer sergisi olduğunu anladım. Marmara Adası’ndan çıkarılan ve başka yerde bulunmayan mermer, dünyanın en önemli tasarımcılarına verilmiş onlardan bir tasarım yapılması istenmiş. Gelmiş, mermere değmiş ve düş kurmaya çekilmişler. İhracatçılar Birliği işin sponsoru olmuş. Mermerciler Birliği sanatçıların gördükleri düşü hayata geçirecek Türk ustaları bulmuş, çizimler gelmiş ve her biri burada, İstanbul’da onları işleyecek ustalara teslim edilmiş.

Sonra 3 numaralı Antrepo’yu sergi alanı olarak düzenlemişler.

Şimdi sıra bizde: Ne yenecek?

O uzun masa nasıl düzenlenecek?

Bir an bile tereddüt etmedim.

Yemek Konyalı’dan, masa düzenlemesi Hiref’ten dedim.

Sağolsunlar, kırmadılar.

Ebru ve Güvenç o upuzun masanın ortasına konulacak bakır sahanları, tarihi Anadolu tarihi kadar eski, Anadolu insanının yüz yıllar boyunca şarap içmek için kullandığı, soğuk şarabı soğuk, ılık şarabı ılık tutan Amanos çamurundan yaptırdıkları kadehleri yolladı.

Banu ve Mehmet ve elbette Aydın Usta, kısa zamana sıkıştırılan bu ricamı kırmayıp her biri yiyen herkese parmak ısırttıran o mükemmel yemekleri yaptı.

Hepsi sağolsun, varolsunlar.

En büyük teşekkür de Murat’a.

Benim Patavi arkadaşıma.

N’olur düş kurmaya devam et.

Et ki bize de bulaşsın.

Ufkumuz çizgiyle değil düşlerimizle sınırlansın.
Yazının Devamını Oku

Komşu ülkelerle dertleri yok, çünkü komşuları yok

17 Kasım 2007
Farklı bir yere geldiğimi, aslında Sydney Havaalanı’na iner inmez anlamam gerekirdi. Bütün yolcuların bavulları arzı endam ettiği halde benim emektar kırmızı gülle ortalarda gözükmeyince sırtım ürpermedi değil ne yalan.

Uzun yol cefası çekenler bilir: Cefanın sefaya dönüştüğü an otele yerleşir yerleşmez kendini önce duşa, sonra yatağa, üstünü başını değiştirdikten sonra da yollara atmaktır.

Kayıp bavul bela demektir./images/100/0x0/55eb61ebf018fbb8f8bd8751

Adama hayatı değilse de orada kalınan süreyi zehir eder.

İşte böyle içim içimi kemirir, yürüyen bandın kara deliğine umutsuzca bakarken gözüm ileride benimkine benzeyen bir bavulun başında dikilen polis memuruna ilişti.

Kayıp bavuldan da beteri pimpirikli bir memurun bavulunuzu açtırıp, oracıkta didik didik etmesi sonra da özür bile dilemeden çekip gitmesidir ki, tahtalara tık tık bu güne kadar başıma gelmedi.

Gelmedi ama burası da bilmediğim bir kıta.

Yanaşınca ne görsem iyi? Benim emektar kayıp değil ama paramparça.

Sonrası anlatsalar inanmayacağım bir rüya: Özür dilendi, bir şey kaybolduysa bildirmem için bir numara verildi ve bavulun tıpkı basımı ertesi gün otele gönderildi.

O an farklı bir kıtaya geldiğimi anladım.

Ama onu farklı kılan ne iklimi, ne coğrafyası, ne zenginliği.

Üç aşağı beş yukarı aynı iklim kuşağında, ondan güzel, daha zengin ülkelerin hiç birinde rastlamadığım bir şey var burada: Burası kelimenin tam anlamıyla mutlu insanlar ülkesi.

Sydney’de kaldığım iki hafta boyunca, somurtan, şikayet eden, sorduğunuz bir soruyu cevaplamadan geçiştiren, istediğiniz bir yardımı geri çeviren tek bir kişiye bile rastlamadım.

Herkes ama herkes, çoluğu çocuğu genci yaşlısı gözle görülebilecek, elle tutulabilecek kadar mutlu.

Ve güzel.

Düzelteyim: Burası mutlu ve güzel insanlar ülkesi.

Mutlular çünkü yaşadıkları şehirde insanın gözünü tırmalayan tek bir çirkinlik yok. Ne izbe bir sokak, ne salaş bir ev, ne yamuk bir tabela, ne yoksul bir mahalle, ne trafik sıkışıklığı, ne itiş kakış. İşsizlik yok denecek kadar az. İşsizlik sigortası insanın hayatını insanca sürdürebilmesine yetiyor da artıyor. Zenginlerin çocuklarını yollamak için çabaladıkları özel okullar olsa da, devlet okullarından kimsenin şikayeti yok. Üniversiteler dünyada kabul gören diplomalar veriyor, hastanelerin önünde kuyruk ne kelime, iki kişi bile beklemiyor. İklimden ötürü ısınma derdi nedir duymamış, bolluktan ötürü beslenme derdi nedir bilmemişler.

Yoksulluk olmadığı için asayiş berkemal.

Hırsız her yerde hırsız ama gaspa, kapkaça, cinnete, cinayete en azından gazete sayfalarını dolduracak kadar rastlanmıyor.

Dilenen, sürünen, gözüne umutsuzluk, yüzüne acı sinen insan parmakla sayılacak kadar az.

Komşu ülkelerle dertleri yok, çünkü komşuları yok.

Savaş diye Gelibolu’yu biliyorlar.

Etnik azınlıkmış, ırk farklılığıymış gülüp geçiyorlar. Zaten hepsi değişik ülkelerden gelmiş, dünyanın ucundaki bu ıssız kıtada barış içinde yaşamayı çoktan öğrenmişler.

Hemen herkes çevreci.

Küresel ısınma dendiği anda bütün tüyler dikiliyor.

Su kısıntısını müthiş ciddiye alıyor, suyun zerresini hesaplıyorlar.

Çevrecilik öyle bir boyutta ki, Sydney’de neredeyse yürümeyi imkansız kılan kara sineklere bile savaş açılmamış. İlaçlama diğer haşarata zarar verir gerekçesiyle yapılmıyor. Sokaklar yürürken ellerini burunlarının önünde sallayarak yürüyen insanlarla dolu. Buna Avustralya selamı diyor, gırgır geçiyorlar. İngilizce’yi ağızlarını büzerek konuşmalarını da ağızlarına sinek kaçmasından korkmalarıyla açıklayıp, kahkahayı basıyorlar.

Spor yapmak hayatlarının olmazsa olmazı.

Yüzmek tıpkı Brezilya’daki gibi gündelik hayatın parçası. Gençler okuldan çıkar çıkmaz tahtalarını kapıp sörfe koşuyor. İngilizler’den miras kriket herkesin gözdesi, yaşlı erkekler adım başı uzanan golf sahalarında, yaşlı kadınlar ekipler halinde komik beyaz şapkalarıyla bowling kortlarında.

Her mahallede en az bir futbol sahası var. Parklara isteyen gelip çalışsın diye jimnastik aletleri serpiştirilmiş, tenis kortları arka bahçelerin doğal parçası haline gelmiş.

Hayat hem hafif hem eğlenceli.

Lokantalar, gece kulüpleri, barlar tıklım tıkış. Herkese, her keseye uygun bir yer bulmak mümkün. Servis pahalı lokantada da, fıçı bira içilen ucuz barda da aynı: Hızlı, dikkatli, özenli.

Giyim derdi diye bir şey yok. Bir şort, bir atlet, bir şıpıdık. Düşünün ki, bundan yirmi yıl öncesine kadar Brisbanne’de erkekler, işe kravat bağladıkları kısa kollu gömleklerin altına giydikleri dar ve kısa şortlarla giderlermiş. Allah bizleri korumuş da bu moda değişmiş.

Operaya, tiyatroya, çağdaş sanata müthiş düşkünler. Sydney Modern Sanatlar Müzesi dünyanın önde gelen sanatçılarına ev sahipliği yapıyor. Genç sanatçılar destekleniyor, başvuranlara devlet tarafından atölyeler veriliyor.

Haklı olarak kahveleri, biraları ve şaraplarıyla övünüyorlar. Hunter Valley’deki şarap tadım evlerinin sayısı bini geçiyor. Yeni Zellanda’nın bütün bağlarının yüzölçümü toplamının Avustralya’daki büyük bir bağ kadar olduğu söyleniyor.

Ağız tatlarına müthiş düşkünler. Deneysel yemeklere bayılıyorlar. Asya, özellikle de Thai mutfağını seviyorlar.

Bir de kebabı. Adım başında bir kebapçı var.

Şehir orta hallisinden lüksüne binlerce otelle dolu. Konaklama dert değil. Aslına bakılacak olursa burada hiçbir şey dert değil. Tek dertleri uzaklık.

Şehirler birbirine, kıta diğerlerine, onlar herkese uzak. Herkese ve dünya dertlerine.

Masal gibi değil mi?

Ama biraz yaşayınca bir şeyin eksikliği hissediliyor. Bir şey eksik. Sonunda buluyorsunuz: Ruhu yok.

Göçmeyi, gidip yerleşmeyi düşünenlere tavsiyem iki kere düşünmeleri.

Evet, Avustralya masal ama içinde bizi besleyen ruhu barındırmayan bir masal.

TEK AYIPLARI

Tek ayıpları, kalleşlikleri, yerlilere ettikleri. Bundan ötürü de utanıyor, yıllarca göz ardı ettikleri bu soruna nasıl bir çözüm bulabilecekleri üzerine kafa patlatıyorlar. Önümüzdeki ay yapılacak seçimler, yaşlı kurt ile genç muhalifini bu konuda da karşı karşıya getirmiş. Yaşlı kurt toplumun en alt katına itilmiş yerlileri mümkünse görmeden yaşamaktan, genç muhalif onlara tazminat ödemekten yana.

Bir iki adres

Hyatt Regency ve Shangri La hem konumları hem kaliteleri açısından iyi iki otel.

Otto Waterfront (ki bu nefis deniz ürünleri lokantasının başında İlker Bicer var) Iceberg, Billy Kwong, şimdilerde Sydney’i kasıp kavuran lüks Türk lokantası Ottoman ve elbette Opera House’un içinde olan lokanta şehirdeki yüzlerce iyi lokantadan sadece bir ikisi.

Basement en iyi caz kulübü.

Loft ve Yu bütün güzelleri bir arada görmek için gidilebilecek en iyi adreslerin başında geliyor.

Double Bay ve Rose Bay’e mutlaka gidilmeli ve sıra sıra dizili kahvelerden birinde kahvaltı edilmeli.

Pitt Sokağı alışveriş merkezi.

Turist işi denilip burun kıvrılmamalı, liman turu yapılmalı.

Bondi Beach’e uğranmalı.

The Rocs ve Paddington adım adım gezilmeli.
Yazının Devamını Oku

Uzağın adı Avustralya

10 Kasım 2007
Uzağın açıklaması yoktur demişti ya şair, açıklaması yok belki ama adı var: Avustralya. Avustralya demek uzak demek.

Hem de çook çook çok uzak.

Sadece bize size onlara değil, her yere, herkese uzak. Dünyanın öbür ucunda, okyanusun ortasında koca bir kıta.

Öyle bir kıta ki, Amerika’dan da Avrupa’dan da büyük.

Öyle bir kıta ki orta yeri çöl.

Kor gibi kırmızı, değeni kavuran, sırrını onunla barışık yaşamayı beceren yerlilerden başkasıyla paylaşmayan koca bir çöl.

Her yıl biraz daha genleşen, her yıl biraz daha genişleyen, zümrüt kıyıları her geçen gün biraz daha tehdit eden har diyarı.

Alabildiğine uzanan altın kumlu kıyılar, heybetli dağlar, düz ovalar göçmenlerin.

Önce İngiltere’den, sonra İtalya’dan, derken eski kıtanın dört bir yanından gelip orayı vatan belleyen insanların.

Yerlilere göre çok ama çok kalabalıklar.

Ama koca kıta göz önüne alındığında, cim karnında noktalar.

Topu topu yirmi iki milyon kişi.

Başkent Canberra.

Esas şehir Sydney.

Bir de Sydney’le gizli çekişmesi olan, kendini diğer hepsinden daha İngiliz sanan, ismiyle müsemma Melbourne var.

Her ikisinin nüfusu da dörder buçuk milyon. Bunların dışında uçakla Sydney’e bir buçuk saat uzaklıkta olduğundan Sydney’in kapı komşusu sayılan Brisbanne ve kıtanın öbür ucunda Asya’ya en yakın noktada konumlanan boynu bükük Perth.

Diğer şehirlerin hemen hepsi iri birer kasaba. Garip Aborjin adları taşıyan ama Aborjin barındırmayan yerleşim yerleri.

Koca okyanus kuzeyden ve güneyden

kıvrıla kıvrıla şehrin içine kadar giriyor

Avustralya’nın, yazgısı Kızılderililerin yazgısına benzeyen bu ilk sahipleri ya adına rezerv denen özel bölgelere kıstırılmış, ya şehirlerin kıyılarında bastırılmış olarak yaşamaya mahkum edilmişler.

Aborjin adlarına sadece bu kasaba kılıklı şehirlerde rastlanmıyor.

Sydney’in kimi mahallelerinin adları da onlardan yadigar: Wooolloomooloo, gibi yazması da söylemesi de zor mahalle adları bunlar.

Bu mahallelerin dışındaki her yere, her semte, her caddeye her sokağa safkan İngiliz adları verilmiş: Paddington, Kensington, Surry Hills, Hyde Park gibi binlerce kilometre uzakta başka bir ada devletinin başkentinden devşirilmiş, kim ne derse desin o soğuk sisli şehre yakışsa da üç yüz altmış beş gün parlak güneşle yıkanan bu şehre yakışmayan adlar bunlar.

Bir de ilk göçmenler kraldan fazla kralcı, daha doğrusu kraliçeden fazla kraliçeci olduklarından bununla da yetinmemiş, astığı astık kestiği kestik Kraliçe Victoria’nın on beş çocuğunun adını sadece Sydney’in değil ülkenin hemen her şehrinin orasına burasına serpiştirmişler.

Sydney’de şehir merkezini ortadan bölen Market Street’i kesen sokakların yarısı yaşlı cadının kızlarının, diğer yarısı oğullarının adlarıyla taltif edilmiş.

Brisbanne aşağı kalır mı?

O da aynı yolu izlemiş.

Sydney’in merkezi, ofislerin, bankaların, tiyatroların, otellerin bulunduğu, her biri yetenekli bir mimarın imzasını taşıyan Glass House, Aurora Place gibi endamlı gökdelenlerle dolu sıkışık bir alan.

Sırtını Sydney’de adım başında rastlanan büyük ötesi parklardan biri olan Hyde Park’a yaslamış önüne okyanusu almış.

Koca okyanus kuzeyden ve güneyden kıvrıla kıvrıla şehrin içine kadar giriyor.

İlk gelenler limanı okyanusun koca bir dil olarak uzandığı Cockle Bay üzerine kurmuş, dünyaya oradan açılmış, hayata oradan başlamışlar.

Bu canlı kıpır kıpır liman kısa sürede herkesin sevgilisi olup çıktığından olsa gerek adına Darling Harbour denmiş.

Okyanusun şehre sunduğu güzellik bu kadarla bitmiyor.

Şehrin dört bir yanı gizli koylar ve kumsallarla dolu.

Her biri birbirinden güzel bu kumsallar iklimin de elverişli olmasından ötürü hep dolu. Sörf yapanlar, dinlenenler, güneşlenenler, yüzenler, Avustralyalı olmanın göstergesi buzlu biralarını yudumlayıp mangallarını yelleyenler...

Burası sanki büyük bir şehir değil de bir tatil beldesi.

Aslında Sydney’i özel kılan da bu özelliği: Hem büyük şehir hem tatil beldesi.

Şehrin alameti farikası kuşkusuz yapımı on dört yıl süren ve yapım süresince üzerinde fırtına kopartılan Sydney Opera Binası.

Hepimizin en az bir kere fotoğrafını gördüğümüze inandığım bu olağanüstü yapı, Sydney limanının girişinde, gene hepimizin en az bir kere fotoğrafını gördüğümüze inandığım çelik köprünün karşısında yelkenlerini fora etmiş bir gemi gibi yükseliyor.

Bugün modern mimarinin başyapıtlarından biri olarak kabul edilen binanın mimarı Danimarkalı Jorn Utzon. Yapım süresince bütçeyi aştığı ve yeterince (!) yaratıcı olmadığı için o kadar çok eleştirilmiş ki, inşaatın bitmesini beklemeden ülkeyi terk etmiş.

Ediş o ediş. Bir daha geri dönmemiş. Bina onun yokluğunda tamamlanmış.

Sydney gerçekten güzel, güzel demek az, çok güzel bir şehir.

Bu güzellikte okyanusun eğile büküle, sapa kıvrıla şehrin içine yürümesi kadar Tanrı’nın lütfu doğanın da parmağı var.

Fışkıran ama boğmayan bir bitki örtüsü.

Evlerin damlarını örten ve bolluklarından ötürü şehrin simgesi haline gelen mor çiçekli jakarandalar, onların morluklarına inat kıpkırmızı saçılan ateş ağaçları, dalları göklere uzanan okaliptüsler, mis kokulu akasyalar, mimozalar, manolyalar...

Git git bitmeyen parklar, kumsallar, ansızın önünüze çıkan minnacık koylar...

Doğanın sunduğuna insanın kattığı...

Bir de şehre bir saat mesafedeki Mavi Dağlar var ki onların insan eli değmemiş vahşi güzelliğini anlatmaya kelimeler yetmez.

BİR İKİ İPUCU HAFTAYA

Şehri çevreleyen sadece dağlar değil.

Gene bir buçuk saat mesafedeki vadi Avustralya şarapçılığının en önemli merkezlerinden biri sayılan Hunter Valley.

Ancak helikopter gezisi yapıldığında tümü görülebilen, yüzlerce belki de binlerce hektarlık bağlarıyla bu vadi öyle bir yer ki, yazar buraya değil nereye baktı da vadisinin o kadar yeşil olduğunu yazdı dedirtiyor insana.

Yedi eyalete bölünmüş bu ıssız kıtanın Yeni South Wales diye adlandırılan eyaletinin başkenti Sydney, dışardan bakıldığında işte böyle bir şehir.

Ama dışarıdan bakıldığında.

Ya içeriden?

Kısa bir konaklama uzakta yaşanan bir hayatı ne anlamak ne anlatmak için yeterli değilse de, yıllardır orayı mesken tutan arkadaşlarım sayesinde turist gibi gezinmedim.

Bir iki ipucu edindim.

Doğma büyüme Sydney’li Pam ve bin yıllık dost Levent ile otuz beş yıldır Brisbane’de yaşayan derbeder Muriel, bu uzak kıtayı biraz olsun tanımama yardımcı oldular.

Gezdirdiler, gösterdiler, misafir ettiler.

O bir iki ipucuna gelince -yer bitti- onlar da varsın gelecek haftayı beklesinler.
Yazının Devamını Oku

A 380’de beş çılgın Türk

3 Kasım 2007
Saat sabahın beşi. <br><br>Singapur Changi Havaalanı’nın önünde A 380’nin ilk seferine katılacakları görmek için gelen bir iki meraklı dışında kimse yok. İçerisi de beklediğim kadar kalabalık değil.

Omuzlarına ağır kameralar yüklemiş birkaç kameraman, alelacele haberlerini geçmeye çalışan birkaç muhabir, bir köşede yazısına nokta koymaya çalışan genç bir gazeteci, bir de tabii Singapur Havayolları çalışanları.
/images/100/0x0/55eaef7af018fbb8f8a02b41
Lacivert elbiseler giymiş soluk benizli adamlarla yerel giysiler içerisinde olduklarından da ince gözüken porselen tenli kadınlar.

İçlerinden biri yolcu olduğumuzu anlar anlamaz koşarak yanımıza geliyor ve işlemlerimizi yaptıracağımız kontuara doğru ilerlerken dayanamayıp kendimizi nasıl hissettiğimizi soruyor.

Gülümseyerek "İyi" diyoruz.

Bu cevabın beklediği cevap olmadığı yüzünün gölgelenmesinden belli.

Biraz sonra yanımıza Newsweek dergisi adına çalıştığını söyleyen başka biri yanaşıyor. Soru gene aynı soru.

Bu kez daha şiddetli biçimde "İyi" diyor, hatta "Çok iyi" diye ekliyoruz. Ama olmuyor, aynı melun gölge bu kez onun yüzünü kaplıyor.

Gün boyu, gerek uçuş öncesi toplandığımız salonda gerek uçuş boyunca bu lanet soru ile yüzlerce kez karşılaşacak, cevabımızı iyiden harikaya, harikadan mükemmele mükemmelden şahaneye devşireceğiz.

İşin sırrını çözdük.

Biz dünyanın en büyük uçağının Singapur’dan Sydney’e yapacağı ilk sefere katılmanın heyecanını yaşıyoruz. Ama o kadar. Oysa yedisinden yetmişine Singapur Havayolları çalışanlarıyla, bu uçuşa açık arttırma yoluyla aldıkları biletlerle katılma hakkı kazanan dört yüz küsur uçak sevdalısı, sanki Sydney’e değil de Ay’a gideceklermiş gibi bizim asla anlayamayacağımız farklı bir şey yaşıyor.

Pasaportlarımızın barkodsuz olması nedeniyle ezberi dağılan ve adından Ortadoğulu olduğu anlaşılan bir hanım kız, ağır aksak işlemleri tamamladığında, rahat bir nefes alıyor, bizi nefis bir kahvaltının beklediğini varsaydığımız üst kata doğru yollanıyoruz.

Ve büyücek bir salonu dolduran fena bir kalabalıkla karşılaşıyoruz.

Kimler yok ki?

Meksikalısı, Güney Afrikalısı, Amerikalısı, Hintlisi yedi düvelden yetmiş bir milletin dört yüz yetmiş bir adet olduğu söylenen uçak delisi ile yedi düvelden yetmiş bir milletin bu delileri izlemek için gönderdiği basın ordusu.

Kadın nüfusu parmakla sayılacak kadar az.

Olanlar da ya iş icabı gelmiş ya da kocalarının peşine takılmışlar.

Elimizdeki programa bakılacak olursa, yedi buçuğa doğru Singapur Hava Yolları’nın CEO’su bir konuşma yapacak ve ardından uçağa alınıp sekiz saatlik yolculuğumuza başlayacağız.

Bu arada herkes ama herkes apronda duran A380’nin fotoğrafını çekmeye çalışıyor.

Arkasında kocaman uçağın durduğu camekanın önünde poz verenler, diğerlerini yararak iyi bir açı yakalamaya çalışanlar, bir iki poz çekmekle yetinmeyip cama yapışanlar, sabırla onların sırasını savmasını bekleyenler, önlerindekinin omuzlarının üzerinden kameralarını uzatanlar, flaşlı çekenler, flaşlı çekilmez diye ders verenler, ders verenlere terslenenler, fotoğraf makinesiyle yetinmeyip videolara sarılanlar, videolarının yanı sıra ses alma cihazlarını açanlar, yaşadıklarını olur da unuturlarsa diye ağızlarına dayadıkları alete mırıl mırıl gördüklerini anlatanlar.

Gördükleri ne derseniz...

Apronda bizi bekleyen iri bir uçak.

Etraftaki hengame o kadar büyük ki, neredeyse onların benim göremediğim bir uçan daire gördüklerine inanacağım.

Evet büyük bir uçak ama ne bileyim, büyük bir uçak işte.

Ama bunca insan da deli değil ya.

Anlaşılan benim algılamamda bir terslik var.

Hani dünyanın en uzun boylu adamının tek başına çekilmiş bir fotoğrafını görür ve ne var bunda der geçersin de adamın yanında normal boyda biriyle çekilmiş fotoğrafını gördüğünde uzun boy ne demek çözersin ya, her halde bana da olan bu.

A 380 tek başına, onun için özel olarak yaptırıldığı söylenen körüğün önünde kuzu kuzu duruyor. Yanında başka bir uçak olsa belki ben de zil takıp oynamaya, önünde poz vermek için kıvranmaya başlarım kim bilir?

ONLAR UÇAKSEVER

Grubumuz 6 kişi.

Davet Akbank Wings kartının daveti.

Wings uçtukça mil kazandıran beş parmağında on marifet yeni bir kart. Piyasaya çıkalı henüz altı ay olmuş. Ve yöneticiler hem yeni kartın tanıtımını yapmak hem de piyasaya çıktığı ilk gün Wings ile en çok işlem yapan üç kişiyi ödüllendirmek amacıyla bu geziye katılma kararı almış.

Talihliler tahmin edilebileceği gibi üç erkek. Biri Kayseri’den Ekrem, diğeri İzmir’den Onur, üçüncüsü ise İstanbul’dan Metin...

Üç talihli dışında bir de biz varız: Ben, Sabah’tan Ceren ve Wings’i hayata geçiren Mine Könüyman.

Ama uçaktaki tek Türk yolcuların bizler olmadığını biliyoruz. Bizim dışımızda 5 kişi daha olduğu ve onların da biletlerini diğerleri gibi e-bay’dan açık arttırma yoluyla aldıkları söyleniyor.

Ama kimdirler, neyin nesidirler hiçbir bilgimiz yok.

Yemeden içmeden üşenmeden, internetten A380 uçuşunu kovalayan Türklerin hangi Çılgın Türkler olduklarını öyle merak ediyorum ki salonu dolduran herkese alıcı gözle bakıyorum.

İleride duran bıyıklı amca mı?

Berideki kara yağız delikanlı mı?

Biraz sonra Ceren kalabalığı yararak yanıma geliyor: Ben o mudur bu mudur diye bakınırken o çoktan çılgın Türkleri bulmuş. Bizi de yanlarına götürüyor. Karşıma genç bir çift ile onların yakın bir arkadaşları çıkıyor. Ne birinin bıyığı var ne öteki kara yağız.

Özgür Güneri, Finansbank’ta çalışan genç bir bankacı. Uçaklara ne zaman gönül verdiğini kendisi bile hatırlamıyor. A380’nin ilk uçuşunun biletlerinin internette satılacağını duyduğunda onca işinin gücünün yanında açık arttırmaya katılmış. Orada bulunmaktan o kadar mutlu ki, yerinde duramıyor. Bu yolculuğa katılacak dördüncü bir arkadaşları daha varmış ama teknik nedenlerden son anda katılamamış.

Peki beşinci çılgın nerede?

Onu da uçağın içinde bulduk: Enver Özsezen.

Bu yaptığımı ancak uçak severler anlar diyor. Yoksa İstanbul’dan kalkıp Singapur’a onca yolu sadece dünyanın en büyük uçağı ile uçmak için gelmek delilik. Zaten kendi de gitsem mi kalsam mı diye düşünürken kayınbiraderinin sürprizi sayesinde bilet sahibi olmuş. O kadar mutlu, o kadar mutlu ki bunları bize anlatırken bir yandan da uçağın kalitesinden söz ediyor. Sessizliğinden, kabinlerin rahatlığından, üst katın ferahlığından...

Biraz sonra kaptanın sesi Sydney’e ineceğimizi söylüyor.

İlk sefer bitti.

Kuş gibi Sydney’e indik.
Yazının Devamını Oku

Kış sıkıntısı

20 Ekim 2007
Yıllar önce Perihan Mağden, Radikal’deki ilk yazılarından birini kış sıkıntısı üzerine yazmıştı. Kışın burnunu göstermesiyle üzerine çöken sıkıntıyı, içinden kafasını yorganın altına sokup yatmaktan başka şey gelmediğini, yataktan çıkmak istemediğini filan.

Tabii bu sözcüklerle anlatmamıştı benim kış sıkıntısı dediğim hali.

Perihan Mağden’ce yazmıştı: Vurucu, sarsıcı.

Hemen her yazısını okuduğum ve doğal olarak birçoğunu unuttuğum halde o yazısını hatırlarım hep.

Hep bu mevsimde. Kışın burnunu gösterdiği günlerde.

Yirmi iki Haziran’da günler kısalıyor diye dertlenmeye başlayan ben, tahmin edileceği gibi sonbaharın son günlerinde dertlenmeyi bırakıp dert sahibi oluyorum.

Güneşin yavaş yavaş çekildiğini, günlerin kısaldığını, akşam beş dendi mi karanlığın çökeceğini düşünmek bile kanımın çekilmesine yol açıyor.

Derdim yağmurla, çamurla, soğukla değil.

Derdim güneşle.

Bodrum günlerini uzattıkça uzatmamın nedeni de bu.

Dönüşü ertelemem için güneşli bir güne uyanmam yeterli. Bahçeye çıkıp yılın bu mevsiminde azarak açmaya devam eden begonvilleri görmem, Zıpkın’ın sabah güneşine sırtını verip gerinmesi, denizin tam da bu aylarda aynaya kesmesi, hayatta en sevdiğim şeyin, yüzmenin, yüzebilme fikrinin cazibesi yetiyor da artıyor dönüşü ertelemem için.

Bunca yıldır değiştirdiğim dönüş biletlerinin sayısını unuttum.

Kimsenin bir şey dayattığı yok.

Kimsenin dön diye tutturduğu yok.

Zaten bekleyen de yok.

Kendi kendime bir dönüş tarihi saptıyor ve biraz da mecbur kalayım diye saptadığım tarihi sorana, sormayana ilan ediyorum: Ay sonunda oradayım diyorum, geliyorum bana gelsenize, diyorum, gelince imzalarım diyorum, bekletin alacağım diyorum, dişçiden acil randevu istiyorum, bilmemnenin açılışına, bilmemnenin kapanışına mutlaka katılacağımı söylüyorum, mevsim lüfer mevsimi diyorum, Kıyı’da güneşli bir öğle saati çoluk çocuk yemek yemeyi özlediğimi fark ediyorum, hava bozmazsa Boğaz’da uzun yürüyüşler yaparım diyorum, güneş takıntısından ötürü kaçırdığım şeyleri düşünüp hayıflanıyorum, Murathan’ın son kitabı için verilen davete bile gidemeyecek olmanın ayıbını yaşıyorum, yıllar sonra Leslie ilk kez bu kadar uzun süreliğine Türkiye’ye geldi onu bile doğru dürüst göremedin diye kendime kızıyorum, Leslie aklıma Aydın’ı düşürüyor, Silahtarağa acaba nasıl oldu diye meraklanıyorum, çekirge aklım Santral İstanbul’dan İstinye Park’a sıçrıyor orada açılan sinemalara Tuba ile gitmeyi düşlüyorum, bir de film iyi çıkarsa bir yerde oturup, bir kadeh, bir kadeh daha içmenin ve kimi zaman yaptığımız gibi akşam seansında filmi ikinci kez izlemenin çekiciliğini düşünüp kıkırdıyorum, sonra aklıma yaz boyu görüşmediğim dostlar düşüyor, burnum sızlıyor, sızlayan burnuma Yeniköy’deki eczanenin önünü mesken tutan adamın kızarttığı kestane kebap kokuları geliyor, parktaki ağaçlar aleve kesmiş midir, balıkçılar sandallarını çekmiş midir, yaşlı karga bu yazı da çıkarmış mıdır, saksıdaki ortancalar kurumuş mudur derken fena halde İstanbul’u... evi... İstanbul’daki evi özlediğimi fark ediyorum.

BAHANELERİN İKİNCİSİ

Sonra sıra dönüşü kolaylaştıracak bahanelerin ikincisine, buranın nasıl birkaç güne kalmadan ıssızlaşacağına, sokakların ine cine kalacağına, inşaat mevsiminin başlamasıyla sessizliğin matkap vızıltısıyla yırtılacağına, gidilecek yer kalmadığı gibi gidecek mecal de kalmadığına geliyor.

Geçen kışı hatırlasana diyorum: İş dedin, güç dedin hemen her ay buralara gelip gittin.

Ne havanın güzelliği ne dağa taşa kesen Manisa laleleri ne İstanbul’da görmediğin arkadaşlarınla karşılaşmanın sevinci ne sabah kahvaltılarında yediğin mis gibi köy ekmekleri ne dalından koparttığın sulu limonlar ne şu ne bu, bir an evvel İstanbul’a dönme isteğini azaltmadı.

İki gün geçirmeye gör afakanlar bastı.

Dumanı, uğultuyu, köstebek yollarda zıplaya zıplaya yürümeyi, yanından geçen ahmak sürücünün sıçrattığı zifosu bile özledin.

Yemedin içmedin iki günlük işi bir güne nasıl sığdırırım diye düşündün.

Sabah gidip akşam döndün.

Kış her yerde kış anlayacağın.

Ama büyük şehirlere daha yakışıyor sanki.

İnsana sıkıntısını unutturacak sıkıntı sunuyor: Ahlatıyor, oflatıyor ama göz boyayıp oyalıyor en azından.

Kendini daha kolay kabul ettiriyor.

Sanki daha çabuk geçiyor.

Ve sen nerede olursan ol, ister burada ister orada, zamanı geldi mi kimsenin gözünün yaşına bakmadan geliyor.

Ha bugün ha yarın ne fark eder? Bir iki hafta daha geciktirsen ne olur ki dönüşü? Dönmeyecek misin zaten, oyalanmayı bırak dön o zaman.

Ama tam içim bunları söyler dönüşe hazırlanırken, gözüm bahçeye, salkım saçak çiçeklere, göz kırpan denize takılıyor.

Avluya çıkıyorum.

Zıpkın her zamanki köşesine halı gibi serilmiş, sırtını güneşe vermiş.

Sabah kedi kovalarken kırdığı lavanta dallarından keskin lavanta kokusu geliyor.

Çıt yok.

Cırcır böcekleri bile yumurtlayacaklarını çoktan yumurtlayıp sustular.

Sadece güneş.

Yakmayan ama iliği kemiği ısıtan güneş.

Yüzümü güneşe çeviriyor, öylece duruyorum. Yarım saat? Bir saat?

İçeriden keskin bir kahve kokusu geliyor.

Huzur.

Her yanı huzur kaplıyor.

Hiçbir şeyin, hiç kimsenin bozamayacağı bir huzur.

Kalkıyor, içeri giriyorum.

Elim telefona uzanıyor.

Ve bir saniye bile tereddüt etmeden 444 08 49’u çeviriyorum.
Yazının Devamını Oku

Varını yoğunu doğduğu yöreye yatırmış bir garip adam

13 Ekim 2007
İki gün için değer mi?<br><br>Gitmeden hemen herkesin dudak kıvırarak sorduğu soru bu. Bodrum’dan kalkıp taa Göreme’ye iki günlüğüne gitmeye değer mi?

Değer.

Bir kere o iki günü birlikte geçireceğin insanları uzun bir aradan sonra görmek için değer.

Bir de tadı damakta bile değil akılda kalan balonla sonunda uçabilmek için değer.

Bu benim Göreme’ye ilk gidişim değil.

Üniversite yıllarından bu yana yolum az buz bu peri diyarına düşmedi.

Her taşını bilirim diye ahkam kesecek kadar olmasa da yanını yöresini, kovuğunu bacasını bildiğim bir yer.

En son Asmalı Konak cinneti sırasında gitmişliğim ve bir dizinin bir kenti nasıl abat ettiğini yerinde görmüşlüğüm var.

Ama ne o ne ondan önceki gidişlerimde herkesin ayıla bayıla anlattığı balonlara bir kez olsun binmişliğim yok. Hadi üniversite yıllarındaki geziyi bir yana bırakalım, o yıllarda ortada balon malon da yok ama ondan sonraki seferlerde kelimenin tam anlamıyla hava muhalefetiyle karşılaşmışlığım; birinde hava uçuşlar için tehlike arz edecek kadar sıcak diğerinde uçmayı deneyenleri donduracak kadar soğuk olduğu için uçmaya yeltenip de hüsrana uğramışlığım var.

Tadının aklımda kalması bundan.

Bu kez beklenmedik bir terslik olmazsa şeytanın bacağını kıracağım inşallah.

Önce altı kişilik kafilemizden söz edeyim biraz. Yazgülü, Serfi, Mehveş, Funda yani Posta, Habertürk, Akşam, Radikal’den beş gazeteci, sahibi olduğu halkla ilişkiler şirketinden ötürü orada bulunan ve kendinin patronu olan Işıl ile kendinden menkul bendenizden oluşan küçük bir kafile bu.

Huyu suyu, eşkali endamı, derdi dermanı birbirine benzemeyen altı kadın.

Huyunun suyunun, eşkalinin endamının, derdinin dermanının birbirine benzememesine karşın iki gün boyunca ahenkleri bozulmayan altı kadın aynı zamanda.

Ne vakitsiz alınan uyku haplarıyla sesi kısılan telefonların yol açtığı gecikmelerin, ne kırk sekiz saat ağrıyan dişlerle kilitlenen bağırsak sisteminin ahenklerini bozmasına izin vermeyen altı kadın.

Kısaca kafile bu.

Davetlisi olarak gittiğimiz otele gelince, Anatolian House.

Ne yalan, Göreme’de insanın karşısına çıkabilecek en güzel sürprizlerden biri.

Her biri birbirinden gerek boyut gerek konum gerek döşeniş bakımından farklı dokuz odası, avludan başlayıp otelin içine doğru süzülen havuzu, sırtını kayalara yaslayan barı ve özellikle mehtaplı gecelerde bu dünyaya ait değilmiş gibi duran ovayı kuş bakışı gören terasıyla peribacalarının ortasına gizlenmiş büyülü bir otel.

Göremeli genç bir girişimcinin, Hasan Kalcı’nın kelimenin gerçek anlamıyla butik olan ve neredeyse yılın sekiz ayı zengin Amerikalılar tarafından kapatılan oteli.

Bir yanda içinde yer aldığı coğrafyanın efsunu.

Bir yanda camın, çeliğin ve taşın inanılmaz uyumu.

İşte otel de bu.

Otelden söz edip de her ayrıntısında emeği olduğu sezilen Hasan Kalcı’dan söz etmemek olmaz.

Hasan Kalcı Göremeli. Zaten Anatolian House’un ana bölümünü teşkil eden, üzerinde titrek maşallah yazan eski ev de onun doğduğu ev. Çocukluğu Göreme’ye gönül veren ve yatırım yapan Ankaralı bir işadamının yanında çalışarak, gençliği halıcılığı öğrenerek geçiyor. Sonra ver elini Floransa. Orada biraz da askerliğini yedek subay olarak yapabilmek için okuduğu Latin dilleri fakültesini bitirmek biraz da turizmin inceliklerini öğrenmek için geçen dokuz yılın sonunda Türkiye’ye dönüyor ve ilk iş olarak kendi halı dükkanını açıyor. Halı dükkanını, Alla Turca adlı ve geleneksel Türk yemekleri sunan lokanta ve nihayetinde de sözünü ettiğim butik otel izliyor.

Varını yoğunu doğduğu yöreye yatırmış aklını fikrini Türk turizmine takmış bir garip adam Hasan Kalcı.

Asmalı Konak’ın Mardin yerine Ürgüp’te çevrilmesinin ve bu sayede yöreye yedi yüz bin turist gelmesinin ardında da onun parmağı var.

Hasan Kalcı’nın hikayesi de kısaca bu.

Anlatmadan geçemeyeceğim Ziggy’s Cafe

Yolculuk programında olmayan ama benim oralara gitmişken uçak kaçırma pahasına görmeden dönemeyeceğim Ziggy’s Cafe.

Bölgenin Anatolian House ile birlikte New York Times’ta gidilmesi gereken üç yerinden biri olarak anılan kafe. Adı kafe ama kendi lokanta.

Koskoca bir bölgede sadece Türk mutfağı sunmayan tek lokanta. Üç katlı taş bir ev. Giriş katında tek masalı bir avlu, orta katında rahat koltukların, herkesin bir arada yemek yiyebileceği geniş bir masa ile uzun bir barın bulunduğu kapalı bölüm, en üstte de nefis bir teras ve her katta servise sundukları terastan da nefis bir mönüleri var. Sahipleri yabancı sayılmaz: Yirmi beş yıldır Ürgüp’ü mesken tutan Selim ile Nuray. Selim Galatasaraylıdır. Her Galatasaraylı gibi huysuz, parlak, caz sever bir fırlamadır. Gene her Galatasaraylı gibi gençliğinde rehberlik yapmış, gezip dolanırken halıya ve Ürgüp’e gönlünü kaptırmıştır. Nuray ne onu ne bunu ne milli takımı sadece Selim’i tutar. Takı yapar. Peşi sıra buralara gelmiş kocasından da beter Ürgüp tutkunu olup çıkmıştır. İkisinin de ortak özelliği hırssız oluşlarıdır. Peki bu iki hırssız insanın New York Times’ta bile gidip görün dedikleri bir lokanta sahibi olmalarının sırrı nedir? Onun sırrı da yeme içme işiyle iştigal edenlerin yakından tanıdığı Ali Ekber Özkan’ı işin başına getirmiş olmalarıdır.

Anatolian Houses: 0384 271 24 63

Ziggy’s: 0384 341 71 07


Hangi uçak toprak kokusu, rüzgar hışırtısı sunar insana?

Yolculuğun belki de en heyecanlı faslı balona gelince... O ayrı bir serüven.

Şimdi sayıları yüzleri bulan ve değişik şirketler tarafından çalıştırılan balonlar bundan on küsur yıl önce eski rehber olan bir Türk’le Lars adlı bir balon pilotunun yollarının kesişmesiyle hayata geçmiş bir proje. Proje o kadar başarılı olmuş ki, kısa sürede iki kafadarın kurduğu Kapadokya Baloon şirketinin benzerleri çıkmış ortaya. Bu gün her biri onlarca balon filosuna sahip birçok şirket var bölgede. Balon pilotu olmak da kolay değil. Genellikle yurtdışında alınan altı aylık eğitimi yolcusuz olarak yapılan yüzlerce saatlik uçuşlar tamamlıyor. Balon sanılanın aksine kullanımı zor bir alet. Bir kere hava koşulları bağlayıcı. Aniden çıkıveren rüzgar, balonun kontrolünün elden çıkmasına yol açabiliyor. O yüzden tıpkı benim başıma geldiği gibi balon serüveni değişen hava koşulları nedeniyle kimi zaman başlamadan bitebiliyor.

Bahar ayları özellikle de sonbahar bu uçuşlar için ideal.

Sabahın tam anlamıyla kör karanlığında yola koyuluyor ve balonların kalktığı geniş bir alana geliyorsunuz. Sizin gibi gözünde çapak otellerinden alınıp buraya getirilen yüzlerce insanla birlikte bir yandan kurulan uzun sofradan aldığınız çayı kahveyi yudumlarken bir yandan da balonların hazırlanışını izliyorsunuz. Karanlığı önünüzde arkanızda sıralanan, Amerikan filmlerinde görmeye alışık olduğumuz türden iri kamyonetlerin tepelerine çakılı siren lambalarının sarı kırmızı yanar döner ışıkları deliyor.

Etraf o kadar sessiz, coğrafya o kadar doğaüstü ki o açıklıkta toplaşan çekik gözlüsünden zifir karasına, genci yaşlısı, yerlisi yabancısı yüzlerce insan bilinçsizce birbirlerine sokuluyor. Sanki uzaydan gelecek birileri alıp onları götürecek gibi.

Sonra yavaş yavaş gün doğuyor ve çevrenizi saran peribacalarının siluetleri belirginleşirken balonlar da birer birer havalanmaya başlıyor.

Ondan sonrası bir rüya.

Ya alçalıp dallarından meyve koparacak kadar ağaçlara yanaşıyor ya yükselip altınızda günün ilk ışıklarıyla aleve kesen binlerce peribacasına bakıyorsunuz. Uçakla uçmaktan farklı bir deneyim bu. Hangi uçak toprak kokusunu, sabah serinliğini, rüzgar hışırtısını sunar insana?

Bir saatlik uçuş kuş gibi yere konarak bitiyor.

Bu da kısaca balon sefası.

Göreme sefasının özeti de bu.

Değer mi diye sorulur mu?
Yazının Devamını Oku

Gece oldu mu, o kişiliksiz şehir gidiyor yerine büyülü bir şehir geliyor

6 Ekim 2007
Tavşanın suyunun suyundan çorba yapmak gibi olacak, üç hafta boyunca Fransız Rivierası’nı yazmak okuru biraz bayacak ama iki hafta boyunca Nice’i anlatıp da Cannes ve Monte Carlo’yu anlatmamak, Cap d’Antibes’den, Juan-les-Pins’den, Eze’den söz etmemek olmazdı.

Oysa döneli neredeyse iki haftayı geçti. Araya Göreme seferi ve balon sefası girdi, Fransa kıyılarının rengi de, ruhsarı da hafiften sarardı ama bellekte kalan bile bir yazıya yeter. O zaman başlayalım.

Nice, malum o bölgenin en büyük şehri.

Onu izleyen ikinci büyük şehir ise Avrupa’nın masal prensliği olarak bilinen, Monaco’nun başkenti Monte Carlo. Paris Match dergisi başta olmak üzere dünya magazin basını sayesinde hayatlarını yakinen takip ettiğimiz Grimaldi hanedanının toprakları olan bu küçük prenslik denizle dağ arasına sıkışmış ensiz bir toprak diliminde yükseliyor. Evet, yükseliyor.

Toprak sıkıntısı o boyutlarda ki, sere serpe yayılan malikaneler birer birer yıkılıp yerlerine çok katlı binalar dikilmiş. Şehre kuşbakışı bakan prenslik sarayı ve şehir merkezindeki bakımlı binalar dışında eskinin görkemini yansıtan yapılar parmakla sayılacak kadar az.

Yazının Devamını Oku

Hafif ve neşeli şehir NICE

29 Eylül 2007
İki hafta sonunda evli evine köylü köyüne dedik ve köydeki evlerimize döndük.<br><br>Via İstanbul. Dönüş yolunda okumak gafletine düştüğüm gazeteler ve transit salonundan alelacele geçip Bodrum uçağına yetişmeye çalışırken camların ardından gördüğüm İstanbul, yağmura çamura ve kasvete bulanmış çehresiyle on beş günde zar zor hafifleyen ruhumu yeniden üşüttü.

İçime asfalt döküldü...

Bu mu benim canımdan çok severim dediğim şehir?

Bu mu canımdan çok sevdiğim memleket?

Belki Bodrum daha iyidir.

Anesteziyi biraz daha uzatabilir.

Daha güneşli, daha ferah, daha gamsızdır.

Orada kaldığım on beş gün süresince ne gazete okudum ne televizyon izledim.

Yolum arada sırada ılık eylül güneşi altında kahvelerini yudumlayarak Nice Matin okuyan adamların yanına düşmese ve gözüme iri puntolu manşetler ilişmese dünyada ne olup bittiğinden hiç mi hiç haberim olmayacak.

Gözüm ilişti de haberim mi oldu? Yoo.

Ne Sarkozy’nin her gün yumurtlamayı vazife bildiği herzelerden ne Kore’yi alan sellerden eser var. Varsa yoksa Nice ve sorun denilebilirse eğer şehrin çözüm bekleyen sorunları: Yapımı altı ay süren yaya yolundaki çöp tenekelerinin azlığı, okul önlerindeki geçitlerin yenilenmeyen çizgileri, belediyenin söz verdiği halde yerine getirmekte geciktiği bir hizmet, Sain Paul’de Vence’da turist otobüslerine ayrılan yerin darlığı gibi çözümü zor (!) yığınla sorun.

Sorun diye belledikleri de Nice gibi.

Hafif, neşeli.

İkliminden mi, ne Paris gibi büyük ne Fransa’da yüzlercesine rastlanan kasaba irisi şehirler gibi küçük olmayan ölçüsünden mi neden bilinmez, Nice gerçekten de hafif ve neşeli bir şehir.

Ayrıca bakımlı, güzel, alımlı.

Gelgelelim yaşlı.

Başkentin soğuğundan, koşturmasından bıkıp usananlar kadar küçük şehirlere sığamayanlar da emekli olur olmaz Fransa’nın beşinci büyük şehri olan Nice’in yolunu tutuyor anlaşılan.

Yaşlısı genci sabah gözünü açar açmaz kıyıda yürüyüşe çıkıyor. Kıyı boyunca uzanan kaldırımlarda tekerlekli iskemlelerinde hava almaya çıkanlar kadar paten ve kaykaylarla akrobasi yapanlara da rastlanıyor. Çakıllı halk plajları bornozlarıyla evlerinden çıkıp gelen insanlarla dolu. Yatıp güneşlenenler, bin kulaç atmayı vazife bilenler, dalanlar, çıkanlar, yanar döner yelekleriyle adım başı yükselen kulelerde Şile’deki gibi sık boğulma vakası olmadığından sıkıntıdan patlayarak oturan cankurtaranlarıyla plajlar da en az kaldırımlar kadar hareketli.

Sonraki iş her sabah kurulan çiçek pazarından çiçek, sebze, zerzevat almak.

Günlük mübayayı izleyen saatler ise soluklanma saatleri.

Ya evlerin çiçekli balkonlarına atılmış şezlonglarda ya Adliye Sarayı’nın önündeki meydanı çevreleyen teraslarda soluklanma.

Öğle yemeği Nice’liler için, şehrin tüm lokantalarını tek boş sandalye kalmamacasına doldurduklarına bakılacak olursa ayin gibi. Akdeniz mutfağının en iyi örneklerini sunmakla övünen lokantalarda iğne atsan yere düşmüyor. Deniz mahsullerinden kabak çiçeğine varıncaya dek tüm sebzelerin bol sarmısak, bol zeytinyağı, bol otla pişirildiği, dil balığından levreğe, ıstakozdan midyeye tüm deniz ürünlerinin baş tacı edildiği Akdeniz mutfağının tipik ve inceliklikli örneklerinden biri Nice mutfağı. Çevredeki bağları ve şatolarıyla övünen ve yöresel şaraplar tüketen Nice’lileri gastronomi alanında gururlandıran sadece mutfaklarının lezizliği değil, o mutfağı dünyaya tanıtan ünlü şeflere de sahip olmaları.

Öğleden sonraları bütün Akdeniz şehirlerinde olduğu gibi uyku zamanı.

İşe gitmek zorunda olan garipler ve şehri basmadıkları tek kaldırım taşı bırakmamacasına dolanan turistler dışında herkes siestaya çekiliyor.

Ve siesta biter bitmez, saat beş sularında hayat yeniden hareketleniyor.

Gece bütün Akdeniz şehirlerinde olduğu gibi eğlenceye gebe.

Kumarhaneler, barlar, gece kulüpleri, diskolar.

Elinize nereye gitmeli meali bir dergi aldığınızda seçeneklerin çokluğu karşısında diliniz tutuluyor.

Gittim mi? Hayır.

Gün boyu öyle çok dolaşıyor ve öyle yoruluyorduk ki, akşam ancak bir lokma yemeğe mecalimiz kalıyor ve kendimizi eve atıyorduk.

Bir kez Monte Carlo’da bir kez de Cannes’da geceye değil ama gecemsiye daldık.

Ama Cannes ve Monte Carlo haftaya.

Şimdi yolu olur da yolu Nice’e düşecek olanlar olursa diye naçizane öneriler, adresler...

ORTAÇAĞ KASABASINDAKİ MODERN SANAT MABEDİ

Saint Paul de Vence, Nice’in hemen yanı başında, dağ tepesinde kurulmuş bir ortaçağ kasabası. Taş kale, taş kule, taş evler, taş sokaklarıyla bu kasaba yirminci yüzyıl başında Fransız sanatçıları tarafından keşfedilip duyurulduğundan beri bölgeye gelen bütün gezginlerin gözdesi olmuş. Fazla turist var, evet. Ruhu kaçmış, evet. Eski galerilerin yerini ıvır zıvır satan dükkanlar almış, ona da evet ama gene de gidip görülmeli. Ve öğle yemeği vadiye kuşbakışı bakan, tahta masaları zamanında orayı mesken tutan sanatçıların imzalarıyla süslü La Colombe d’Or’da yenmeli. Yemek sonrası biraz kasaba sokakları arşınlanmalı, her köşe başında satılan sepetlerden, şemsiye gibi şapkalardan alınmalı, eski günlerin anısına bir adet lavanta kokusu edinilip doğruca Maeght vakfının yolu tutulmalı. Modern Sanatın mabedi vakıf, kapılarını kapadığında ise şaşkınlık ve hayranlıktan açık kalan ağız Toile Blanche’da içilecek bir yudumla kapanmalı.

Colombe d’or Tel: 0033 493 32 80 02

Toile Blanche: 0033 493 32 74 21

GÖZDE MEKAN LA PETITE MAISON

Akşam yemekleri için eğer Nice’de kalınacaksa ne yapılmalı ne edilmeli La Petite Maison’a gidilmeli. İçi de kaldırım üzerine yayılan masaları kadar hoş olan La Petite Maison, sanırım kentin en gözde lokantalarından biri. Rezervasyon şart. Ama rezervasyonu olmayanların bile kuyrukta bekleyerek sonunda o nefis yemekleri yemeleri mümkün. Üstelik önde arkada bekleşenlerle edilen sohbet de cabası. Truffe’lü risotto, incirli ılık foie gras, kaya balığı çorbası ha-a-a-rika!

11 rue Saint François de Paule Tel: 0033 493 92 59 59

ALAIN LLORCA’NIN ÜNLÜ MOULIN DE MOUGIN’İ


Veee Moulin de Mougin. Alain LLorca’nın iki yıldız Michelin lokantası. Adı üstünde eski bir değirmen olan mekan, Nice’in efsane otellerinden Negresco’da yıllarca çalıştıktan, bir o kadar da Alain Ducasse’ın yardımcılığını yaptıktan sonra kendi kanatlarıyla uçmaya başlayan LLorca’nın lokantası. Tadımlık mönüsü 13 yemekten oluştuğu ve yenilip bitirilmesi yaklaşık dört saat sürdüğü için aç gözlü davranmamakta fayda var. Şarap listesi, benim diyen şarap severlerin ağzını sulandıracak zenginlikte. Yemeklere gelince... Böyle tatlar tarif edilemez. Ya yenilir, ya yenilmez.
Yazının Devamını Oku