Ama önce kısa bir özet: Paris’te Moet et Chandon davetindeyim. Davet Eyfel Kulesi’nin tam karşısında konumlanan Musee de l’Homme’da. Hava felaket sıcak. Seksen yaşındakiler bile hayatlarında böyle bir nisan görmediklerini söylüyor. Belli ki davet sahipleri de şaşkın. Sen aylar öncesinden hazırlan, son zamanların en afili şeflerinden Thierry Marx ile anlaş, bu yıl piyasaya sürülecek 2000 yılı hasatının tanıtımı için dünyanın dört bir yanından yüzlerce insan çağır, mekan olarak burunları yere düşse eğilip almayacak müze yönetimini ikna et, olabilecek en küçük aksaklığı hesaba kat ama yaban nisan sana oyun oynasın, tutsun kendini ağustos sansın.
Biri bana Fransızların ulusal özellikleri nedir diye sorsa, sektirmeden mızmızlıkları derim.
Her şey toz pembe olsa onlar ne yapar eder, bir şikayet nedeni bulur söylenirler. Şikayetlerini de genellikle yollara dökülerek gösterirler.
Paris’te hafta yedi, gün sekiz yolların kapalı olması, ama küçük ama büyük kalabalıkların ellerinde pankart yürüyüş yapması bundandır.
Ama heyhat! Hayat her zaman onlara bu fırsatı vermez.
O zaman ne yapsın garipler? Mızmızlanmadan da yaşayamayacaklarına göre oturur havayla kavgaya tutuşurlar: Açar, kızarlar. Kapar kızarlar. Yağar kızarlar. Yağmaz kızarlar.
Bu konuda ne vırvırları biter ne dırdırları.
Eh, Moet de Fransız firması olduğuna, halkını da benden iyi tanıdığına göre güzelim davet erken bastıran yaza kurban gitmesin diye çareyi gelenlere yelpaze dağıtmakta bulmuş.
Üst kata çıkmak için kuyrukta bekler, akın akın gelen kalabalık içinde tek bir tanıdık yüze rastlayamamanın sıkıntısını çekerken, ben de payıma düşen yelpazeyi aldım ve kendimi duvarlarında bu efsane içkinin gene efsane adamlar tarafından içilirken çekilmiş siyah beyaz fotoğraflarının asılı olduğu, zemini baştan sona siyah halı kaplı büyük salonu dolduran kalabalığın arasına daldım.
Uzun salonun sağ tarafı boydan boya pencere.
Manzara göze ziyafet: Trocadero’ya çıkan merdivenlerin ardında ışıl ışıl yükselen kurumlu Eyfel.
Manzaraya bakmayı bıraktığımda acı gerçekle yüz yüze geldim.
Bir: Bütün pencereler iyi korunan bir müzede olması gerektiği gibi. Yani kilitli.
İki: Oturacak yer yok.
Üç: Yemek öncesi verilen kokteyl belli, uzun sürecek.
Dört: Ayak şiş, iskarpin dar, topuk fazlasıyla yüksek.
Ürkek ürkek etrafa bakınmaya başlıyorum.
Kusursuz kul olmaz, benim de ayakta uzun duramamak gibi bir kusurum var. Kuyrukta bekleyemem, etek boyu aldıramam, kımıldamadan iki dakika durmaya göreyim pat diye düşer yeri öperim.
Sonunda ikinci salona açıldığını düşündüğüm kapının yanında artık ne için konmuşsa uzun bir bank durduğunu görüyor ve aceleci adımlarla ona doğru seğirtiyorum.
Oturacak bir yer buldum ya sıcak mıcak vız gelir artık. Bir yandan garsonun getirdiği buz gibi şampanyamı yudumluyor (nefis) bir yandan diğer davetlileri süzüyorum.
Büyük çoğunluğu doğal olarak Fransızlar oluşturuyor. Ama kulağıma kimini anladığım kimini hiç duymadığım dilde konuşmalar da çalınıyor. Biraz ötemde Lehçe, beride Rusça, bol şe’li Portekizce, kıvrak ritimli başka bir dil ve elbette İngilizce.
Yaygaracı bir İtalyan grup ve farfara İspanyollar da var.
Garsonlar ha bire şampanya taşıyorlar. (Nefis) (Nefis) (Nefis) dördüncü nefiste nefesim kesiliyor. Ara vermeli.
Bir de şefin hazırladığı tadımlıklar var ki, devam edersem yemek yiyemem.
Karşımda dikilen kürdan kızın yaptığını yapmalı, tepsiye şöyle bir göz atıp çenemi hayır istemem anlamında havaya kaldırmalı, konuşmaya kaldığım yerden devam etmeliyim ama ne mümkün?
Bir, sunulan tadımlıklar öyle ilginç, öyle tuhaf, öyle leziz ki yememek olmaz.
İki, insan kendi kendine konuşmaz.
Yediklerimin sadece tatları değil sunumları da ilginç.
Beli bükük kaşıklar içinde gelen havyar tamam da, laboratuvar tüpleri içerisinde verilen çorbamsılar, biberiye dallarına geçirilmiş kanatlılar, hangi ağacın olduğunu çıkaramadığım kalın etli koyu yeşil ama minicik yapraklar içerisinde gelen, yaprağın tabak görevi mi gördüğünü yoksa yenilmesi mi gerektiğini anlamadığım için elimde tutup oyalandığım, başkaları ne yapıyor diye baktığım, içinde yabani mantar ve çilek olduğuna kalıbımı basacağım ama tam olarak ne olduğunu yüz kez yesem de çıkaramayacağım şey, içinde incisiyle gelen ve ısırdığınızda incinin de aslında şef yapımı olduğunu anladığınız istiridye... ve saire ve saire ve saire...
Gelsin beşinci (Nefise).
Bir Türk kimseyi tanımadığı ama herkesin biri olduğunu anladığı kalabalık bir yerde ne yapar?
Ben de öyle yapıyor, tıpkı şehir hatları vapurunda oynadığım gibi içimden kim kimdir oyunu oynamaya başlıyorum. Şu ilerideki uzun sarı saçlı kadın Lale Müldür. Berideki adam Sahir Erozan, yüzü bankada çalışan güvenlik görevlisine benzediği için güvenlikle ilgili bir iş yaptığını düşündüğüm başka biri, beş adet Deniz Akkaya, bir adet Müjde Ar, say sayabildiğin kadar.
Kendimi oyuna öyle kaptırmışım ki, yanıma birinin oturduğunu neden sonra fark ediyorum. Ayağında dizine kadar kalın tabanlı motorcu çizmeleri var. Bu hava için doğru seçim olduğu söylenemez. Başında da bir bere. Siyah pantolonu ve üzerine payetli bir yelek giydiği siyah gömleği derisinin renginin yanında soluk kalıyor ve oturduğumuz bank hayli alçak olduğu halde yere değmeyen ayaklarını fütursuzca sallıyor.
Hayatta gördüğüm en şirin cüce.
Kendini tanıştırıyor: Jacques.
Kendimi tanıştırıyorum: Figen.
Ünlü bir moda dergisinin editörlerindenmiş.
Laf olsun torba dolsun misali, orada çalışmak çok zevkli olmalı, şanslısınız gibi bir şeyler geveliyorum.
Kahkaha atıyor.
Evet ben de Sammy Davis Jr. gibi şanslılardanım diyor. Anlamadığımı görünce ekliyor.
O da kendisine şanslı diyenlere evet, hem zenci hem gay hem de Yahudiyim derdi ya, işte ben de aynen onun gibiyim. Üstüne üstlük cüceyim.
Evvel emir kendiyle dalga geçenleri sevdim.
Jacques kurtarıcım oldu.
Tanımadığı kimse yok.
Sayesinde Müjde Ar’ın oyuncu değil sanayici, güvenlik görevlisinin ünlü bir gazeteci, Lale Müldür’ün şair değil Almanya’da yayımlanan bir rock dergisi yazarı olduğunu öğreniyorum.
İki saat kadar süren kokteyl, ikinci salon kapısının açılmasıyla sona eriyor, yemeğe geçiyoruz.
Bu salon da siyah halı kaplı.
Yuvarlak olarak dizilmiş altın rengi modern iskemlelerin ortasında altın rengi sütunlar yükseliyor ancak ortada masa namına bir şey yok.
Yerim yirmi birinci yuvarlakta.
Jacques’la vedalaşıp yerime geçiyorum. Sağımda Portekiz Vogue dergisinin editörü, solumda Moet et Chandon’un Yunanistan mümessili var. Selamlaşma faslı.
Sonra şölen başlıyor.
Eyfel’den havai fişekler atılırken iskemlelerimizin çevresine dizili olduğu sütunların kapakları da maytaplar eşliğinde açılıyor ve içlerinden dev Moet et Chandon 2000’ler çıkıyor.
Son şerarenin de sönmesiyle birlikte, nereden çıktığını anlamadığım penguen garsonlar her birimizin önüne siyah örtülü küçük masalar koyuyor ve Thierry Marx’ın o gece için tasarladığı yemeklerin resmi geçidi başlıyor.
Ne yedik diye soracak olursanız, yeşil bir kule, sedef bir balon, ipek kozaları, yağmur damlaları derim.