Figen Batur

Tefessühe* teessüf

24 Temmuz 2010
Çocukluğumda tefessüh etmiş derdi biri, biri için. Ne demek olduğunu çıkaramazdım ama fena bir şey demek olduğunu sezerdim. Bodrum’a gelmişim, eğlenmeme baksam ya... Adamın tadını tuzunu kaçıran onlarca küçük hikaye. Topluca tefessüh mü ediyoruz ne? Ailenin yaşlı kadınları aralarında dedikodu yaparlarken çocuk aklımın almadığı kelimeler kullanırlardı..
Tefessüh etmiş derdi örneğin biri, biri için. Cevap yerine bir ‘sen anlamazsın’ bakışı alacağımı bile bile laflarını keser, “Ne etmiş, ne etmiş” diye sorardım...
Tahmin ettiğim gibi de olurdu. Şöyle dönüp bana bakarlar,başlarını sallayıp çık çıklarlar, zahmet edip de doğru dürüst telaffuz edemediğim o garip kelimenin anlamını açıklamazlardı. Ne demek olduğunu çıkaramazdım ama fena bir şey demek olduğunu sezerdim.
Onlar hararetle dedikodularına devam ederken sesimi kısar, olur da kimden söz ettiklerini çözebilirim diye kulaklarımı dikerdim... Çözersem tefessühün de anlamını çözerim diye.. Ailenin haytalıklarıyla can yakan uzak yakın bütün akrabaları gözümün önünden geçerdi: Her biriyle de tefessühün anlamı değişirdi. Pişkin mi demekti acaba? Kumarbaz demek de olabilirdi pekala. Sarhoş mu yoksa?
Geçenlerde televizyondaki bir açık oturumda eski bir dostun bundan on yıl önce olsa paralanırcasına karşı çıkacağı fikirlere paralanırcasına sahip çıktığını gördüğümde kendimi, tefessüh etmiş bu derken yakalayıp gülmeye başladım...
Bizimkilerin tefessüh ettiğine gönülden inandıkları haylaz akrabanın kim olduğunu bu gün bile bilmem... Nush ile uslanmayan, kötekten anlamayan aynı hatayı üst üste yapan biriydi herhalde. Zaaflarına yenik düşen kendini tutamayan biri...
Oysa şimdi öyle mi?
İnsanın kornişon turşusu gibi olmadığını kurulduğu günkü gibi kalmayacağını düşünenlerdenim. İnsan dediğin değişir. Kendi de fikirleri de... Yeter ki bu değişim zamanla gelişen, dönüşen, arklılaşan düşüncelerden kaynaklansın. Ve ucu paraya, nemalanmaya, bal tutanın bal yiyeceği inancına dayanmasın...
Ama biri on yıl içerisinde yaptığı işi yapmaya devam ederken, gözle görülür bir servete kavuşursa, bunu da dün avaz avaza savunduğu fikirlerin tam tersini savunarak sağlamışsa tefessüh etmiştir benim için...
Ne ak saçına ne pos bıyığına saygı duyarım. Nokta.

SAYMAYA KALKSAM ONLARCA MİSAL

Şimdi nereden çıktı bu tefessüh faslı diyeceksiniz. Haklısınız...
Bodrum’a gelmişim, uzun ve yorucu bir kış geçirmişim; dinlenmeme eğlenmeme baksam ya... Hayır olmuyor. Havada garip bir gerginlik var. Ya biri çıkıp bir şey söylüyor ya biri çıkıp bir şey yapıyor ve tadım kaçıyor.
Misal: Kış aylarını Paris ve Tel Aviv’de geçiren yaz aylarında Bodrum’daki yazlıklarına gelen Musevi arkadaşlarım. Paris’te yaşayanlar geldiler, Tel Aviv‘de yaşayan gelmedi. Çocuklar korkmuş, istememiş, çekinmişler... Televizyonda izledikleri görüntülerden dehşete düşmüşler.
Misal Mehmet. Canım ciğerim Kürt Mehmet. Çocukları Türkçeyi mükemmel konuşsun diye evde karısıyla bile Kürtçe konuşmayan ve Bodrum’a geldiğim andan itibaren çocukları el öpmeye getiren Mehmet. Aradığımda memlekette olduğunu söyledi. “Neden” diye sorduğumda çekine çekine bize artık oralarda iş yok dedi.
Misal mahallemizin tek marketinin sahibi Yusuf. Dişinden tırnağından arttırıp çocuklarını okutan ve onların hayatının kendi hayatı gibi olmasını istemeyen Milaslı Yusuf. Geçen yıl çekine çekine iki oğlan da işsiz demişti. İkisi de hala işsizmiş, iflas etmiş, ev kirasını da ödeyemez hale gelince akrabaların yanına Milas’a gitmiş.
Saymaya kalksam onlarca misal daha sayabilirim.
Adamın tadını tuzunu kaçıran onlarca küçük hikaye.
Ama hepsi bir araya geldiğinde insan sormadan edemiyor...
Topluca tefessüh mü ediyoruz ne?
(* çürümek, bozulmak, kokuşmak)

Bodrum’un en yenileri biri gitti kaldı beşi

Bu kadar karamsarlık yeter. Biraz da tatlı yiyip tatlı konuşalım.
Ne olduysa on gün içerisinde oldu. Geçen haftanın yazısına Bodrum bu yıl boş diye başlamıştım. Arada İstanbul’a gittim ve geri geldim ki ne göreyim.. Tehhalıktan eser kalmamış. Her yer dolmuş, her yer salkım saçak...
Adım çıkmış sekize inmez yediye misali, karşılaştığım herkesin bu yıl yeni bir yer açıldı mı diye sorması üzerine kolları sıvayıp küçük bir araştırma yaptım Marina’nın ucunda Mia diye bir yer açılmış, daha da uçta Fener diye küçük bir de balıkçı..
Kırk yılın Sünger’i mönüsünü yenilemiş. Ak-tur’daki Çilingir Sofrası Bitez’e taşınmış ve onun yerine açılan yeni lokanta da eskisi kadar leziz mezeler yapıyormuş. Bir arkadaşım Gümüşlük’te, diğeri Ortakent’te yeni açılan iki yerden söz etti.
Merkezdekilere zaten giderim diye zarı Ortakent’ten yana attım.
Adını sanını yazmak istemiyorum çünkü zarı attığıma atacağıma pişman oldum.
Uzun bir yol gidiyor, dağın tepesinde yeni kurulan bir siteye geliyorsunuz. Taş evlerden oluşan eski dağ köyleri gibi kurulmuş bir site...
Dolayısıyla ortada çeşmesi olan bir meydanı var ve işte lokanta da o meydanda.
O geceye mi özgüydü hep mi böyle bilemeyeceğim ama tümüyle organik ürünlerden mamul olduğu söylenen yemeklerin istisnasız hepsi sasıydı. Belki bilinçli bir tercihtir ama hiçbir yemekte baharat kullanılmadığı gibi tuz da esirgenmiş. Zeytinyağı ülkesinde kullanılan zeytinyağının bile tadı yok. Ortaya bir patlıcan silkmesi, bir brokoli salatası, bir-iki meze daha geldi. Sonuç olarak iyi bir zeytinyağıyla yenir yutulabilir olabilecek mezeler gırtlağımıza dizildi.
Ben o noktada pes edip gittim.
Arkadan gelen keşkeğin de tatlı olarak gelen patlıcanın da yenir yutulur olmadığını inatla gecenin sonunu getiren arkadaşlarımdan öğrendim...
İyi niyetle açılmış, para yatırılmış, umutlar bağlanmış bir yer burası. Peki nasıl olur da açılış gecesi diyebileceğim özel bir gecede ortaya bu kadar sası yemek çıkar?
Aşçı mı kaçtı, aşçı diye mutfağa giren mi kifayetsiz anlayan varsa beri gelsin. Hadi yemekleri beğenmeyen bir ben olsam neyse. O gece onca yolu tepip oraya gelen herkes tabağını eşeleyip döndü üstüne üstlük de fena sayılmayacak bir para ödedi.
Bilenler bilir bir yeri kötülemek için yazı yazmam ben.
Bu kez yazayım dedim. Zararın neresinden dönülse kardır misali, bakarsın varını yoğunu her şeyden de önce emeğini, sevgisini bu küçük lokantaya yatıran arkadaşımın arkadaşı anlar. Anlar ve mutfaktan çıkar.
Anlaşılan bu hafta ne yapsam nafile..
Baksanıza tefessühle başladı yazı geldi sasıya dayandı.
Ama söz!
Gelecek hafta yaz kıvamına geçeceğim.
Tatlı, sıcak yazılar döşeneceğim...
Yazının Devamını Oku

Akdeniz’in kraliçesi Barselona

17 Temmuz 2010
Bizdeki Bodrum-Çeşme çekişmesi gibi, İspanya’da da bitmeyen bir Madrid-Barselona yarışması var. Ahalisi Barselona’ya ‘Akdeniz’in başkenti’ diyor. Haksız da sayılmazlar Bir haftadan beri gözüme geçen yıllara oranla çok daha tenha gözüken Bodrum’dayım. Nedeni birkaç yıldır aralarında gizli bir çekişme olduğu söylenen Çeşme-Bodrum yarışının Çeşme lehine sonuçlanması mı, sınavların peş peşe gelmesi mi, yoksa artık yavaş yavaş bittiği söylenen ekonomik kriz mi, bilmiyorum. Henüz vakit bulup da Bodrum’a inemedim, gözlemlerim Ak-tur plajlarıyla sınırlı ama bu kadarı bile ortalığın fazlasıyla sessiz olduğunu anlamak için yeterli. Bir de esnafı kara kara düşündürten Ramazan’ın Ağustos ortasına denk gelmesi var ki, ortalıktan el ayak çekildiğinde Bodrum sezonunun kısa süreceğini kestirmek için müneccim olmaya gerek yok.
Bodrum yazılarını gelecek haftalara erteleyip, yıllardır süren başka bir çekişmenin taraflarından birinden söz etmek istiyorum. Haziran ayında bir hafta geçirdiğim Barselona’dan...

BARSELONA MI MADRİD Mİ

Biliyorsunuz, Barselona ve Madrid çekişme dillere destandır. İkisi de kendini İspanya’nın en alımlı şehri ilan eder. En havalı, en güzel, en yaşanılası... Madrid’de başkentliğin getirdiği gurur, Barselona’da denizle iç içe olmanın getirdiği huzur vardır. Madrid kendini İspanya’nın merkezi kabul eder. Barselona zaten kendini İspanya’dan ayrı tutar, Katalanım der.
Barselonalılar’a göre tarihleri İspanyol tarihinden eskidir. Dilleri İspanyolca değil Güney Fransa’da da konuşulan Provence dilinin de atası Katalanca’dır. Mutfakları yarımadanın geri kalanından farklıdır. Dünyaya İspanyollar gibi bakmadıklarını söyler, şehirlerinin biricik olduğunu iddia ederler. Ve de Barselona’yı dünyanın en yaşanılası şehri ilan ederler.
Bu ilanın gerisinde ‘Conde Nast Traveller’ ekibinin birkaç yıl önce yayınladığı ‘dünyanın en yaşanılası yirmi şehri’ listesinde Barselona’nın ilk sırayı alması yatar. Her ne kadar, havalı mı havalı Monocle dergisi ve yöneticisi Tyler Brule şehirlerini Madrid’in de arkasına atan ve ilk sıraları Tokyo-Zürih-Stokholm arasında paylaştıran yeni bir liste yayınlamış olsa da kendilerini Akdeniz’in çocukları olarak gören hiçbir Barselonalı bu yeni listeyi ciddiye almaz. Çünkü Tokyo gibi bir şehrin dünyanın en yaşanılası şehri olmasına hiçbir Akdeniz’linin aklı yatmaz.

YAŞANILASI BİR ŞEHİR

Barselonalılar için şehirlerinin biricik olduğu gerçeği belli ki hiç değişmeyecek. İyi de Barselona’ya giden yabancılar için de durum böyle mi? Şehre adım atmamla kendimi kıyas kraliçesi olarak bulmam bir oluyor. Önce herkes gibi Madrid’le Barselona’yı karşılaştırıyorum. Ardından Buenos Aires’ten Montevideoya’ya kadar, aynı havayı soluyormuşum hissi veren, bütün Latin şehirleri sıraya giriyor birer birer. Sonra biraz da madem ki dünyanın en yaşanılası şehri, o zaman burayı bildiğin bütün şehirlerle kıyaslamalısın düşüncesinden hareketle listemi genişletiyorum. İstanbul elbette baş köşeye kuruluyor ama Roma’dan Londra’ya bildiğim diğer şehirlerin de eklenmesiyle listem kabardıkça kabarıyor.
Üçüncü günün sonunda kıyas yapmaktan şehrin tadını çıkaramadığımı fark ediyor ve bu saplantıma bir son veriyorum. Yedinci günde kararım karar: Dünyada bir değil, yaşanılası en az onlarca şehir var ve birinciliğin kime verileceği bir şehirden ne beklediğine bakar.
Barselona ister birinci olsun ister sonuncu benim için gerçekten yaşanılası bir şehir. Bunu söylerken de şehrin ikliminden kültürel zenginliğine, rahatlığından ucuzluğuna yüzlerce etmeni düşünüyorum. Her ne kadar küresel ısınma denen illetten payına düşeni alsa da, iklimi bildiğiniz Akdeniz iklimi. Yazlar kuru ve sıcak, kışlar ılık ve yağışlı. Şehrin ortasındaki marinayla sağa sola serpiştirilmiş plajlar ve ahalinin havalar müsait olur olmaz kendini ya limanda bekleyen teknelerine ya da kumsala atmaları şehre bir sayfiye havası katıyor.. Bu hava kılık kıyafete de yansıyor ister istemez.
Sokaklarda asık yüzlü kravatlı adamlarla tayyörlü ciddi kadınlara rastlamak neredeyse imkansız. Bir şehri sevmenin en büyük nedeni olabilecek balkonlar ve o balkonların şaşmaz müdavimleri yaşlı kadınlarla asılı çamaşırların da şehrin sayfiye havasına ayrı bir tat kattığı tartışılmaz. İklimin sadece insanın üstünü başını değil ruhunu da etkilediğini şehre adım atar atmaz anlıyorsunuz. Gerçekten de buranın insanları değdin mi yakmayan ve yapışmayan türden sıcak.

HER BÜTÇEYE SESLENİYOR

Diğer Avrupa şehirleri, özellikle de İstanbul’la karşılaştırıldığında ucuz sayılabilecek bir şehir Barselona. Yemek, içmek, kahveler, taksi ücretleri, ev kiraları, hatta ve hatta fiyat kalite oranı düşünüldüğünde bol yıldızlı oteller bile benzerlerinden ucuz. Bir de ucuzun da ucuzu vardır misali; her bütçeye öyle çok seçenek sunuyor ki; sırt çantasını kapan genç öğrenci de özel jetiyle arzı endam eden iş adamı da koşa koşa geliyor.
İspanya’nın gastronomi turizminin önemini yıllarca önce kavrayıp hayata geçiren ülkelerin başında geldiğini söylemek yanlış olmaz. Barselona ve çevresi tıpkı San Sebastian gibi lezzetin peşine düşüp bu ülkeye gelenleri kendine çeken önemli merkezlerden. Dünyanın bir numaralı şefi ünvanını kimselere kaptırmayacak gibi görünen Ferran Adria’dan Girona’daki Rocca Kardeşler’e dek, dünya çapındaki şeflerin burada doğup yaşadıkları düşünülürse bunda şaşılacak bir şey de yok.
Ama turistlerin müthiş lezzetli yemekler yemeleri için illa bu çok ünlü şeflerin mekanlarına gitmeleri gerekmiyor. Şehir bütün olarak gastronomi cenneti zaten. Hemen her semtte karşınıza çıkan küçük lokantalar o kadar makul fiyatlara öyle çok lezzet sunuyor ki, insan hangisine karar vereceğini bilemiyor.
İklim, sıcakkanlı insanlar, hayatın rahatlığı ve ucuzluğu dedik; yeme-içme kültürünün zenginliğinden dem vurduk ama Barselona’yı bunlarla sınırlamak fena halde haksızlık. Bu şehre insan sadece mimari eserlerin peşine düşmeye, festivallerini izlemeye ya da alışverişe de gelebilir. Gaudi’nin memleketi ne de olsa. Hayatın keyfini çıkaran insanların ülkesi. Barselonalılar gibi söyleyecek olursak Akdeniz’in başkenti.
Böyle bir şehirde yaşanmayacak da nerede yaşanacak?

NOT: Barselona’daki W Otel’den Omm’a kadar bir sürü otel tavsiye edebilir, onlarca lokanta sıralayabilirim. Ama nedense içimde birini önersem diğerinin boynu bükük kalacak gibi bir his var. Gene de kendimi tutamıyor ve yolunuz düşerse ne yapın ne edin El Born Mahallesindeki ‘Cal Pep’e gidin, diyorum. Gerekirse kuyrukta bekleyin ama Pep’in kendi elleriyle hazırladığı tapasların tadına bakmadan dönmeyin. Ve o muhteşem mezelerin yanında şarap değil, bütün Barselonalılar gibi Cava için...
Yazının Devamını Oku

Türkler’in bitmeyen Côte d’Azur aşkı

3 Temmuz 2010
Nice Havaalanı’na girdiğim anda Türkler’in Cote d’Azur aşkının asla bitmeyeceğini bir kez daha anlıyorum. Henüz açılmamış THY kontuarının önünde uzun mu uzun bir kuyruk. Sırada bekleyen bütün kadınların elinde en az iki hasır şapka var ve bütün adamlar beş-altı bavulun küçük bir dağ oluşturduğu arabaları sıkıntılı sıkıntılı iteliyor.

Herkes bir ağızdan konuşuyor. Yolcuların çoğunun tanış olduğu, birbirlerine takılmalarından ve sohbetlerine eşlik eden kahkahalardan belli. Bir süre sonra yeni yolcuların gelmesiyle iyiden iyiye uzayan kuyruk, ciddi barikat oluşturan bavulları aşamadığından mecburen çatallaşıyor. Bir ucu kerli ferli Dubai yolcularının diğer ucu Seul’a dönmek için bekleşen ufarak Korelilerin arasına karışıyor.
Konuşmalara kulak kabarttığımda kalabalık bir arkadaş grubunun haftasonunu St. Tropez’de geçirdiğini anlıyorum.
Grubun dışında kalan ve tekneden indikleri kıyafetlerinden belli olan nispeten küçük bir azınlık daha var.
Bir de yazlık evleri orada olan ve önemli toplantılar için Türkiye’ye dönen bir-iki işadamı.
İçimden ‘hali vakti yerinde Türkler’in şaşmaz kaçamak yaz programı başladı’ diye düşünüyorum. Öyle ya, bu küçük azınlık hemen her mayıs festivalle şenlenen Cannes ve Formula’yla inleyen Monte Carlo’ya gider. Hazirandan temmuz ortasına kadar da St. Tropez’ye. Temmuzun ikinci yarısı Hırvatistan kıyılarına, sonu Yunan Adaları’na ayrılır... Kalan günlerde de Türkiye’de kalınır. Göcek’ten Ayvalık’a uzanan şeritte bir yerde. Doğrusunu isterseniz hiç de fena program sayılmaz hani.
Kim ne derse desin gezme lüksü olan Türkler pek çok ülke vatandaşından çok daha fazla keyiflerine düşkünler. Ne moda ne değil yakinen izledikleri, yükselişe geçen ve gözden düşen bütün adresleri ezbere bildikleri de malum.
Bu yaz acep nereye gitsek, diye düşünen yabancılar gönül rahatlığıyla bizimkilerin peşine takılabilir aslında.

Yazının Devamını Oku

Maremma neyse Luberon da o

26 Haziran 2010
Bir arkadaşımın dediği gibi insan eli değmiş bakir doğa. Bağlar, meyve bahçeleri, tarlalar ve imza niyetine kiminin bucağına kiminin kucağına serpiştirilmiş sedir ağaçları... Bir de elbette gelincik kırmızısıyla beneklenen lavanta tarlaları... Dağların tepeleri köylere etekleri göz alabildiğine uzanıp giden yeşilliğin ortasında kurulmuş çiftliklere ait.
Çevredeki hemen her tepede yükselen bu köylerin tarihleri çoğu zaman ortaçağa uzandığı ve o dönemde köy dediğin ahalisi ve arazisiyle birlikte dini bütün bir senyörün malı olduğu için hemen hepsinin en göz alıcı iki binasından biri şato, diğeri kilise...
Saat erken, ortalık sessiz. Sessizliği evlerin iç avlularından gelen arya sesi bölüyor. Meydandaki kahvenin sahibi olan aile bir akşam önce içeri taşıdıkları masalarla iskemleleri ağır ağır dışarı çıkarmakla meşgul. Hepsi önlerinde uzayıp giden koca bir gün olduğunu ve akşama kalmadan ayaklarına kara sular ineceğini biliyor. Napolyon’un ektirdiği kestane ağaçlarıyla çevrelenmiş meydanın bir iki saate kalmadan lebalep dolacağını da.

ERKEKLER BURUN KIVIRACAK


Her gün farklı bir köyde kurulan çarşı bugün bu meydanda kurulacak. Birazdan sabah mahmurluğunu henüz üzerinden atamamış meydan kamyonlarıyla gelen peynirciler, balıkçılar, sebzecilerle dolacak. Onları sepetçiler, çömlekçiler, çiçekçiler izleyecek. Kilimciler, sağdan soldan topladıkları eski eşyayı satıp üç kuruş kazanmayı uman çerçiler, eli makas tutan ev kadınları, fırça tutan acemi ressamlar birbiri ardına gelip tezgâhlarının arkasına yerleşecekler. Esnaf yerini alıp da pazar kurulduğunda, çarşı hem köyün hem de komşu köylerin sakinlerini sinek gibi kendine çekecek.
Kadınlar çeke çeke arkalarından sürükledikleri tekerlekli torbalarıyla her tezgâhın önünde durup pazarcının tembihlemesine fırsat bırakmadan bir-iki sebzeyi mıncıklayacak, adamlar gözlüklerini burunlarına indirip etiketleri okumaya çalışacak, tezgâhların arasında koşuşturan çocuklardan biri mutlaka düşüp dizini kanatacak ve turistler bu anı kaçırmamak için fotoğraf makinelerine davranacaklar.
Öğlene kadar...
Kilisenin çanı on ikiyi vurur vurmaz pazarcılar toparlanmaya müşteriler çevredeki lokantalara dağılmaya başlayacak. Öğle yemeği demek, taşrada hayatın durması demek. Saat üçe doğru cibinliklerin güvenliği, taş duvarların serinliği, ağaçların gölgesi terk edilecek yavaş yavaş. Şimdi vakit, koyu bir kahve içip hayata kaldığı yerden başlama vakti. Akşam yemeğinin evde yenmesi âdetten olduğuna göre evin bütün kadınları mutfaktaki yerlerini alacaklar birer birer. Biri komşu köydeki konsere, diğeri arkadaşının açtığı sergiye gitmeyi önerecek.
Karar ne olursa olsun gençlerin burun kıvıracağı, erkeklerin alınlarını kırıştırıp mutsuz bir ifade takınacakları kesin. Oturup dünya kupası izlemek varken diye söylenecekleri de...

HEM BENZER, HEM FARKLI

Tıpkı Maremma gibi Luberon’da da üç aşağı beş yukarı böyle geçiyor yaz. Tıpkı Toscana gibi Provence da kıyıların kalabalığından sıkılan İtalyanlarla Fransızların yaz aylarını geçirmek için tercih ettikleri köylerle dolu. Ama dünyanın en güzel denizi olduğuna gönülden inandığım Ege dururken yaz aylarında denize girmek için gidilmez Cote d’Azur’e. Ama bölgedeki bütün köyler hem birbirine benziyor hem birbirinden farklı. Benzerlik hemen hepsinin taş evlerden oluşmuş tepelere kurulmuş çiçekler içinde tarihi köyler olması. Farklılıksa bu köylerde yaşayan insanların hayat tarzlarından. Zamanında Papalık toprakları olan bölgede köyler Protestan ve Katolik köyler olarak ikiye ayrılıyor. Kökeni Fransız ihtilaline kadar uzanan bu ayrım günümüzde Protestan kalan kasabaların daha ciddi Katolik olanların daha hercai bir hayat tarzını benimsemeleri olarak karşımıza çıkıyor.

PICASSO VE SADE’IN KÖYÜ

Menerbes: Dora Maar ve Picasso’nun fırtınalı aşkına tanıklık etmiş vadiye kuşbakışı bakan ev turistlerin ilgi odağı. Bölgenin en sevimli köylerinden Bonnieux ile komşu.

La Coste: Marquis de Sade’ın bugün Pierre Cardin tarafından satın alınan ve Cardin vakfına devredilen şatosunun gelen giden herkesi ihtişamıyla büyülediği, daracık sokakları, birbirine yapışık taş evleri ve Savannah College tarafından işletilen sanat okuluyla ünlü harika bir köy.

Gordes: Bölgenin en zengin köylerinden. En lüks otellerin en yıldızlı lokantaların adresi. Bakımlı bahçeleriyle köyde yer alan evlerin hemen hepsi bir dekorasyon dergisinin sayfasını süslemiş.

Isle sur la Sorgue: Vocluse dağlarından akan derelerin birbirine karışıp kanallar oluşturduğu, ünlü şair Rene Char’ın memleketi. Antika cenneti...

Roussillon: Kırmızı toprağı ve köyün eteklerindeki doğal boya merkezi olan konservatuvarıyla kuşkuşuz bölgenin diğer hiçbir yere benzemeyen tek köyü. Biraz Mars gibi.

BİLİNMESİ GEREKEN BİRKAÇ ADRES

Jardin du Quai : Bahçe içinde sevimli bir lokanta. 91 Rue Julien-Guige l’Isle sur la Sorgue.

La Pasarelle: Antikacı. 5 Avenue des Quatres Otages. L’Isle sur la Sorgue.

Galerie Pascal Laine: İyi bir resim galerisi Menerbes.

Maison Velvert: Makul fiyatına oranla harika bir konaklama adresi. Route de Marseille Bonnieux’de.

Cote Bastide: Tasarım dükkânı. 3 Rue Grand Pre, Lourmarin.
Yazının Devamını Oku

Yağmur yüzünden uçak kaçırdım kabak Parrot’un başına patladı

12 Haziran 2010
Kuvvetli yağmur yağacak dendi tamam da, kimse İstanbul’u sel alacağını, yolların kapanacağını, trafikte mahsur kalınacağını söylemedi... Aradan bunca yıl geçti gene hava muhalefeti yüzünden uçak kaçırdım iyi mi? Oysa aklımda piyasaya yeni çıkmış Parrot adlı hoparlörler üzerine yazmak vardı.

Uçak kaçtı iyi mi?
Bir kez, o da havaalanı yolu kardan kapanıp ne ileri ne geri ilerlemeyen trafiğin ortasında mahsur kaldığımda uçak kaçırmış, saatler sonra gitti bilet parası diye yüreğim yana yana havaalanına vardığımda bütün yolcuların benimle aynı akıbeti paylaştığını, o yüzden de biletlerimizin yanmadığını öğrenip üstüne bir de istersek, bir sonraki seferle gidebileceğimiz söylendiğinde sevinçten zil takıp oynamıştım.
Fazla erken sevindiğimi nereden bilecektim?
Artan kar yağışından ötürü çileli bir dönüş seferi yapacağımı sabah çıktığım eve ancak gece yarısı varacağımı...

O KAR İSTANBUL’U BİR HAFTA ESİR ALDI

Ertesi gün karın yerini tipinin aldığını görünce kuşkulanıp yüzlerce kez havaalanını aramaya çalışacağımı, telefonun bir kez bile açılmayacağını, ya Allah bismillah gene yollara koyulacağımı, saatler süren çileli bir maceradan sonra havaalanına varacağımı ve vardığım anda seferlerin iptal edildiğini öğrenip saçımı başımı
yolacağımı elbet bilemezdim?
O kar bir hafta yağmış İstanbul’u esir almıştı...
Yıl 1986 olmalı.
Aradan bunca yıl geçti gene hava muhalefeti yüzünden uçak kaçırdım iyi mi?
Kuvvetli yağmur yağacak dendi tamam da kimse İstanbul’u sel alacağını, zincirleme kazalar olacağını, yolların kapanacağını, trafikte mahsur kalınacağını söylemedi...

BİR SONRAKİ SEFERE DAHA BEŞ SAAT VAR

Ama olanlar malum...
Saç baş yolmadım bu kez, baktım bir sonraki sefere önümde daha beş saat var oturdum kuzu kuzu, bu yazıyı yazmaya koyuldum.
Aklımda geçtiğimiz haftalarda tanıtımına gittiğim, piyasaya yeni çıkmış Parrot adlı hoparlörler üzerine yazmak var...
Yazıyı da eski bir anıya dayandıracağım.
1970’lerin ortalarında Ertuğrul (Özkök) doktorasını bitirip de Paris’ten dönerken biriktirdiği parayı son kuruşuna kadar bir çift hoparlöre yatırmıştı. O kadar son kuruşuna kadar yatırmıştı ki cebinde o devasa hoparlörleri bir taksiye koyup da eve götürmek için metelik kalmamıştı. Taksiden geçtim, metroya binecek parası da yok. Elin adamı işini ciddiye almış, bizimki “kargoya vereceğim” dediği için zaten heybetli olan iki hoparlörü öyle sarıp sarmalamış ki, değil iki eli, ahtapot gibi sekiz kolu olsa tek başına taşıması imkansız.

PARİS’İN BİR UCUNDAN DİĞER UCUNA TAŞIDIK

Acil yardım ekibi olarak biz o noktada devreye girmiştik. Cebimizdeki son kuruşu metro biletlerine yatırıp yardımına koşmuş her biri omuz hizasına kadar Ertuğrul eden o iki mereti Paris’in bir ucundan öteki ucuna münavebeli olarak kucağımızda taşımıştık.
Gösterdiğimiz şefkatin karşılığını da gani gani aldık ne yalan.
Yıllarca çıtlamadan, cızırdamadan ses vermeyi sürdürdü o garipler.
“Sonra devir değişti, ortaya daha iyi olduğu söylenen modeller çıktı, Ertuğrul kendine yeni gözdeler buldu diye” yazıya başlayacak Philippe Stark’ın tasarımını yaptığı Parrot’lara gelene kadar hoparlörlerin geçirdiği değişimlerden dem vuracak, bunların önceleri niye büyüdükçe büyüdüklerine, sonradan küçüldükçe küçüldüklerine, niye bir dönem anoreksiyaya tutulmuş gibi inceldiklerine, niye bir ara top gibi şiştiklerine akıl sır erdiremediğimi yazacak, Parrot denilen ve mükemmel olduğu söylenen bu yeni nesil hoparlörün de neden babadan görme megafon biçiminde oldukları üzerine yazacak, bu haftanın bir kutusunu da tanıtım kokteylinde yapılan çekilişte bir yakınıma çıktığı için inceleme fırsatı bulduğum Parrot’lara ayıracaktım.
Ne o?
Barcelona yolcuları için son çağrı mı dedi biri?
Kalk Figen kalk...
Yağmur yolunu kesti uçağı kaçırdın tamam da ikinciyi de havaalanında otururken kaçırırsan derdini kimseye anlatamazsın.
Bırak bu hafta yazın yarım kalsın...
Yazının Devamını Oku

Japonlar dünyalıysa biz nereliyiz

5 Haziran 2010
Tokyo’daki ikinci günün sonunda, Japonların kimselere benzemeyen bir ırk olduğuna gönülden inanmış durumdayım. Çekim bitmiş, çok katlı bir otelin tepesindeki barda, altımızda uzanan şehre bakarak içkimizi içerken, hemen her gökdelenin çatısının şu ya da bu biçimde ‘değerlendirildiğini’ fark ediyoruz. Fark ettiğimiz anda da, aklımıza düşen soru, piramitleri ilk kez görenlerin aklına düşen soru oluyor: Nasıl yapmışlar bunları Allah aşkına?
Yirmi iki katlı bir binanın çatısı otopark olarak kullanılıyor mesela. Olmaz mı olur da, yanında yöresinde arabaları çatıya çıkaracak bir düzenek de bulunur değil mi? Yok, ne merdiven ne vinç ne asansör, hiç bir şey yok. Hadi dışında yok, meraktan gidip içine de baktık, içinde de yok. Eee peki o arabalar oraya nasıl çıkıyor o zaman?
Bir diğerinin çatısı golf sahası olmuş mesela. Olmaz mı, olur ama üstelik Japonya gibi bir ülkede toplar aşağıda yürüyenlerin başına düşmesin diye çatının çevresi bir malzemeyle çevrilir değil mi? Hayır çevrilmemiş, ne duvarlar yükseltilmiş ne tel kafes, hiçbir şey yok. Biz tam belki de buralarda oynanan bir tür eloktronik golftür diye akıl yürütürken çatıya iki Japon çıkıyor, ceplerinden çıkardıkları ti’yi dikiyor, topu yerleştiriyor, gerinip sopayı sallıyorlar. İyi de top n’apıyor? İster inanın ister inanmayın bilim kurgu filmlerindeki gibi gidiyor gidiyor görünmez bir engele çarpıp yere düşüyor. Geriye sekme filan da yok, pıt diye parapetin dibine düşüyor.
Piramitlere bakıp da uzaylılar yaptı deyip işin içinden çıkılır ya, bunun içinden nasıl çıkılacak peki? Piramitleri yapan uzaylı da Japonlar dünyalı mı yani?
Japonlar dünyalıysa, diğer milletler neyin nesi?
Kafamıza takılan bu top-otopark meselesini sormadık sanmayın. Sormasına sorduk, Allah için cevap da verdiler ama gel de anla...
Japonya’da evet böyle bir sorun var: Dil sorunu.. Pek azı yabancı dil konuşuyor. İyi kötü İngilizce biliyorlar ama İngilizce’yi de kesik kesik, Japonca gibi konuşuyorlar. Bu da, kulağınıza tanıdık bir takım kelimeler geliyor ama cümlenin bütününü asla ve kat’a anlamıyorsunuz demek.
Çok değil, bundan on yıl öncesine kadar ülkede Latin alfabesinin a’sına rastlanmaz, her şey ama her şey Japon karakterleri ile yazılırmış. Şimdi bu değişmiş. Kamusal alanda artık Latin alfabesi de kullanıyorlar. Hatta metro ve trenlerde İngilizce anons da yapılıyor ama taksilerde, lokantalarda, alışverişte, kısaca öteki ile ‘konuşmanız’ gereken her yerde dil sorunu yaşıyorsunuz.

DANTELLİ TAKSİ KOLTUKLARI

Taksi demişken, bütün taksi şoförlerinin beyaz eldiven giydiklerini bir yerlerden duymuştum ama koltuklara beyaz dantel kılıflar geçirdiklerini bilmiyordum ne yalan. Evet, bütün taksilerin koltuklarında beyaz dantel kılıflar var. Üstelik de ne beyaz. Beyazın da beyazı var dedirten cinsten.
Zaten temizlik öyle bir boyutta ki, insan sormadan edemiyor: Kıyafet faslından geçtim ama nasıl olur da otuz beş milyonluk bir şehirde bütün caddeler, parklar, ara sokaklar, arka sokaklar, bina önleri, girişleri, içleri, camları, çatıları, lokantalar, mutfaklar, özel ve genel tuvaletler, bu kadar temiz olur? Japon mucizesi diye buna deniyor anlaşılan. Ben fazla düzenli, fazla temiz, neredeyse hijyenik şehirlerden fazla hazetmem ama bunca temizliğine karşın Tokyo, kalabalık yüzünden olsa gerek, insanda hijyenik bir şehir duygusu uyandırmıyor. Tuvaletler hariç.

MULTİFONKSİYONEL TUVALETLER

Tuvaltelerden de söz etmeden geçemeyeceğim çünkü dünyanın hiçbir yerinde hatta titizliği dillere destan rahmetli anneannemin evinde bile -ki kendi yere kolalı beyaz ketenler sererdi- böyle temiz tuvaletlere rastlamadım desem yeri. Klozetler, yıkama, kurutma, ısıtma, istendiğinde müzik çalma, istendiğinde parfüm fışkırtma gibi ’multifonksiyonel’ tasarlanmış. Bu her yerde böyle. En lüks otelde de salaş gece kulübünde de. Banyonun kapısını açtığınızda klozet kapağı da açılıyor ve ortaya hafif müzik eşliğinde parfüm kokuları saçılıyor. Çıkarken de kapak kapanıyor ve akıllı klozet kendi kendini temizlemeye başlıyor. Bu konu üzerinde bunca durmamın nedenine gelince: Durup durup birileri çıkar, biz Türklerle Japonların birbirine benzediklerini söyler, her iki ülkeyi yüzü batıya dönük ama muhafazakar olarak tanımlayıp Japon mucizesinin benzerinin yakında Türkiye’de yaşanacağını savunur ya, o yüzden. Onlara gelin tuvaletleri kıstas alalım, ne zaman ki Seferihisar otogarında girdiğimiz tuvalette kapıyı açmamızla ortaya parfüm kokuları saçılır, o zaman Türk mucizesinden bahsedelim demek isterim. Gerisi laf-ı-güzaf...
Orada kaldığım süre içerisinde ben baktım baktım, iki toplum arasında fazla bir benzerlik yakalayamadım.

ORTAK NOKTAMIZ KADIN-ERKEK EŞİTSİZLİĞİ

Dil benzemiyor. Din benzemiyor. Zihniyet benzemiyor. Kültür benzemiyor. Toplumsal alışkanlıklar benzemiyor. Bireysel tepkiler benzemiyor.
İlla benzetecek bir şey aranırsa, aileye duyulan saygı ve kadın erkek eşitsizliği benzetilebilir sanıyorum.
Hangi kaynağa başvurursanız vurun, kiminle konuşursanız konuşun karşınıza aile kavramının kutsallığı çıkıyor. Herkes çocukların ana babalarına, kadınların kocalarına kayıtsız şartsız biat ettiği ‘kutsal’ aileden söz ediyor. Biat faslı iyi kötü anlaşılır da, kayıtsız şartsız biat denince akla düşman uçaklarına bodoslama dalan kamikazeler geliyor ister istemez. Bu durumda kadınlarla çocuklar kamikaze mi oluyor? Erkekler de tanrı-imparator?
Tokyo’dan sonra gittiğimiz Kyoto’daki rehberimiz, ünlü Geyşa mahallesi Gion’da gezinirken çay evlerini gösterip burada yaşanan burada kalır, evli bekar hiçbir Japon kadını mahreminden söz etmez dedi. Sonra da gülümseyerek Tiger Woods’un başına gelen burada hiçbir erkeğin başına gelmez diye ekledi...
Ooo, bakın sırada daha Kyoto var.
Üstelik Tokyo’yu henüz bitirememişken.
Gece hayatı, Rappongi, kullanılmış genç kız donlarının otomatik makinelerden satın alındığı efsanesi, erotizme eşlik eden şiddet, televizyon programları, televizyonda verilen dokunma dersleri, aşk otelleri, sayıları bin civarında kalan geyşaların gizemi, sumonun neden kutsal addedildiği, melez Japonlar, her genç kızın rüyası göz estetiği ve daha nice ayrıntı vardı anlatacak.
Ama Japonya bu, bitmez.
Yazı dizisi bile yapılsa bitmez.
Dediğim gibi çünkü, Japonya’yı Japonlar dışında kimse çözemez.

Dur yolcu, Japonya’ya gitmeden önce bu yazıyı oku

Tokyo ile yetinmeyin, oralara kadar gitmişken mutlaka Kyoto’yu da görün. Burada bir rehber tutmakta fayda var. Böylece iki gün iki gece, şehri gezmek için yeter de artar.
Otellere gelince... Okabura ve Peninsula bir de bizim kaldığımız Seiyo Ginza, şehrin en iyilerinden. Bunlar fiyakalı ve pahalı oteller. Ama geceliği otuz-elli dolarlık kapsül otellerde kalınmıyorsa eğer, bütçenin büyük bölümünün konaklamaya gideceğini bilmekte fayda var.
Tokyo büyük ama içinden çıkılması kolay bir şehir. Gitmeden bir program yapın ve semtleri o program dahilinde gezin.
Akşam yemeklerinin erken yendiğini, lokantaların erken kapandığını, her bütçeye uygun seçenek bulunduğunu, balık pazarı çevresinde dünyanın en taze suşilerinin yapıldığını, Kobe bifteği ile soba adı verilen Japon yemeğini denemeyi ve sakeyi soğuk içmeniniz gerektiğini unutmayın yeter.
Diyelim ki yemediniz, içmediniz... O zaman ne yapıp edin, mutlaka ama mutlaka kurucuları arasında ünlü modacı İssey Miyake’nin de olduğu 21-21 adlı tasarım merkezini gezin.
Alışveriş severler için Japonya bir cennet. Herkesin alışverişi kendine göredir bilirim ama bir kırtasiyeciye girmeden ve bir iki defter almadan dönülmemeli.
Kalabalık saatlerde binmek için değil ama seyretmek için metroya, açılış ve kapanış saatlerinde süpermarketlere gidilmeli.
Kabuki tiyotrosuna bilet almadan iki kez düşünmeli.
Anlamadan bile olsa bir TV programı baştan sona izlenmeli... Der ve saygıyla eğilerek huzurunuzdan çekilirim.
Sevgili okur-san.
Yazının Devamını Oku

Japonya insana bilip tanırmış gibi geliyor

29 Mayıs 2010
Yalan da değil, sonuç olarak filmlerde gördüğünüz, üzerine yazılmış kim bilir kaç yazı okuduğunuz, edebiyatını iyi kötü izlediğiniz bir yer. Peki nasıl olur da insan bu kadar şaşırır, ağzı bir karış açık kalır? Öyle oldu işte. Tokyo’ya adım attığım andan dönene dek sadece ağzım bir karış açılmakla kalmadı gözlerim de faltaşı oldu çıktı... Sonunda bu durumun sadece beni değil, bu uzak adaya adım atan herkesin başına geldiğini gördüm de biraz olsun rahatladım. Japonya gerçekten de kolay kavranacak bir yer değil. Bana sorarsanız o bir bilmece... Japonlar dışında kimsenin çözemediği.
Tokyo bilindiği gibi dünyaca ünlü modacıları ve dünya modacılarını etkileyen deli fişek sokak modasıyla ünlü bir şehir. Dolayısıyla program için sokak modasını seçmiş olmamız isabet ama şehir o kadar yönlü ki insanın aklı ister istemez çekemediklerinde kalıyor. Burada bir değil on program yapmak gerekiyor aslında...Tokyo kim ne derse desin bir mimari şaheseri. İkinci Dünya Savaşı’nın yerle bir ettiği şehir yeniden kurulur, küllerinden doğarken öyle bir şehircilik anlayışı gözetilmiş, öyle mimarlarla işbirliğine gidilmiş ki, çıkan sonucu görüp de hayranlık duymamak mümkün değil. Şaka değil, otuz beş milyon insan yaşıyor Tokyo’da.
Bizim sokak modasını çekeceğimiz, Harajuku, şehrin en hareketli yerlerinden Shibuya, gece hayatının nabzının attığı Rappongi, zengin Ginza, yaratıcı Daikanyama, kulağı kesik Shinjuku, teknoloji cenneti Akahibara, iş merkezi Koto, mağrur Chiba, yemyeşil parklarıyla Koishikawa bu merkezlerden kimileri. Üstelik bu bölgelerin hepsi fena halde büyük. Dolayısıyla on gün gibi kısa bir sürede hepsini görmek mümkün olmadığı gibi hakkıyla anlatan bir yazıyı gazete
sayfasına sığdırmak da mümkün değil... Biz biraz da iş gereği, vaktimizin çoğunu Harajuku ve Ginza’da geçirdik. Olur da Tokyo’ya yolu düşecek birileri olursa hararetle bizim gibi yapmasını ve ilk iş Harajuku’ya gitmesini öneririm.
Harajuku sanırım dünyanın başka hiçbir yerinde benzerine rastlanmayacak bir mahalle. En önemli caddesi bir ucu Yoyogi parka diğer ucu Daikanyama eteklerine dayanan Omotesando yaklaşık bir kilometre. Neler neler yok ki o bir kilometrenin üzerinde? Başta butikler olmak üzere, lokantalar, alışveriş merkezleri, sinema salonları, lokantalar, kafeler, galeriler. Hoş Tokyo’nun her caddesinde de bu saydıklarımdan mebzul miktarda var ya, orası da ayrı.
Görülmesi gerekenlerin başında Herzog de Meuron’un baklava camlı Prada binası, Toyo İto’nun beyaz bandajlı Tod’s binası, Tange Kenzo’nun Yoyogi parkının yanı başındaki stadyumu, Dior’un buz küplerini andıran binası, üzerine doktora tezleri yapılan Omotesando Hills geliyor.

HARAJUKU’NUN ŞIK İNSANLARI

İnsanlar için söylenecek tek şey şık oldukları. Öyle böyle bir şıklık değil bu. Herkes baştan ayağa marka. Ama kimsenin üzerinde aynı markadan iki parça yok. Japonlar, kadını erkeği ile eskiyle yeniyi, dantelle deriyi, modernle klasiği karıştırıp giyinmeyi böylelikle de kimseye benzememeyi seviyor. Çantaların ucuna bir şey asıyor, eteklerin boyunu kesiyor, şapkalara kuş konduruyor ve gerçekten de kendilerine ‘özgü’ oluyorlar. Caddenin Yoyogi Parkı’na giden bölümünde ve Takeshi Dori sokağında karşınıza çıkan gençlerin giyimini anlatmak içinse kelimeler yetersiz.
Özellikle pazar günleri Tokyo’nun banliyölerinden Yoyogi Parkı’na gelen gençlerin istisnasız hepsi bir çizgi film karakteri gibi giyiniyor. Çekik gözlü Marie Antoinette’ler mi istersiniz, kendilerine siyah surat diyen yanık tenli lolitalar mı, hasır sepetlerine yerleştirdikleri taş bebeklerle zıplaya zıplaya yürüyen Heidi’ler mi, ne ararsanız var. On binlerce acayip giyimli genç canlı müzik çalan grupların eşliğinde dans ediyor, elleriyle zafer işareti yaparak fotoğraf çektiriyor, spor yapıp hafta sonunun keyfini çıkarıyor. Modanın izini nerede sürelim sorusu için gittiğimiz ve bu günlerde onuncu yılını kutlayacak Vogue Nippon’un editörlerinden Mihoko Lido bu akıl almaz fenomeni “Japon toplumunda çift kavramı yoktur bireylerden oluşur, dünyanın her yerinde insanlar ‘öteki’ için giyinirken burada ‘kendi’ için giyinir ve kimseyi yargılamaz” diye açıklıyor.
Dünyanın en kalabalık metro istasyonu Shibuya’ya indiğimizde gözümüz peronun yanına dizilmiş, fırıncı kürekleri gibi kürekler tutan üniformalı görevlilere çarpıyor. Rehberimiz yoğun saatlerde vagonlara sığmayan kalabalıkların bu görevliler tarafından küreklerle içeri itildiklerini anlatıyor. Shibuya istasyonun önü mahşeri kalabalık. Ben bir mitingin içine düştüğümü sanırken, bunun sadece karşıdan karşıya geçen insanlar olduğunu öğrenip şaşmalarıma yeni bir tane daha ekliyorum. Şaşkınlığım bin kişilik langırt salonları ve on katlı karaoke barlarında daha da artıyor. Binaların cephelerini kaplayan dev video ekranları ve binlerce neon Shibuya gecesini aydınlatıyor.
Sabaha karşı yorgunluk, şaşkınlık ve hayranlıktan bitap otele döndüğümüzde bugüne kadar gördüğüm hiçbir ülkenin beni Japonya kadar şaşırtmadığını fark ediyorum.
Japonya bir tezatlar ülkesi. Bir yanı ne kadar aleniyse öteki yanı o kadar gizli. Bir yanı ne kadar gösterişliyse öteki yanı o kadar sade, bir yanı ne kadar çılgınsa öteki yanı o kadar uslu.
Burası dillerinde hayır sözcüğü olmayan insanların coğrafyası. Burası ‘obi’nin nasıl bağlandığından binbir anlam çıkaran insanların ülkesi.

Haftaya devam...
Yazının Devamını Oku

Cannes bir peri masalıydı ben de Külkedisi

22 Mayıs 2010
Masal gibi diye buna denir işte. Gerçekten de Chivas’ın Cannes Film Festivali daveti masal gibiydi.
Hem de ne masal.
Ben kendimi Sindirella gibi hissettim mesela.
Hani evde yer silerken kendini baloda bulan prenses vardır ya, halim ona benziyordu çünkü.
Tokyo’dan dönmemle Cannes yollarına düşmemin arasından on saat bile geçmemiş, saat farkı sersemletmiş, uykusuzluk çökertmiş, perişanım.
Hacivat’ın dediği gibi ense kökümden topuklarıma her yanım zonk zonk zonkluyor ama ne gam: Biliyorum ki bu daveti kaçıramam. Kaçıramam çünkü söz konusu davet aslında bir davet değil, insana kendini özel hissetirmek için en ince ayrıntısına kadar kurgulanmış bir senaryo.
Oyun Nice Havaalanı’na indiğiniz anda başlıyor. Karşılanıyor ve kulaklıklı telsizleriyle şoförden çok korumaya benzeyen genç adamların sürdüğü koyu camlı siyah arabalarla Martinez Oteli’ne götürülüyorsunuz. Martinez Oteli, hemen yanındaki Carlton ve Cap d’Antipes’de bulunan Eden Roc ile birlikte Cannes’a gelen yıldızların kaldığı içi yıldız dışı paparazzi kaynayan üç otelden biri.
Otele varmanızla perde açılıyor: Arabadan indiğiniz anda gün boyu giriş kapısının yanında kendilerine ayrılan yerde bekleşen paparazziler bağrışmaya başlıyor.Öyle ya gelen kimbilir kim? Arabadan dünyaca ünlü bir film yıldızı inmesi beklenirken gelenin siz, yani garip bir fani olduğu anlaşıldığında bağrışlar bıçak gibi kesiliyor ve dikkatler bir sonraki arabaya çevriliyor.
Odalar hazırlanana kadar her an bir ünlüyle burun buruna gelme ihtimaliniz bulunan havuz başında, bir yandan çevredeki masaları süzüp bir yandan kim kimdir
oyunu oynayarak keyif çatıyor, daha sonra da yukarıya, içinde isterseniz o gece giymek için ödünç alabileceğiniz her biri ünlü bir markanın etiketini taşıyan tuvaletler, çantalar, yüksek topuklu sandaletlerle dolu showroom’a çıkıyorsunuz. Orada isteyene makyaj ve kuaför randevuları veriliyor. Odalara çekilip biraz dinlenmek starlığın şanındandır ya biraz odanıza çekiliyorsunuz.

KIRMIZI HALIDA YÜRÜRKEN

İkinci perde, süslenip püslenip indiğiniz barda açılıyor.
Barın arkasında Chivas’ın marka elçisi olduğu söylenen ve küçük parmağındaki yüzüğe bakılırsa zadegan bir aileden gelen biri, şimdi hiç birinin adını hatırlamadığım rengarenk kokteyller hazırlıyor. Sırada, biraz sonra yarışmalı bölümde izleyeceğiniz filme birlikte gideceğiniz gazetecilerle tanışma faslı var! İtalyan Vogue’dan Paola ve Cannes gecelerini Chivas için yazan Olivier... Kartlar alınıp verilirken herkes birbirini ince elek süzüyor. Bu arada bir fotoğrafçı ha bire fotoğraflarınızı çekiyor.
İçkiler bittiğinde limuzinlere biniyor ve konvoy halinde Festival Sarayı’na götürülüyorsunuz..
Kırmızı halının önünde durduğunuzda beyaz üniformalar kuşanmış birileri kapınızı açıyor ve meşhur halıyı söylenilen yerlerde fotoğraf çektirmek için duraksayarak yavaş yavaş geçip salona giriyorsunuz.
Yerinize yerleşip kırmızı halı geçidini bu kez ekrandan izlemeye başlıyorsunuz. Geçit töreni bir süre daha sizin gibi fanilerle devam ettikten sonra sıra yıldızlara, en son olarak da o gece filmi gösterilen ekibin yürüyüşüne geliyor. Yönetmen ve oyuncular her adımda durup fotoğraf çektirirek yaptıkları yürüyüşü bitirip de salona girdiklerinde herkes ayağa kalkıp alkışlamaya başlıyor. Alkışlar sona erdiğinde ışıklar kararıyor.

PARTİLER SABAHA KADAR SÜRÜYOR

Vee film!
Işıklar yeniden yandığında soluklar tutulmuş tepkiler bekleniyor. Salon alkıştan yıkılabileceği gibi manalı bir sessizliğe de bürünebilir. Film beğeniliyor olmalı ki, salon genç başrol oyuncusunu hıçkırıklara boğan alkış tufanıyla inliyor.
Dördüncü perdede otelin iki Michelin yıldızı ile taçlanmış lokantası Palme d’or’da yenen akşam yemeği var.
Yan masalara bakınarak yenen yemek, ilerideki Haneke ile Isabelle Huppert değil mi, arkamızda oturan ve birbiri ardına kadehleri yuvarlayan Lilly Evangelista olmasın sakın, soruları eşliğinde geç saatlerde bitiyor ve gece mutlaka bir ünlünün boy gösterdiği partiyle devam ediyor.
Yavaş yavaş gün ağarırken perde kapanmaya başlıyor.
Başladı ama kapanmadı henüz.
Daha edilecek mükellef bir sabah kahvaltısı, plajda yenecek harika bir öğle yemeği ve helikopterlerle Nice havaalanına gitmek var.
Helikopter döne döne yükseliyor. Altınızda masmavi Akdeniz ve yelkenliler. Villalar, malikaneler, palmiyeler... Cannes yavaş yavaş ardınızda kalıyor.
Ne zaman ki görünmez oluyor...
İşte perde o zaman kapanıyor.
?
Kurgulanan ve yaşatılan oyun bu işte.
Öyle bir oyun ki unutmak mümkün değil.
Döndükten sonra neden bizim festivallerde de böyle tanıtımlar yapılmaz ki, diye çok düşündüm.
Sonuçta dünyanın her yerinden gelen gazeteciler aracılığıyla sesinizi bütün o ülkelerde duyuruyorsunuz.

Tavernier’den Yunan trajedisi gibi açılış filmi

Geçen yıl bahtımıza Ang Lee’nin Woodstock üzerine yaptığı film düşmüştü, bu yıl Bertrand Tavernier’nin, Madame de la Fayette’in romanından uyarladığı La Princesse de Montpensier... Fransız sinemasının bu ince eleyip sık dokuyan yönetmeni, bu kez kamerasını Reform sonrası din savaşlarıyla kan gölüne dönen 17. yüzyıl Fransa’sına çevirmiş ve saray çevresinde yaşanan çetrefil bir aşk hikayesi anlatmış.
Güzeller güzeli Princesse de Montpensier ve kendisine aşık üç erkek arasında gelişen hikaye, Yunan trajedisi gibi mutsuz bir sonla bitiyor. Ben Tavernier sinemasını severim. Bu yüzden de filmi, özellikle de dilini çok sevdim.
Başta prenses rolünü üstlenen Melanie Thierry olmak üzere filmde yer alan bütün genç oyuncular rollerinin altından başarıyla kalkmışlar. Filmin karanlık atmosferi, geçtiği çağın karanlığı ile birebir örtüşmüş. Tarihi filmlerde iyi olması elzem kostümlerle mekan düzenlemeleri olması gerektiği gibi. Ama galiba filmi bencileyin sevebilmek için Fransızca bilmek gerekiyor. Alt yazı meramı anlatsa da ruhunu veremiyor. Gösterim bittiğinde film çok alkışlandı ama seyircilerin yüzde doksanı Fransızlardı. İlk gösterimi başka bir ülkede yapılsa bilmem bu kadar alkışlanır mıydı?

Javier Bardem ile sabah kahvaltısı

Bu yıl Cannes’a teşrif eden ünlüler listesi aşağı yukarı şöyle:
Jüri başkanı Tim Burton ve jüri üyeleri Cannes’ı mesken tutmuş haldeler.
Ama diğerleri gelip gidiyorlar. Filmlerinin açılışına katılıyor, genellikle de bizim kaldığımız Martinez Oteli’nde konaklıyor, pek fazla ortalarda görünmeden çekip gidiyorlar. Ödüle aday olanlar ise jürinin kararını ya bir arkadaşlarının villasında ya da bir dostlarının yatında bekliyor.
Ama yollarda karşınıza çıkanlar da yok değil.
Meg Ryan, Woody Allen, Lilly Evangelista, Benicio del Toro, Michael Haneke, Isabelle Hupert ve Eva Longoria bizim şansımıza düşenlerden bazılarıydı.
Javier Bardem’i de sabah kahvaltısında göz ucuyla gördüm sanırım.
Eski festivallerin olmazsa olmazları, keşfedilmeyi bekleyen çıplak plaj dilberleri yerlerini partiden partiye koşan mankenlere bırakmış. Ortalık havalı Ferrari pilotları, iki dirhem bir çekirdek sosyetikler, şenliği kaçırmamak için Paris’ten gelen ve kim oldukları ancak o çevrede yaşayanlarca bilinen zenginler, modacı, gazeteci ve elbette sinemacı kaynıyor. Bir yandan iş görüşmeleri yapılıyor, bir yandan eğleniliyor. Hemen her gece hemen her yerde bir parti var. Şıklık diz boyu. Heyecan dorukta. Altın Palmiyeler’in yeni sahiplerinin kimler olacağı konusunda tahminin bini bir para.
Cannes bu yıl da ışıl ışıl, şıkır şıkır.
Bir festival daha bitti bitiyor.
Yazının Devamını Oku