Çekim bitmiş, çok katlı bir otelin tepesindeki barda, altımızda uzanan şehre bakarak içkimizi içerken, hemen her gökdelenin çatısının şu ya da bu biçimde ‘değerlendirildiğini’ fark ediyoruz. Fark ettiğimiz anda da, aklımıza düşen soru, piramitleri ilk kez görenlerin aklına düşen soru oluyor: Nasıl yapmışlar bunları Allah aşkına?
Yirmi iki katlı bir binanın çatısı otopark olarak kullanılıyor mesela. Olmaz mı olur da, yanında yöresinde arabaları çatıya çıkaracak bir düzenek de bulunur değil mi? Yok, ne merdiven ne vinç ne asansör, hiç bir şey yok. Hadi dışında yok, meraktan gidip içine de baktık, içinde de yok. Eee peki o arabalar oraya nasıl çıkıyor o zaman?
Bir diğerinin çatısı golf sahası olmuş mesela. Olmaz mı, olur ama üstelik Japonya gibi bir ülkede toplar aşağıda yürüyenlerin başına düşmesin diye çatının çevresi bir malzemeyle çevrilir değil mi? Hayır çevrilmemiş, ne duvarlar yükseltilmiş ne tel kafes, hiçbir şey yok. Biz tam belki de buralarda oynanan bir tür eloktronik golftür diye akıl yürütürken çatıya iki Japon çıkıyor, ceplerinden çıkardıkları ti’yi dikiyor, topu yerleştiriyor, gerinip sopayı sallıyorlar. İyi de top n’apıyor? İster inanın ister inanmayın bilim kurgu filmlerindeki gibi gidiyor gidiyor görünmez bir engele çarpıp yere düşüyor. Geriye sekme filan da yok, pıt diye parapetin dibine düşüyor.
Piramitlere bakıp da uzaylılar yaptı deyip işin içinden çıkılır ya, bunun içinden nasıl çıkılacak peki? Piramitleri yapan uzaylı da Japonlar dünyalı mı yani?
Japonlar dünyalıysa, diğer milletler neyin nesi?
Kafamıza takılan bu top-otopark meselesini sormadık sanmayın. Sormasına sorduk, Allah için cevap da verdiler ama gel de anla...
Japonya’da evet böyle bir sorun var: Dil sorunu.. Pek azı yabancı dil konuşuyor. İyi kötü İngilizce biliyorlar ama İngilizce’yi de kesik kesik, Japonca gibi konuşuyorlar. Bu da, kulağınıza tanıdık bir takım kelimeler geliyor ama cümlenin bütününü asla ve kat’a anlamıyorsunuz demek.
Çok değil, bundan on yıl öncesine kadar ülkede Latin alfabesinin a’sına rastlanmaz, her şey ama her şey Japon karakterleri ile yazılırmış. Şimdi bu değişmiş. Kamusal alanda artık Latin alfabesi de kullanıyorlar. Hatta metro ve trenlerde İngilizce anons da yapılıyor ama taksilerde, lokantalarda, alışverişte, kısaca öteki ile ‘konuşmanız’ gereken her yerde dil sorunu yaşıyorsunuz.
DANTELLİ TAKSİ KOLTUKLARITaksi demişken, bütün taksi şoförlerinin beyaz eldiven giydiklerini bir yerlerden duymuştum ama koltuklara beyaz dantel kılıflar geçirdiklerini bilmiyordum ne yalan. Evet, bütün taksilerin koltuklarında beyaz dantel kılıflar var. Üstelik de ne beyaz. Beyazın da beyazı var dedirten cinsten.
Zaten temizlik öyle bir boyutta ki, insan sormadan edemiyor: Kıyafet faslından geçtim ama nasıl olur da otuz beş milyonluk bir şehirde bütün caddeler, parklar, ara sokaklar, arka sokaklar, bina önleri, girişleri, içleri, camları, çatıları, lokantalar, mutfaklar, özel ve genel tuvaletler, bu kadar temiz olur? Japon mucizesi diye buna deniyor anlaşılan. Ben fazla düzenli, fazla temiz, neredeyse hijyenik şehirlerden fazla hazetmem ama bunca temizliğine karşın Tokyo, kalabalık yüzünden olsa gerek, insanda hijyenik bir şehir duygusu uyandırmıyor. Tuvaletler hariç.
MULTİFONKSİYONEL TUVALETLERTuvaltelerden de söz etmeden geçemeyeceğim çünkü dünyanın hiçbir yerinde hatta titizliği dillere destan rahmetli anneannemin evinde bile -ki kendi yere kolalı beyaz ketenler sererdi- böyle temiz tuvaletlere rastlamadım desem yeri. Klozetler, yıkama, kurutma, ısıtma, istendiğinde müzik çalma, istendiğinde parfüm fışkırtma gibi ’multifonksiyonel’ tasarlanmış. Bu her yerde böyle. En lüks otelde de salaş gece kulübünde de. Banyonun kapısını açtığınızda klozet kapağı da açılıyor ve ortaya hafif müzik eşliğinde parfüm kokuları saçılıyor. Çıkarken de kapak kapanıyor ve akıllı klozet kendi kendini temizlemeye başlıyor. Bu konu üzerinde bunca durmamın nedenine gelince: Durup durup birileri çıkar, biz Türklerle Japonların birbirine benzediklerini söyler, her iki ülkeyi yüzü batıya dönük ama muhafazakar olarak tanımlayıp Japon mucizesinin benzerinin yakında Türkiye’de yaşanacağını savunur ya, o yüzden. Onlara gelin tuvaletleri kıstas alalım, ne zaman ki Seferihisar otogarında girdiğimiz tuvalette kapıyı açmamızla ortaya parfüm kokuları saçılır, o zaman Türk mucizesinden bahsedelim demek isterim. Gerisi laf-ı-güzaf...
Orada kaldığım süre içerisinde ben baktım baktım, iki toplum arasında fazla bir benzerlik yakalayamadım.
ORTAK NOKTAMIZ KADIN-ERKEK EŞİTSİZLİĞİDil benzemiyor. Din benzemiyor. Zihniyet benzemiyor. Kültür benzemiyor. Toplumsal alışkanlıklar benzemiyor. Bireysel tepkiler benzemiyor.
İlla benzetecek bir şey aranırsa, aileye duyulan saygı ve kadın erkek eşitsizliği benzetilebilir sanıyorum.
Hangi kaynağa başvurursanız vurun, kiminle konuşursanız konuşun karşınıza aile kavramının kutsallığı çıkıyor. Herkes çocukların ana babalarına, kadınların kocalarına kayıtsız şartsız biat ettiği ‘kutsal’ aileden söz ediyor. Biat faslı iyi kötü anlaşılır da, kayıtsız şartsız biat denince akla düşman uçaklarına bodoslama dalan kamikazeler geliyor ister istemez. Bu durumda kadınlarla çocuklar kamikaze mi oluyor? Erkekler de tanrı-imparator?
Tokyo’dan sonra gittiğimiz Kyoto’daki rehberimiz, ünlü Geyşa mahallesi Gion’da gezinirken çay evlerini gösterip burada yaşanan burada kalır, evli bekar hiçbir Japon kadını mahreminden söz etmez dedi. Sonra da gülümseyerek Tiger Woods’un başına gelen burada hiçbir erkeğin başına gelmez diye ekledi...
Ooo, bakın sırada daha Kyoto var.
Üstelik Tokyo’yu henüz bitirememişken.
Gece hayatı, Rappongi, kullanılmış genç kız donlarının otomatik makinelerden satın alındığı efsanesi, erotizme eşlik eden şiddet, televizyon programları, televizyonda verilen dokunma dersleri, aşk otelleri, sayıları bin civarında kalan geyşaların gizemi, sumonun neden kutsal addedildiği, melez Japonlar, her genç kızın rüyası göz estetiği ve daha nice ayrıntı vardı anlatacak.
Ama Japonya bu, bitmez.
Yazı dizisi bile yapılsa bitmez.
Dediğim gibi çünkü, Japonya’yı Japonlar dışında kimse çözemez.
Dur yolcu, Japonya’ya gitmeden önce bu yazıyı okuTokyo ile yetinmeyin, oralara kadar gitmişken mutlaka Kyoto’yu da görün. Burada bir rehber tutmakta fayda var. Böylece iki gün iki gece, şehri gezmek için yeter de artar.
Otellere gelince... Okabura ve Peninsula bir de bizim kaldığımız Seiyo Ginza, şehrin en iyilerinden. Bunlar fiyakalı ve pahalı oteller. Ama geceliği otuz-elli dolarlık kapsül otellerde kalınmıyorsa eğer, bütçenin büyük bölümünün konaklamaya gideceğini bilmekte fayda var.
Tokyo büyük ama içinden çıkılması kolay bir şehir. Gitmeden bir program yapın ve semtleri o program dahilinde gezin.
Akşam yemeklerinin erken yendiğini, lokantaların erken kapandığını, her bütçeye uygun seçenek bulunduğunu, balık pazarı çevresinde dünyanın en taze suşilerinin yapıldığını, Kobe bifteği ile soba adı verilen Japon yemeğini denemeyi ve sakeyi soğuk içmeniniz gerektiğini unutmayın yeter.
Diyelim ki yemediniz, içmediniz... O zaman ne yapıp edin, mutlaka ama mutlaka kurucuları arasında ünlü modacı İssey Miyake’nin de olduğu 21-21 adlı tasarım merkezini gezin.
Alışveriş severler için Japonya bir cennet. Herkesin alışverişi kendine göredir bilirim ama bir kırtasiyeciye girmeden ve bir iki defter almadan dönülmemeli.
Kalabalık saatlerde binmek için değil ama seyretmek için metroya, açılış ve kapanış saatlerinde süpermarketlere gidilmeli.
Kabuki tiyotrosuna bilet almadan iki kez düşünmeli.
Anlamadan bile olsa bir TV programı baştan sona izlenmeli... Der ve saygıyla eğilerek huzurunuzdan çekilirim.
Sevgili okur-san.