Figen Batur

LV davet dediğin böyle olur dedirtti

11 Aralık 2010
Louis Vuitton’ın Bağdat Caddesi’ndeki açılışına katılamadım ama açılış şerefine verdikleri özel bir öğlen yemeğine katıldım. Tarihi Kuleli Köşk’teki şık yemek o kadar zevkle ve özenle hazırlanmıştı ki, katılanlara “davet dediğin böyle olur” dedirtti Bir Louis Vuitton yazısı var sırada demiştim geçen hafta...
Nereden başlasam, nasıl anlatsam türünden bir yazı.
Korkunun ecele faydası yok, o zaman bir ucundan tutalım, yazmaya başlayalım.
Marka biliyorsunuz, Bağdat Caddesi üzerindeki mağazasını yenilediğinde kapısını öyle bir davetle açtı ki, deyim yerindeyse yer yerinden oynadı.
İstanbul’un kalburüstü isimleri, Louis Vuitton’un kıdemli müşterileri, yazılı ve görsel basın akın akın Bağdat Caddesi’ndeki açılışa gitti. Yazılar yazıldı, resimler basıldı. Louis Vuitton adı bir kez daha, ‘lüks dediğin budur işte’ şiarı eşliğinde belleklere kazındı.
Ben gidemedim. O yüzden anlatanların yalancısıyım. Gerçekten havalı, gerçekten şaşaalı, gerçekten “helal olsun” dedirten bir davetmiş, öyle söylediler.
Söz konusu o davet akşam saatlerindeydi.
Öğle saatlerindeyse Suadiye’nin ara sokaklarından birinde, yirmi beş kişilik başka bir davet verdi Louis Vuitton. Bir öğle yemeği. İşte ben ona gittim./images/100/0x0/55eb5bb5f018fbb8f8bc01d8
Geçen haftaki yazımda “lüks marka sadece lüks ürün üretmekle kalmaz, o ürünü çevreleyen efsaneyi de yaratır” derken kastettiğim de oydu zaten...

İNCE DÜŞÜNÜLMÜŞ BİR DAVET

Vuittoncular; Paris’ten bu açılış için gelen anlı şanlı Yves Carcelle ile Türk basınını bir araya getirecekleri bu yemek için belli ki uzun uzun düşünmüş, verecekleri davetin markanın şanına yakışması için epey uğraşmışlar. İşin kolayına kaçıp İstanbul’un herhangi bir lüks lokantasını seçmek yerine, gidip Suadiye’nin ara sokaklarından birinde bir zamanlar sayfiye denince akla düşen, şimdiyse kendisi gibi onarılıp korunan bir-iki örnek dışında yerinde yeller esen o harika köşklerden birini seçmişler: Kuleli Köşk.
Kuleli Köşk çok yakın bir tarihte yenilendiği belli, çevresindeki asık yüzlü binaların arasında pırıl pırıl parlayan ancak henüz kullanımda olmayan boş bir köşk. Ağanın eli tutulur mu, tutulmaz. Buna da hemen bir çare bulunmuş ve markanın Etkinlikler Sanat Direktörü Flemming Fallesen Paris’ten gelerek köşkün içini 18. yüzyıl mobilyalarıyla döşemiş. Girişte yuvarlak bir masa ve Vuitton’un özel koleksiyonundan getirildiği belli eski sandıklar var.

HER ŞEY TADINDA VE DOZUNDA

Sağlı sollu iki salona iki uzun masa kurulmuş. Tabak olarak İznik çinileri kullanılmış, çiçek olarak bir dönem bütün bu köşklerin bahçelerini süsleyen ortanca seçilmiş. Mönüyü Türk damak tadını iyi bilen Carlo Bernardini ile sevgili Aydın Usta (Demir) yapmış: Giriş olarak pazı yaprağında zeytinyağlı enginar dolması, kağıtta deniz levreği, ballı muradiye ve tatlı olarak da sakızlı dondurma eşliğinde güllü baklava.
Şarapsa her yemeğe farklı bir Corvus olmak üzere; 2006 Vasilaki Çavuş beyaz, gene 2006 kırmızı Cabarnet Sauvignon ve benim için İtalyan tatlı şaraplarına bile pabucunu ters giydiren 2005 Corvus Passito.
Hepsi nasıl leziz, nasıl her şey tadında ve dozunda anlatamam.
Yenildi, içildi, sohbet edildi.
Ve eminim iki saatlik o yemek, katılan herkese “davet dediğin böyle olur” dedirtti...

KİŞİSEL BİR YOLCULUK HİKAYESİ

Louis Vuitton ve yolculuk birbirinden ayrılmaz bir ikili. Uzun süredir modanın hemen her dalına el atmış olsa da, bilindiği gibi özünde bir bavul markası. Transatlantiklerle okyanusların aşıldığı, Orient Express’in en gözde ulaşım aracı olduğu, gidilen her neresiyse uzun süre kalınan, o yüzden de yolcuların yanlarında neredeyse koca bir gardırob götürdükleri günlerde ürettiği sandıklarla ünlenmiş bir marka.
Bu nedenle en son kampanyalarında Türkiye’den farklı kadınlara “Sizin için yolculuk nedir?” diye sormuşlar.
“Bana sorulsa nasıl yanıtlardım acaba?” diye düşünmedim değil.
LV dendiğinde aklıma moda ve yolculuk geliyor, derdim herhalde. Moda ve yolculuk dendiğindeyse özgürlük. Nedeni modanın da yolculuğun da ancak özgür insanın hayatındaki kavramlar olması. Totaliter ülkelere baksanıza... Özgürlükten hoşlanmazlar. İşe her ikisini de yasaklayarak başlarlar.
Benim kişisel LV hikayeme gelince...
Yıl 1975, Paris’teyiz. Öğrenciyiz. Ve aşık yolu gözler gibi Türkiye’den gelecek paralarımızı bekliyoruz. Kimi ailesinin yolladığını, kimi bursunu... Iıhh bekle ki, gelsin. O yıllarda, ‘Türk Parasını Koruma Kanunu’ diye mendebur bir kanun var, o yüzden aileler para yollayabilmek için deveye hendek atlatıyor. Devletse yetmiş sente muhtaç. Burs verdiklerine burslarını yollamıyor. Durum facia...
Ay sonlarına doğru resmen açlık sınırında yaşıyoruz. Herkes elinden geldiğince bir iş yapmaya çalışıyor: Gece bekçiliği, bulaşıkçılık ve sokaklarda ilan dağıtma en gözde işlerden... Ben şanslıyım. Günlerden bir gün, Oya Abla bir Japonla evlenmiş, geldi Paris’e yerleşti. İki yaşında da güzeller güzeli bir kızı var: Yuki. Hızlandırılmış Fransızca kurslarına gittiğinde benden Yuki’ye bakmamı istedi. Evleri zengin mi zengin 16. Bölge’de.

HAYATIMIZI KURTARAN KARAR

İşte Louis Vuitton diye bir markanın varlığını her sabah kalkıp gittiğim o bölgede keşfettim. Bir baktım, kadınların hemen hepsinin kolunda aynı çanta... Bir gün dayanamayıp bir kadına hemen hiçbir vitrinde görmediğim bu çantayı nereden aldığını sordum ve üşenmeyip söylediği adrese gittim. Elbette alacağımdan değil, meraktan.
Kim ne derse desin merak kediyi bazen öldürüyor bazen de abad ediyor. O gün Paris’teki açlık günlerimiz bitti, desem yeri. Gittiğimde gördüğüm manzara şu: Mağazanın kapıları sımsıkı kapalı ve önünde ben diyeyim yüz, siz deyin iki yüz Japon bekleşiyor.
Meğer Paris’e gelen her Japon önce Eyfel Kulesi’ni gezer, oradan da koluna bir Louis Vuitton takmadan ülkesine dönmemeye aht ettiği için gelir mağazanın önünde kuyruğa girermiş. Niye mağazaya değil de kuyruğa giriyor derseniz, basit: Alan bir tane değil on tane birden aldığı ve mağazada mal kalmadığı için Vuitton yönetimi tam da o günlerde izdiham olmasın diye kapıları kapatma ve her Japon’a bir çanta satma kararı almış.
İşte o karardır öğrencilik hayatımızı kurtaran: Yuki ile işim bittiğinde eve dönmeden Louis Vuitton’a uğruyor ve kuyrukta bekleyen Japonlar’dan birini gözüme kestirip, “İsterseniz ikinci çantayı sizin yerinize ben alırım” diyordum. Elbette küçük bir servis ücreti karşılığında. Bir süre sonra iş açık arttırmaya vardı. Kim daha fazla komisyon öneriyor, onun çantası alınıyor.
Sonra sonra mağaza çalışanları uyanmasın diye bizim öğrenci grubu devreye girdi, benim yerime karısı için çanta arıyor pozunda Nedim geçti örneğin. Kar, fifti fifti. Sonuna doğru işi büyüttük. Para biriktiriyor, beheri üç Türk öğrencinin burs bedeli kadar olan gözde modellerden bir çantaya yatırım yapıyor ve kar koyup kuyruktakilere satıyorduk. Bulaşık mı yıkarsın, çanta mı satarsın Allah aşkına?
Ne zaman bu hikayeyi anlatsam, annem kaşlarını çatar “Utanmıyor musun?” diye sorar.
Ben de hep aynı cevabı veririm: “Niye utanacakmışım, devlet utansın.”
Yazının Devamını Oku

Kursağımda kalanlar

4 Aralık 2010
Bu hafta yazmayı düşündüğüm hemen her şey hafta içinde başkaları tarafından yazıldı. Gel gör ki, yazmazsam da kursağımda kalacak. İyisi mi eteğimdeki taşları dökeyim de rahat edeyim. Konumuz İtalyan restoranı Obaki ve Çağan Irmak’ın son filmi ‘Prensesin Uykusu’ Geçen hafta Tansu ile buluşup felekten bir gün geçirmeye karar verdik. Okuyunca felekten bir gün böyle mi geçirilir, diyeceğinizden eminim ama ne zamandır bizim felekten çalabildiğimiz günler artık bu kadar.
Bilenler bilir: Tansu Özkök ile herhangi bir yerde yemeğe gitmek deveye hendek atlatmaktan beterdir. Gitmez. Giderse de temizliğinden yüzde yüz emin olduğu, yiyip içtiğinin başına dert açmayacağını bildiği yerlere gider. O yüzden de ne zaman dışarıda yemek yemeye kalkışsak dönüp dolaşıp aynı yerlere gideriz.
Arada oflar puflar, yeni yerlere gidelim, diye söyleniriz ama becerip de onu alışık olmadığı yerlere götüremeyiz. Bu kez nasıl olduysa farklı bir adres önerdi: “Hani” dedi, “Kanyon’da yeni açılan İtalyan lokantası var ya, oraya gidelim.” Kanyon’da bildiğim tek İtalyan lokantasından söz ediyor zanettim. Gina’ya mı gidiyoruz, dedim. “Hayır” dedi, “onun yanında yeni açılan bir yer var.” Tansu ve yeni açılan bir yer! İkisi bir arada ha? İkiletmedim./images/100/0x0/55eb2ee6f018fbb8f8b0bb34
Söz ettiği yer Obaki imiş. Adını duyan Japon lokantası sanır ama hayır. Hatta isminin altında yazan yaftaya bakılırsa bar, hem de mozarella bar. Gittiğimde Tansu’yu çoktan gelmiş, sinemanın karşısındaki masalardan birine kurulmuş beklerken buldum. Hava o kadar güzel ki, Kanyon’un meşhur rüzgarından eser yok. Herkes kendini dışarı atmış.
Mozarella kadar sevdiğim az peynir vardır ama nedense Türkiye’de o kadar çok plastik tadında mozarella yedim ki, ürker oldum. Bilindiği üzere mozarella manda sütünden yapılan taze bir peynir ve ne yazık ki raf ömrü yok denecek kadar kısa. Dolayısıyla kesildiğinde içinden süt akan bu peyniri aynı lezzette tüketebilmemiz için ithalat sürecinin çok kısa olması gerekiyor.

MOZERELLA BEKLEMEYE GELMEZ

Diğer besin maddeleri gibi gümrükte, depoda, markette beklemek mozarellaya uygun değil. Bu sürece dayanması için konulan katkı maddesi, peyniri peynir olmaktan çıkarıyor. Benim gibi İtalyan üreticilerin internet sitesinden almaya kalktığınızda da öyle bir yol ücreti ödüyorsunuz ki, astarı yüzünden pahalıya geliyor. Ticari bir işletmenin bu fiyatları göze alması mümkün değil. Türkiye’deki manda soyu da tükenmeye yüz tuttuğuna ve sütü arasan bulunmaz bir nesne olduğuna göre burada da ürettiremez. Anlaşılan Obaki bir yolunu bulmuş çünkü yediğimiz mozarella İtalya’dakileri aratmıyordu. Sadece mozarella da değil, ardından yediğimiz kuşkonmazlı risotto da harikaydı. Daha ilk lokmada Tansu’ya “hay aklına sağlık” dedim, sadece iyi bir yemek yemekle kalmadım, bir de yazı malzemesi çıkardım.
A, o da ne? Ertesi sabah gazeteyi açtım ki sevgili Onur Baştürk çoktan yazmış bile. Yazıya kursaklı başlık atmam da bu yüzden ya... Bu arada da fiyatların biraz tuzlu olduğundan dem vurmuş. 29-58 lira arasında değişiyor mozarella fiyatları. Bence bunun nedeni yol ücretinin yüksekliği. Gelen her pakete bayıldığım parayı bildiğimden, fiyatları normal buldum.
Yemekten sonra sinemaya gideceğiz, seansın başlamasına daha vakit olduğu için D&R’a gittik. Kanyon’daki benim en sevdiğim D&R; saatlerce oyalanabilirim.
Dükkandan tam iki saat sonra çıkarken elimde tuttuğum küçümen kitabın beni bu kadar mutlu edeceğini bilsem, bir-iki saat daha geçirir yazarın okumadığım kitaplarının peşine düşerdim. Mine Söğüt’ün 2003’te YKY’dan çıkan ve üç baskı yapan ‘Beş Sevim Apartmanı’nı okumadıysanız eğer, ne yapın ne edin bu romanı mutlaka edinin. Ba-yıl-dım! Bir zamanlar Latife Tekin’in ‘Sevgili Arsız Ölümü’nden, Pınar Kür’ün ‘Bir Deli Ağaç’ından aldığım keyifin benzerini aldım. Şimdi ilk işim ‘Kırmızı Zaman’la Şahbaz’ın ‘Harikulade Yılı’nı edinmek. Sen tut yazarın Pınar Kür‘le yaptığı uzun söyleşisi ‘Aşkın Sonu Cinayettir’ini oku, beğen, bayıl da diğer kitaplarının peşine düşme.
Bu da bana ders olsun işte...

PRENSESİN UYKUSU

D&R sonrası bu kez de Ahmet Hakan’ın çoktan yazıp duyurduğu Çağan Irmak’ın son filmi ‘Prensesin Uykusu’na gittik. Film başladı ve daha ilk dakikasından itibaren ikimizi de içine aldı. Çağan Irmak sinemasının bence en önemli yanı insanın yüreğine dokunması. Filmi sadece beğenmiyor seviyorsunuz da. O kadar seviyorsunuz ki, bir aidiyet duygusu geliştiriyorsunuz. Biraz da sizin filminiz oluyor o.
‘Issız Adam’ için sert eleştiriler yapan bir arkadaşımın karşısına öyle bir dikilmiştim ki, şaşırmış sonunda da ‘haklısın’ demişti. Serde münazaracılık var ne de olsa. Bu arada bütün oyuncuların harika bir oyun çıkardıklarını da söylemem gerek. Zaten filmden çıkar çıkmaz Mustafa Oğuz’u aradım ve Irmak’tan başlayarak bütün ekibi canı gönülden kutladığımı söyledim. Olur da iletmemiştir belki diye buradan da ileteyim.
İyi bir film izlemenin en iyi kanıtı film bittiğinde insanın canının başka hiçbir şey çekmemesi, film hakkında konuşmak istemesidir. Biz de öyle yaptık, Coco adlı mekanın dışarıdaki masalarında kahvelerimizi içerek uzun uzun ‘Prensesin Uykusundan’ı konuştuk. Tam iki saat. Etti mi sana felekten çalınan altı saat.
Sonra baktık gece çöküyor, trafik kudurdu kuduracak kalktık. Mutlu, mesut, şahane.
Aslında bu kadar basit işte.

EN GÜLERYÜZLÜ CEO

Kursakta kalanlar bu kadarla sınırlı değil elbette. Bir en büyük lokma: Louis Vuitton. Bağdat Caddesi’ndeki dükkkan yenilenip büyük bir davetle açıldı ve Allah için yazılı binbir haber yapıldı. Ama ben de yazmalıyım. Çünkü ORADAYDIM! Hem de öğlen yemeğinde Gila Benmayor’un ‘dünyanın en güler yüzlü CEO’su diye tanımladığı Yves Carcelle’in masasında. Sıkıysa kursakta kalmasın... Kıpır kıpır kıpırdandım ama o kadar çok yazıldı ve çizildi ki ister istemez duraksadım. Lüks kavramının sadece ürünle sınırlı olmadığını, onu çevreleyen bütün ayrıntıların da en az ürün kadar önemli olduğu üzerine yazmak istedim, o da kesmedi.
En iyisi o daveti kendi Louis Vuitton serüvenimle yazmak. Nereden nereye misali. Öyle de yapacağım ama şimdi değil...
Yazının Devamını Oku

Hızına yetişemediğim zamanla hesaplaşma

27 Kasım 2010
Bu aralar durmadan zamanla didişiyorum. Onunla neden başa çıkamadığımı düşünüp duruyorum. Yine de bayram tatilinde iki kitap okumayı başardım. Biri Nedim Göknil’in Bodrum Bodrum’u... Diğeriyse bir gerilla kampında tam altı buçuk yıl esir tutulan Ingrid Betancourt’un yazdığı tüyler ürpertici ‘Even the Slience Has an End’ / Sessizliğin Bile Sonu Vardır... Son zamanlarda her şeyi gecikerek yapıyorum.
Kitapları geç okuyorum örneğin. Yayınlanmalarından aylar, bazen yıllar sonra. Yazıları geç yazıyorum. Her iki anlamda da. Hep yumurta kapıya dayandığında. Yazacaklarım hep başkaları tarafından yazıldıktan sonra.
Toplanıp gidinceye kadar; görmek istediğim filmler vizyondan, izleyene kadar diziler ekrandan kalkıyor. Hoşuma giden sergiler kapanıyor. İlgilendiğim, yazılayım dediğim ne kadar kurs, seminer varsa bitiyor. Yeni açılan mekanlar bile ben gidene kadar eskiyor desem yeri.
Bu halimden hiç mi hiç memnun değilim elbette. Ama eninde sonunda bütün bunlar tadımı kaçıran, beni bağlayan gecikmeler. Bir de karşımdakileri bağlayanlar var ki, işte onlar başıma geldiğinde öyle bir yer yarılsın de içine geçeyim hissiyatı ki anlatılmaz...
Dakik olmakla övünen ben, randevularıma gecikir, iptal eder, kaçırır, unutur oldum. (Sibel Kutman’a ayrı bir özür borçluyum)/images/100/0x0/55ea534af018fbb8f8788bc8
Hadi diyelim ki sokağa yetişemiyorum. Evde de durum farklı değil.
Alışveriş son dakika, yemek son dakika, yatma, uyuma, uyanma hep son dakika. Faturalar gecikmeli ödeniyor, tamirat hep gecikmeli, çatı akmadan oluk temizletilmiyor, eskiyen, bozulan, aksayan ne varsa cana tak etmeden yenilenmiyor.
Kısaca hiçbir yere yetişemez, hiçbir şeyi yapamaz olup çıktım.

ASLINDA ZAMANIM VAR

Zamanım mı yok peki?
Yoo, haşa. Bu aralar fazlası bile olduğu söylenebilir.
Yıllardır dilediğim üzere geçiyor aslında şu sıralar zaman: Telaşsız, aheste... Ama sakin mi diye soracak olursanız, değil.
Anlaşılan o ki; ya ben hayatı geniş zamanda çekmeyi beceremeyen biriyim ya da zaman benim bildiğim zaman değil...
Göz açıp kapayana kadar akşam oluyor mesela.
Mevsimler daha çabuk geçiyor sanki.
Yıllar ben alışamadan eskiyor.
Ya da bana öyle geliyor.
Tam da zamanla didişir, onunla neden baş edemediğimi düşünürken karşıma Nedim Göknil’in ‘Bodrum Bodrum’ kitabı çıktı.
Şöyle yazmış Nedim, Everest Yayınlar’ından çıkan, alt başlığını MFÖ’den izin alıp, “Nasıl anlatsam... Nerden Başlasam” diye attığı kitabında:
“Pazartesiler neden hemen cuma oluyor? Bir gariplik var. Bilim adamlarının saat dediğimiz ve gün, ay, yıl diye saydığımız süreci bence yeniden gözden geçirmeleri gerekiyor. Kesin bir şeyler değişti. Bana kalırsa daha hızlı dönüyor dünya ve zaman sürat kazandı. Etrafımdaki tüm canlıların bu hıza ayak uyduramadıklarını izliyorum. Bitkiler yaprak dökmeden çiçek açmaya, yeşermeden solmaya, hayvanlar tüy dökmeden tüy çıkarmaya başladılar. Kediler mart yerine aralıkta miyavlayıp damlara çıkıyor, karıncalar yaz boyu tembel tembel oturup havalar soğuyunca çalışmaya başlıyorlar... Tek etkilenmeyen insanoğlu galiba.
Acaba?

BODRUM BODRUM DERKEN

Kitabın ilk sayfasında Nedim’in sadece Bodrum’u değil bir dönemi anlattığını anlıyorsunuz. Elbette işin içinde Bodrum’un dünü ve bugünü var. Göçüp gitmiş insanlara, geçip gitmiş değerlere, artık var olmayan bir dünyaya duyduğu özlem var. Geçip göçen o dünyayı geçirip göçerenlere duyduğu öfke var. Soru işaretleri var. Ünlemler var. İsyan var, hüsran var...
Bodrum Bodrum’u okurken aklıma nedense Zweig’ın Dünün Dünyası adlı kitabı geldi ve içim titredi: Oysa Nedim zeyrek adamdır ve hepimizi yakan badireyi bir yolunu bulup atlatacaktır. Bundan böyle yüreğine biraz daha kaygı, bakışına biraz daha hüzün siner belki... Kallavi bir küfrün diline yerleşeceğiyse kesin. Ama adım gibi emin olduğum bir şey varsa, o da kendinden yeni bir Nedim çıkaracağı ve bu ilk kitabın ardından yeni kitaplar yazacağı.

KOLOMBİYA’NIN CESUR KIZI

Kitap demişken bayram tatilinde okuduğum bir tanesi var ki, aklımda mıh.
‘Even the Slience Has an End.’/images/100/0x0/55ea534af018fbb8f8788bca
Sessizliğin Bile Sonu Vardır...
Yazarının adı Ingrid Betancourt.
Ingrid Betancourt Kolombiyalı. Öğrenimini Paris’te yapmış, orada evlenip çoluk çocuğa karışmış, el ense yaşamak yerine ülkesinin sorunlarıyla ilgilenmiş, politikaya girmiş ve sonunda kendini Kolombiya başkanlık seçimlerinin en güçlü adaylarından biri olarak bulmuş genç bir kadın.
Bela da tam bu noktada, geliyorum demeden gelmiş başına. Seçim gezisi için gittiği bir yerde ülkenin hal ve gidişatından memnun olmayan bir grup gerilla tarafından kaçırılıp, Amazon Ormanları’nın kuş uçmaz kervan geçmez bir noktasında altı buçuk yıl boyunca esir tutulmuş.
Yazarken bile insanın eli titriyor. Dile kolay yağmur ormanlarında geçen altı buçuk yıl. İşte kitap o yılların eleğin üstünde kalan kaba parçalarıyla, süzülmüş anılarından oluşuyor. Betancourt en büyük savaşını yaşamak için değil, insan olarak kalmak için verdiğini anlatıyor o yıllar boyunca.

DİKBAŞLILIĞI SORUN OLDU

Her sabah yapılan sayımda kendini numara olarak tanıtmayı reddetmiş örneğin. Birlikte kaçırıldığı insanlar yaşadıkları derme çatma barakalara dalan gerillları görür görmez ayağa fırlayıp; ‘ben bir-ben iki-ben üç’ diye sayıma katılırken o her seferinde ayağa kalkıp ismini söylemiş. Birçok kez kaçmaya yeltenmiş, her seferinde yakalanmış ve her yakalanışı fena halde cezalandırılmış. Üstelik sadece onu değil, onunla kaçırdıkları bütün tutsakları cezalandırmış tepesi atan gerillalar. Bu arkadaşlarıyla arasını açmış. Her gece hamaklarını gerecek ağaç için kavgaya tutuşan grup, koşullar bir de onun bu tür başkaldırışları yüzünden kötüleştikçe düşman kesilmiş. İyice kenara itilmiş, içine kapanmış, çıldırmamak için çok uğraşmış. Araya Fransa ve Sarkozy girip de serbest kaldığında yaşadıklarını anlattığı bölümü serinkanlı okumak mümkün değil.
Bu badirenin kendinden neyi götürdüğünü, ne kattığını şöyle anlatıyor kitabın bir yerinde: İnsanın bir çatının altında uyuması kadar güzel şey yok, diyor. Yürümek mesela, yürüyebilmek gibisi yok. İstediğin yöne, istediğin kadar gidebilmek. Evde kalıp kalmamaya, duş alıp almamaya özgürce karar vermek mesela. İstediğini yiyebilmek, ne yemeyeceğini seçmek mesela... Böyle sıralıp gidiyor.
Bunları okurken insan her gün hepimizin verdiği küçücük kararların aslında hayatımızı nasıl etkilediğini anlıyor. Gün boyu ağaca bağlansaydık, önümüze atılan bir avuç lapa için kavgaya tutuşsaydık, yıkanmak için tehlikeli sulara dalsaydık, açık havada böceklerle boğuşarak uyusaydık, kuşkusuz daha iyi anlardık o küçük kararların önemini.
Ben sevgi böceği yazarların, mutlu olma sanatı türünde yazdıklarındansa böyle bir kitap okumanın insana iyi geldiğini düşünüyorum.
Yaşadığı iki savrulmaya bakarak, ‘hayatım roman’ diyenlere şiddetle tavsiye edilir.
Yazının Devamını Oku

Bayramda İstanbul keyfi

20 Kasım 2010
9-5 çalışmak durumunda değilse insan, bayram tatillerinde evden çıkmamalı ve şehrin tadını çıkarmalı diye düşünüyorum. Sabahın erken saatlerinde mutfağa girildi ve harıl harıl yemek pişirildi. Akşam yemeğine arkadaşlar gelecek. Benim için bayram tam da bu demek Son zamanlarda telefonla arayan arkadaşlarım neredeyse “alo” demeden “buralarda mısın” diye sormaya başladı. Ben de ufukta yolculuğun y’si gözükmese bile, “şimdilik buralardayım” türünden muğlak bir cevap verir oldum. Hoşuma gitti anlaşılan adımın gezgine çıkması. Bu kez, Bayram öncesi hem de böylesine uzun bir tatil öncesi soranlara hiçbir yere gitmeyeceğimi, İstanbul’un keyfini süreceğimi söylediğimde önce bir duraksayıp sonra “haklısın” dediler.
Gerçekten de eğer 9-5 çalışmak durumunda değilse insan, bayram tatillerinde evinden çıkmamalı ve şehrin tadını çıkarmalı diye düşünüyorum.
Gidiş ayrı dert, geliş ayrı bilindiği üzere. Arife günü trafik o kadar betermiş ki doktora gitmek için taksi çağırdığımda durak, aman abla diye uyardı: “Sen sen ol bugün hiçbir yere gitme, her yer kilit. Giden araba geri gelmiyor!”
Ama diye mırın kırın edecek, randevum var diyecek oldum yılların tanıdık sesi, “ilk geleni yollarım yollamasına ama demedi deme. Doktora giderken yolda telef olma ihtimali var” dedi. Mani gibi. Gülme tuttu, haklısın dedim, randevuyu iptal ettim.
Bugün bayramın üçüncü günü...
Şimdi kara kara pazar akşamı dönecek yakınlarımı düşünüyorum: Feride yapamadığı yaz tatilini telafi için Maldivler’e gitti. Çocuklar Kamboçya’da. Nilo ile Plot Kenya’da. Serfi New York’ta. Selmin oğluyla Paris Disneyland’a. Aydın Las Vegas’ta. Sumru’lar Amsterdam’dalar. Roma’ya, Londra’ya, Helsinki’ye ve pastırma yazının tadını çıkarmak umuduyla yazlıklarına giden onlarca tanıdığım var. Eh, hepsi de ama bir gün önce ama bir gün sonra dönecek. İnsanın aklına ister istemez, yıllardır televizyonların ana bültenlerinde, gazetelerin manşetlerinde ilk sıraya kurulan bayram dönüşü haberleri geliyor. Gelince de dil ısırılıyor, popo kaşınıyor, parmak bükülüp tahtalara vuruluyor.
Bu yıl umarım böyle olmaz diyorum ama aynı çilenin çekileceğini adım gibi biliyorum./images/100/0x0/55ead63af018fbb8f899de43
İstanbul sadece boşalmakla kalmadı, benim gibi bırakıp gitmeyenlere bir de harika bir bayram hediyesi sundu bu yıl. Mis gibi bir hava! Böyle havalarda hazır şehir de tenhalaşmışken evde oturmak delilik olacağından, bir avuç arkadaşımla sokaklara vurduk kendimizi.

ON MASA DEMEK YOK MASA DEMEK

Bayramın ilk günü, Boğaz’da uzun bir yürüyüş ve Baltalimanı’ndaki Angel Blue’da uzun bir öğle yemeği...
Buraya bir kez gelmiştim ilk açıldığında. Yazdı, akşamdı, kalabalıktı.
Aklımda kalan bu kadar. Bu kez bizim dışımızda on masa var...
Burası öylesine büyük bir mekan ki, on masa demek yok masa demek gibi bir şey.
Ben aslında aynı anda beş yüz kişiye servis yapan böyle büyük lokantalardan pek haz etmem. Dolu olduklarında servis aksar, yemeklerin tadı tuzu kaçar diye düşünürüm. Boş halleri de hoşuma gitmez. Gözüme boyunu bükük görünürler.
Deniz kenarına kurulduk ve balık yemektense başka yerlerde yiyemeyeceğimizi düşündüğümüz mezeleri denemeye karar verdik. Beğendili fener balığı şiş ve balık çökertme gibi 55 çeşit meze sunuyorlar çünkü. Biz dört adet tattıktan sonra pes ettik ve ne yalan hepsini de çok beğendik. Otobüslerle gelen turistlere yönelikmiş gibi duran bu devasa lokantaya gitmediyseniz eğer, mezelerinden tatmakta fayda var.
İkinci gün bir arkadaşım Eyüp Sultan’ı bugüne kadar görmediğini söylediği için gitmeye karar verdik. Geçen yıl da aynı hatayı yapmış, Sarp ile Hamdi’de kebap yedikten sonra tam da namaz vakti gitmiş, yollara taşıp namaz kılan insanları rahatsız etmemek için arkalardan dolaşmış, camiye giremeyeceğimizi tez zamanda anlayıp Fener Patrikhanesi’ni ziyaret etmeye karar vermiş, daracık sokaklarda park etmek için yer ararken Çarşamba’ya kadar uzanmış ve kendimizi zar zor Fatih’e atmıştık.
Gene Bayram ve gene Eyüp Sultan tıklım tıklım. Oysa benim burasıyla ilgili anılarım taa çocukluğuma gider.
Eyüp Sultan denince gözümün önüne karla kaplı sokaklar, selvi ağaçları, cami avlusunda sessizce dua eden yaşlı amcalar ve sessiz sakin uhrevi bir yer gelir. Arkada hep yanık bir ezan sesi vardır. O zamanlar gözüme kocaman görünen avlu içimde koşuşturma isteği uyandırır ama yapamam. Daracık sokaklarda dolaşan sokak köpeklerini okşamak isterim ama onu da yapamam. Eriyen karlar lekelemesin diye ayakkabılarımın üzerine giydiğim lastik manşonlar kayar, düşerim, düştüğüme sevinirim. Kalkar gene düşerim, beni oraya götüren büyükannem öyle bir bakış atar ki hızla kalkar günün eğlenceli bölümünün başladığını bilir koşa koşa arabaya giderim.

EYÜP SULTAN ÜSTÜ MUTLAKA KAPALIÇARŞI

Niye bilmem Eyüp Sultan’dan sonra hep Kapalıçarşı’ya giderdik. Açık olduğuna göre Bayram günlerinde değilmiş Eyüp seferlerimiz.
O zamanlar da belki bayramlarda kalabalık olurdu Eyüp Sultan kimbilir. Bildiğim, bayram günleri Eyüp’e gitmek akıl karı değil.
Üçüncü gün yani bugün...
Sabahın erken saatlerinde mutfağa girildi ve tatilinin kalan günlerini benimle geçirmek için Balık Pazarı’nı yüklenip gelen Situş’la birlikte harıl harıl yemek pişirildi.
Öğlen yemeğine, akşam yemeğine arkadaşlar gelecek.
Burada kalanlar, gitmeyenler...
Aslına bakılacak olursa benim için bayram tam da bu demek.
Yazının Devamını Oku

Viski şehrinde içki yasağı

13 Kasım 2010
Amerika’nın ortabatısındaki Lyncburg kasabasının yaşam damarı viski. Viski olmasa haritadan silinecek bu kasabada musluktan bu sıvının akacağını düşünürsünüz değil mi? Oysa 1920’lerden kalma içki yasağı yüzünden, viskinin nasıl yapıldığını görüyor ve limonata içip dönüyorsunuz.

Yazılarını devamı gelecek haftaya diye bitirmene sinir oluyorum dedi bir arkadaşım. Haklı. Ben de sinir oluyorum ama benim gibi gevezelerin özellikle de gezi yazılarını bir sayfaya sığdırması mümkün değil. Sadece gördüklerini yazsan bir sayfa yetmez, bir de yediğini, içtiğini, düşündüğünü, hissetiğini yazacaksın... Ki bu ancak nokta atışı yapanların işi.
Onu da beceremediğime göre, kaldığım yerden devam...
Kim söyledi, Ali Esat mı Yurtsan mı şimdi hatırlamıyorum ama meğer cim karnında nokta, Lyncburg’un adı ‘Ölmeden Önce Görülmesi Gerekli 100 Yer’ türü bir kitapta geçiyormuş. Yazarı kim, en ufak bir fikrim yok ama Amerikalı olduğuna eminim. Zira ancak bir Amerikalı Lyncburg’u böyle bir listeye sokar; Avrupalı olsa olsa burayı ‘Gidince Ölünecek Yer’ diye yazar.
Gerçekten de Jack Daniel amca ilk fabrikasını burada kurmasa ortada ne gidilip görülecek ne gidilip ölünecek bir kasaba olmayacağı aşikar.
Kasabanın yaşam damarı Jack Daniel’s. Herkes bir şekilde Jack Daniel’s ile ilintili. Ya fabrikada bizatihi çalışıyor, ya ürettiklerini fabrikaya satıyor ya da her yıl tesisleri görmeye gelen 250 bin turist sayesinde gül gibi geçinip gidiyor.
Burası kısaca bütün ekonomisi viski üretimine bağlı bir kasaba. İnsan viski sayesinde var olan, o olmasa haritadan silinecek böyle bir yere gittiğinde ne bekler peki? Yer gök viski olacak, musluktan Jack Daniel’s akacak, değil mi?

İÇKİ YASAĞI KOMEDİSİ

Beklemesine bekler de bizim gibi boşuna bekler. Çünkü ister inanın ister inanmayın burada 1920’lerden kalma içki yasağı hüküm sürüyor hala. Yani gidiyor, tesisleri geziyor, viskinin nasıl yapıldığını görüyor ve limonata içip dönüyorsunuz. Bu acayip durumu şöyle açıkladı kasaba ahalisinden biri. Meğer dönemin hükümeti, içki yasağının kalkması için halk oylaması yapılmalı ve kalksın diyenlerin sayısı on beş bini geçmeli diye bir karar almış. Bizim Lyncburg’unsa nüfusu belli: Hepi topu 360 kişi... O yüzden de sevimsiz yasak bugüne kadar kalkmamış ve görünen o ki kimse de kanunu delmeye kalkışmamış. Buna yeltenmemelerinde herkesin evinde bol bol Jack Daniel’s içmesinin ve yerli turistlerin de payı var eminim.

Yazının Devamını Oku

Amerika’nın derini Nashville

6 Kasım 2010
Jack Daniels sponsorluğunda yapılan Amerika’nın en büyük ızgara et yani barbekü yarışmasının son günü için Nashville’dayız. Arkamızda Atlanta yani CNN ve Coca Cola; ötemiz Kentucky, atlar, kovboylar, kızarmış tavuklar; Georgia, Ray Charles’ın sesinden On my Mind; Louisiana, verandalar, sallanan koltuklar ve elbette Rüzgar gibi Geçti... Gece. Saat tam kaç bilmiyorum ama İstanbul ile farkımız sekiz. Uykusuz, yorgun, bitap haldeyiz. Altı kişi derviş misali sabrettik, lahavle çektik, alttan aldık, aldırmadık bu işi becerdik! Yol bitti, biz bittik ve sonunda Nashville’e geldik.
Nashville’e yani Amerika’nın derinine, Tenessee’nin başkentine, şimdilerde Taylor Swift ile taçlanan country müziğin beşiğine... Buradan da Lynchbourg’a geçecek, Jack Amca’nın doğduğu, yaşadığı ve Amerika’nın en bilinen markalarından birini yarattığı yere gideceğiz. Bildiniz: Yolculuk bu sefer Jack Daniel’s ülkesine./images/100/0x0/55eaa923f018fbb8f88e96b2
Bana nedense Ankara Esenboğa havalanını hatırlatan küçük havalanını boydan boya kat edip bavulların alındığı noktaya geldiğimde benim kara, battal ve mahzun emektarı yanda bir yerde kaderine terk edilmiş buluyorum. Bingo! Şanslıyım. Yüzümde muzaffer bir ifadeyle bavulumu çeke çeke giderken kaygılı gözlerle kendi bavullarını bekleyen arkadaşlarıma dönüp “sizi dışarıda bekliyorum“ diyorum.
Endişe etmenize gerek yok, demek geçiyor içimden. Burası Amerika, bavulunuz kaybolur ama eninde sonunda bulunur. Güvenlik o kadar sıkıdır ki, kuyruk uzar da uzar, aktarma yapacağınız uçak kaçar, elinizde biletinizle ne yapacağınızı şaşırır, sizin gibi uçaklarını kaçıran yüzlerce kişiyle bir kontuarın önüne yığılırsınız. Karşınıza güler yüzlü ya bezgin bir çalışan çıkar ve bilmeden kendinizi güleryüzlü olanın eçhel, asık yüzlünün mükemmel olabileceği bir kumara oturmuş bulursunuz. Sonrası şansa kalır. Karşınıza çıkan parmağını kıpırdatmayabilir de, elinden geleni yapabilir de... Olup bitenin suçlusu kimdir diye soracak olursanız, yoktur. Suçun havayolu şirketiyle havaalanı güvenliği arasında mekik dokuduğu ve ne yazık ki tek kelimesini bile anlamadığınız bir oyundur bu. Toplantılarınızı kaçırabilir, aklınızda olmayan ara bir şehirde konaklayabilir, hesapta olmayan paralar ödeyebilirsiniz. Sormanın sorgulamanın anlamı yoktur. Sistem eninde sonunda sizi gitmek istediğiniz yere gönderir ve kayıp bavulları bulur.

YAZAR DEĞİL EYALET TENESSEE

Dışarı adım atmamla yüzüme ılık sonbahar gecesi çarpıyor. Bugüne kadar bildiğim tek Tenessee, Williams idi. Peki yazar değil de eyalet olan Tenessee Amerika’nın neresi? Ortaokuldan yadigar Amerika haritasını zihnimde canlandırmaya, ortada mıdır güneyde midir diye hatırlamaya çalışırken, gözüm her yana serpiştirilmiş levhalara takılıyor: Exit‘in altında ‘salida’ yazıyor. İngilizce ve İspanyolca... Arkamızda Atlanta yani CNN ve Coca Cola; ötemiz Kentucky, atlar, kovboylar, kızarmış tavuklar; Georgia, Ray Charles’ın sesinden On my Mind; Louisiana, verandalar, sallanan koltuklar ve elbette Rüzgar gibi Geçti... İç savaş, kuzeyli yankiler, güneyli arazi sahipleri, zencilerin hali, itilip kakılmaları, kukuletalı ırkçılar...
Bekleyen minibüse doluşuyor ve Nashville Hilton’a gidiyoruz. Belli ki şehrin en yeni ve afili oteli bu ama ne yalan, sevimsiz...
Çok katlı binaya adım attığınızda kendinizi lobi yerine TOKİ’ye benzer binalarla çevrili üstü kapalı devasa bir alanda buluyorsunuz.. Bir köşede genç bir kadın saksafon çalıyor, bir-iki güleç siyahi bavullarımızı taşıyor. Odalarımız geniş, ferah, rahat. Hepimizin aklında kendimizi bir an önce yatağa atmak var ama bu şehirde hepi topu iki gece konaklayacağız. Ha gayret diyerek neon ışıklarıyla aydınlanan sokaklara çıkıyoruz./images/100/0x0/55eaa923f018fbb8f88e96b4
Nashville gece hayatının kalbi belli ki Broadway ile İkinci Cadde arasında. Canlı müzik yapılan yüzlerce irili ufaklı bar geniş caddenin iki yanına dizilmiş. Kolonyal tarzdaki eski evlerin hemen hepsinin alt katlarından yüksek volümde müzik geliyor. Aramızda kurt gibi aç arkadaşlar olduğu için şehrin en iyi lokantalarından Morton’s’da yemek yenecek. İlk şok: Yeminle önümüze gelen etle Türkiye’de küçük bir aile bir hafta idare eder. Sadece porsiyonlar da değil, her şey iri. Tabaklar, bardaklar, soslar hatta garsonlar...

SOKAKLAR OBEZ DOLU

İkinci şok: Sokaklarda dolaşan obez miktarı. Siyahı, beyazı, karameli, kadını-erkeği, genci-yaşlısı yüzlerce obez kimi artık yürüyemediği için tekerlekli iskemlede, kimi adımlarını yana ata ata bir kulüpten çıkıp diğerine giriyor. Şen şakrak genç kızlar müthiş bir özgüvenle minicik şortlar giymiş, takıp takıştırmış yuvarlana yuvarlana yürüyor, yeniyetme oğlanlar xxx-large tişörtlerine bile sığmayan göbeklerini hoplata hoplata herbir uzuvlarının içinden elektrik geçiyormuşcasına titreyerek dans ediyor. Porsiyonlar bana anormal gelmişti ama görünen o ki Nashville ahalisi için o bile kuş yemi.
Birkaç saatlik uyku nasıl iyi geldi. Sabahın köründe Lynchbourg’a gitmek üzere yola çıkıyoruz.
Bu kadar erken davranmamazın nedeni bugün Jack Daniels sponsorluğunda yapılan Amerikan’ın en büyük ızgara et (BBQ, yani barbekü) yarışmasının son günü olması. 360 kişilik kasabanın yılın en büyük etkinliğinde hıncahınç dolup taşacağını söylediklerinden mümkün olduğunca erken davranıp Jack Daniel’s tesislerini rahat gezmek istiyoruz.
Bir ara efsanevi Route 66’da yol aldıktan sonra, tam da hayalimdeki gibi bakımlı verandalı ve sallanan koltuklu ahşap evlerin önünden, göz alabildiğine uzanan mısır tarlarının arasından geçip Lynchbourg’a varıyoruz. Meydandaki küçük stantlarda kasaba ahalisinin el işleri satılıyor. Alışveriş etmeyenler de sahnede çalıp söyleyenlere eşlik ediyor. Banço ve mızıka çalan kovboy şapkalı şarkıcıyı biraz dinledikten sonra ilerideki damıtımevine gidiyoruz.
Anlatacağım çok, yerim dar olduğu için devamı haftaya...

JACK DANIEL’S’İN SIRRI

Jack Amca burayı 1866’da kurmuş. Kayalara dikilen ve ‘Jack Daniel’s on the rocks’ diye gırgır geçtiğimiz heykeline bakılırsa ufak tefek bir adammış. 1.60 filan... Hiç evlenmemiş. Hep frak benzeri bir kıyafet giymiş. İki yanı kıvrık kovboy şapkasını başından çıkarmaz, kaçak içki işine bulaşmaz, maliyeti düşürmek için odun kömürü kullanmayan diğer üreticilerin tersine ürettiği viskiyi yumuşak içimli olması ve tadına isli kömür tadının sinmesi için bölgedeki akçaağaç meşelerinden elde ettiği odun kömürüyle tavalandırır ve bunun gerekliliğine gönülden inanırmış. Meşe fıçıları bir kez kullanır, mısır, çavdar ve ekşi maya kullanarak ürettiği ateş suyunun yüzde otuzunun yıllanırken havaya uçmasına göz yumar, meleklerin payına saygı duyarmış. Uluslararası bir yarışmada birincilik alan Jack Daniels Old No:7‘ye neden bu adı verdiği meçhul. Kimine göre yedi sayısını uğurlu bulduğu, kimine göre yedi sevgilisi olduğu için.
Yazının Devamını Oku

Bakx’ların ikinci hayatı

30 Ekim 2010
Geçen hafta Bordeaux’ya yerleşip ikinci hayatlarına başlayan Bakx Ailesi ile verandada kahve içerken yazıya nokta koymuştuk. Şimdi noktaya virgül ekleyelim ve devam edelim

İstanbul’un karmaşasından sonra, nüfusu yüz kişiyi bile bulmayan küçük bir kasabadaki bu sessiz evde yaşamak nasıl bir duygu acaba diye düşünüyorum kahvelerimizi içerken..
Nasıl verdiler böylesi ciddi bir kararı?
Mutlular mı?
Toprakla uğraşan insanların yaz aylarında işi boldur, yaz dediğin göz açıp kapayana kadar geçip gider ama bağlar kış uykusuna yattığında zaman nasıl geçer ki bu küçük kasabada? Sıkılmaz mı insan? Bunalmaz mı?
Büyük şehir hayatı ister istemez insanın kanına girer... Bir sürü derdin yanında bir sürü de nimet sunar... Bir çırpıda bunu bırakmak kolay mı? Sen tut yirmi küsur yıl üst düzey yöneticilik yap, her gün yüzlerce insanla haşır neşir ol, binlerce kararın altına imza at sonra da kalk gel çan seslerinden başka sesin duyulmadığı, sokaklarında başına buyruk bir iki kedi dışında canlıya rastlanmayan böylesi ıssız bir köye yerleş olacak iş mi? Trafik sesinin yerini kuş seslerinin alması elbette harika ama iş bununla bitmiyor ki.
Mesele sadece ülke değiştirme hatta şehri bırakıp taşraya göçme meselesi olsa neyse de, onların yaptığı bu değil ki.
Buna hayatını değiştirme bile denmez aslında. Dense dense hayatını ters yüz etme denir. Daha da doğrusu sil baştan, hayata sıfırdan başlama denir.

Yazının Devamını Oku

Bu seferki istikamet Bordeaux

16 Ekim 2010
St. Tropez’deki yelken yarışları biter bitmez, saçımda yosun kokusu, ödül törenini bile beklemeden soluğu Bordeaux’da aldım. Saint Emilion yakınlarındaki Clos Monicord’da buluşmak için Modus Travel’ın sahibi Özlem Avcıoğlu’ya taa Ağustos’ta sözleşmiştik Hasat mevsimine denk getirmek istediğimiz bu küçük Bordeaux çıkarmasını Özlem’le taa Ağustos ayında kararlaştırmıştık. Özlem beni aramış, Travel Modus’ün ilk davetlisi olarak Bordeaux’ya davet etmek istediğini söylemiş, ben deli gibi sevinmiş, gel gelelim geziyi hangi tarihte yapacağımızı belirlemek için ter dökmek zorunda kalmıştık.
Nasıl ki müsrifin iki yakası öldüm Allah bir araya gelmezdi, bizim gibi yerinde oturmayı beceremeyenlerin de vakitleri çakışmıyordu işte. İkimizin de boş olduğu bir tarih saptamakta bayağı zorlanmıştık. Uzun telefon konuşmaları, doludan alıp boşa koymalar, boştan alıp doluya atmalar derken çareyi İstanbul’dan birlikte yola çıkmaktansa, onun Amerika’dan benim St.Tropez’den dosdoğru Bordeaux’ya geçmemizde bulmuştuk.
Benim için hava hoştu ne yalan... St.Tropez Bordeaux arası hepi topu dokuz yüz kilometre, karadan gitsen altı saat almaz, uçakla lafı bile olmaz...
Özlem’e gelince, onun yaptığını ancak ruhuna gezi cini kaçmış biri yapabilir. Ruhunda bir değil, birkaç gezi cini olmalı ki kalktı New York-Arizona ve Utah-Las Vegas gibi sayıldığında bile insanın başını döndüren bir maratonunun ardından Bordeaux’ya geldi... Ve aylar süren konuşmalar yazışmalar bitti: Mutlu sona ulaştık, Bordeaux havalanında buluştuk.
Havalanının kapısından çıkar çıkmaz Özlem’i yanında sarışın, güler yüzlü, tiril giyimli genç bir adamla beni beklerken buldum. Özlem Mr. Bakx diye tanıştırdı yanındakini. Demek benim dışımda bütün tanıdıklarımın tanıdığı meşhur Mr. Bakx bu, diye içimden geçirirken, o üzümlerin kararttığı elini uzatıp sıcacık bir sesle “hoşgeldiniz” dedi. O olmasa, bütün nezaketiyle bizi evine davet etmese, şu hasat mevsiminde değil bir şatoda ağırlanmak, toplanan üzümlerin bile yanından geçemeyeceğimizi bildiğimden, uzatılan eli bütün içtenliğimle sıkıp “hoşbulduk” dedim.

ŞARABIN EN GÜZEL MEVSİMİ

Clos Monicord’a gitmek için arabaya bindik. Bu benim Bordeaux’ya dördüncü gelişim. Hepsi de şarap için. Clos Monicord Bordeaux’ya yirmi beş dakika uzaklıktaki Verac kasabasında. Önceki ziyaretlerimde gördüğüm kasabalar arasında en beğendiklerimden biri olan Saint Emilion’un yanı başında... Yol boyunca Bakx ile Özlem’in sohbetlerine kulak kabartıyorum.
Bakx bağcılığın kim ne derse desin sadece bilgi ve sabır değil, fizik gücü de gerektirdiğini söyleyip son iki gündür gündoğumundan batımına kadar çevreden gelen işçilerle birlikte bütün aile ve yardıma gelen arkadaşlarla üzüm topladıklarını anlatıyor.
Gerçekten de hasat mevsimi demek bağcının iki elinin kanda olduğu mevsim demek. Sabrın sonunun selamete mi felakete mi çıktığını görmek demek. Koca bir yılın alınteri demek. Yeni bir bekleyişin miladı demek.
Bir süre gittikten sonra şehirden çıkıyor ve hala kırmızı şarabın hası olduğuna gönülden inandığım bağların vatanı topraklara geliyoruz. Önümüz arkamız sağımız solumuz bağ.
Bağların arasına serpiştirilmiş alçakgönüllü evler... Kimi bakımlı kimi bakımsız şatolar... Yol üstünde bir-iki sessiz kasaba. Her yarım saatte sessizliği bozan çan sesleri. Kimsesiz bir-iki sokak, pinekleyen bir-iki esnaf, pencere camlarına el işleri yapıştırılmış bir okul. Ve elbette yüzyıllardır burada yaşayanların geçim kaynağı şaraba ait diğer yapılar: Kooperatif binaları, tadım evleri, satış noktaları...
Bir dönemeç daha dönüyor ve bahçesinde fi tarihinden kalma paslı makinelerin durduğu eve geliyoruz. Ve sonbahar güneşinin son demlerinin tadını çıkarmak üzere verandada kahve içen Bakx ailesinin diğer fertleriyle tanışıyoruz: Harika Türkçesiyle insanı şaşırtan Mireille Bakx, iyi bir sanatçı olduğunu sonradan öğreneceğim utangaç Audrey ve dışa dönük İskoç arkadaşı, Paris’ten üzüm toplamaya el vermek için gelmiş Türk arkadaşı ve de onun erkek arkadaşı. Dedim ya bütün aile...

‘BİZİM JOEP’ SÜRPRİZİ

Terasta Mireille’in sunduğu kahvelerimizi içtikten sonra, Özlem sanki dünya turu yapıp da gelen o değilmiş gibi fırlayıp bağların fotoğrafını çekmeye gidiyor. “Deli bu” diye düşünüyorum arkasından bakarken. 15 hektar bağ söz konusu. Neresini dolaşacak da, fotoğrafını çekecek. O fotoğraf çekedursun ben Bakx ailesiyle şarap serüvenine nasıl atıldıkları üstüne derin bir sohbete dalıyorum. Türkiye’de Bakx dendiği anda birçok kişinin ‘bizim Joep’ dediği, yıllarca Divan Otelleri’nin Genel Müdürlüğünü yürütmüş Joep Bakx aslında Hollandalı. Büyükbabası okyanus aşırı koloniler edindikçe kahve ticareti yapmaya soyunmuş ve işi büyütmüş, babasıysa amcasıyla birlikte aile şirketini yaygınlaştırmış. Şaraba düşkünlüğünü babasının şaraba duyduğu ilgi ve çocukluğunda onunla en iyi şarapları bulmak için bağ bağ dolaşmasına ve karısının Bordeaux’lu olmasına bağlıyor. Bordeaux adı kanına Mireille ve Chateau Blanc ile girmiş. Bir daha da çıkmamış.
Annesi, çocuklarından hiçbirinin aile şirketinde çalışmasını istemediğinden bütün kardeşleri gibi başka serüvenlere sürüklenecek bir eğitimin içinde bulmuş kendini. İsviçre’de otelcilik okumuş ve hayat ona bağların serin havası yerine otellerin kapalı ortamını sunmuş. Ne yaparsa yapsın, elli yaşına geldiğinde emekli bir bağ sahibi olacağına yemin etmesi o yıllardan kalma.
Sonra bir gün, tam da 2000 yılında karı-koca Bakx’lar Cihangir’deki evlerinin salonunda otururlarken telefon çalmış. Damadının hevesini bilen, uzun süredir onlara uygun bir bağ satın almak için didişen kayınpederi ‘Sizin için harika bir yer buldum’ demiş. Köpürte köpürte anlatmaya koyulmuş bulduğu bağı ve evi. Rüzgar böyle esiyor, toprak şöyle bereketli, omacalar yirmi yıllık diye bir bir her şeyi...
Heyecanlanmış Joep ile Mireille. Ne zaman bağı göreceklerini düşünmeye bile fırsat bulamadan Mireille’in annesinden ikinci bir telefon gelmiş: Babanız öldü diyen. Cenazeye gittiklerinde vasiyet kabul etmişler. Ve 2000’in bulutlu bir yaz günü Clos Monicord’u satın almışlar. O saat bu saat şarapla yaşıyorlar. Önceleri uzaktan kumanda. Şimdi bütün varlıklarıyla...
Bu arada; Özlem’in Travel Modus adında bir gezi sitesi var. Gezi sitesi demek ne kadar doğru bilmiyorum, çünkü sadece görülecek ülkeler, gezilecek şehirler ve kalınacak otellerle sınırlı değil. Sanattan alışverişe, mimariden şaraba Özlem’in kendi ilgi alanlarını da barındırıyor...

(DEVAMI HAFTAYA)
Yazının Devamını Oku