Figen Batur

St. Tropez yarışlarına damga vuran Türkiye

9 Ekim 2010
Dünyanın en prestijli yelken yarışlarından olduğu söylenen ‘Les Voiles de St. Tropez’de en genci yüz yaşında otuz küsur kadar klasik tekne yarıştı. Türkiye, her yıl olduğu gibi bu yıl da katıldı yarışmaya ve bir rüyayı gerçekleştirdi: Türkiye’de de ödüller kazanan teknelerden Provezza bu St. Tropez’nin galibi oldu. Diğer teknelerden Uno dördüncü, Aquvavit de yedinci olarak bitirdi yarışı Kızlar doğru baleye, oğlanlar doğru yelkene...
Birlikte de müzik dersine...
Türk burjuvasinin değişmez kuralıydı bu, bir zamanlar.
Çocuk yetiştirmeye soyunan her anne-baba evladını ‘iyi’ bir okula göndermekle yetinmez, sosyal hayatta ona artı getirisi olacağını düşündüğü bir iştigal alanı aramaya koyulurdu... Spor, müzik, dans... Artık her neyse...
Çocukluğu o yıllara denk gelenler bilirler: Bale sınıfları iri kıyım kızlarla, bırakın pirouet atmayı, zarifçe öne eğilmeyi bile beceremeyenlerle dolu olurdu kimi zaman.
Denizi uzaktan gördüğünde içi kalkan tombiş oğlanlar asılırdı bazen optimistlerin yelkenine... Bu böyle bir süre devam eder, ağlayan sızlayan, derslere gitmemekte direnen çocuklara zerre yüz verilmez. Ne zaman ki ense topuzlu, kibrit bale hocalarıyla, marsık tenli yelken öğretmenleri pes eder ve bu işin yürümeyeceğini anne babalara söyler, işte o zaman ikna olurdu aileler...
Sınıflar o zaman tenhalaşırdı. Giden gider, kalan kalırdı...
Kalanlar da yaptıkları işe gönülden bağlanırdı.. Ömür boyunca!
Geçen hafta St. Tropez’de yelken yarışlarını izlerken aklımdan geçti bütün bunlar...
Gencecik yelkencileri gördüğümde, yarışa nasıl hırsla asıldıklarını izlediğimde, hayatları boyunca bu sporla yaşayacaklarını sezdiğimde hayıflanmadım desem yalan. Çabuk boy atan, iştahı yerinde bir çocuk olmama rağmen bale yapmışlığım vardır da yelkenin y’sini bilmem...
İçimden hey gidi Ankara hey dedim, bana bir yelken borcun var.

DÜNYANIN HER YERİNDEN YELKEN MERAKLISI

Bekliyordum da bu kadarını beklemiyordum: St. Tropez tıklım tıklım.
Sezon bitmiştir, kasaba tenhalaşmıştır sanıyordum oysa...
Otellerde yer olmadığı gibi, lokantalarda boş masa da yok...
Kasabanın meşhur meydanındaki kafeler yarışları izlemeye gelenlerle dolu. Dünyanın dört bir yanından gelen genç-yaşlı bütün yelken sevdalılarının yanı sıra, kendini her etkinliğe katılmak zorunda addeden kıyı halkı bir yandan gelip geçenlere bakarken, bir yandan da sakin sakin bölgenin alameti farikası roze şaraplarını yudumluyor.
Zor da olsa bir masa kapmışlar ya, yerlerinden kalkmaya hiç niyetleri yok.
Çevrede aç kediler misali bizim gibi gezinen ve boşalacak ilk masaya atlamaya hazır ahaliyi görmezden geliyorlar.
Şans bu ya, kahveye adım atar atmaz kalabalık bir grup kalkıyor. Hemen masaya kuruluyoruz.
Yedi kişiyiz: Ben, Banu Birkan, Milliyet Cadde yazarı Çağdaş Ertuna, yelken duayeni Turgay Noyan ve onun kadar yelken delisi ve çiçeği burnunda Habertürk yazarı kızı Tuba, yani Navigacılar. Basından bu kadar. Grupta bir de Doğuş Holding marinalar müdürü Ali Bezirgan’la yılların matematik öğretmeni eşi Süreyya Hanım var.
Shop&Miles’ın davetlisiyiz. Bundan dokuz yıl önce Türk yelkenciliğini destekleme kararı almışlar ve Allah için o gün bu gün, desteği esirgememişler. Dünyanın en prestijli yelken yarışlarından olduğu söylenen Les Voiles de St. Tropez’ye de her yıl olduğu gibi bu yıl da, Türkiye’de yapılan üç ayrı yarışın galipleri katılıyor: Shop&Miles Bosphorus Cup’ın galibi Provezza, Turgutreis’in galibi Asterisk Uno ve Göcek’in galibi Aquvavit.

BİR TÜRK TAKIMI NEDEN KAZANAMASIN

Oturur oturmaz Turgay Bey’le Tuğba, deniz tutkunu Ali Bey ve ondan da denizci Süreyya Hanım tek kelimesini bile anlamadığım bir sohbete dalıyorlar.
Havada benim ancak bulmacalardan öğrendiğim tiremola gibi kelimeler uçuşuyor... Hepsi her üç teknede yarışan yelkencileri tanıyor, teknelerinin özelliklerini biliyor, kuvvetli oldukları eksik kaldıkları yanları sıralıyor... Ve hepsi de Türk ekibinin kategorisinde birinci olabileceğinde hemfikir.
Kimi Aquvavitçilere, kimi Uno’culara, kimi Provezzo’culara öncelik tanıyor tahminlerinde... Ne onu ne bunu ne de diğerini bilmeyen biri olarak, dört kulak dinliyorum konuşulanları.
Bir süre sonra sohbet bizim takımlardan çıkıp, Saint Tropez yarışlarına geliyor. Dünyanın hiçbir yarışında en genci yüz yaşında, bu kadar çok klasik teknenin yarışmadığından dem vuruluyor önce. ‘Voli alabilmek için voliyi vurmak gerekir’ denen bir tekne türünden söz ediliyor sonra... Havanın ertesi gün nasıl olacağı, batan güneşe bakıp kestirilmeye çalışılıyor sonunda.
Rozelerimizi içtik, sandviçlerimizi yedik, akşam yemeğinde buluşmak için sözleşiyor ve küçük kasabanın sokaklarına dağılıyoruz. Dolaşırken yarışların organizatörü Orhan Gorbon’a rastlıyor ve limana gelip giden teknelere nazır başka bir kahvede birer roze daha içiyoruz.
Etraf o kadar cıvıl cıvıl o kadar şenlikli ki; insan buraya hüzün gemisine binip gelse bile neşelenir, diye geçiyor içimden.
Daracık sokakları arşınlarken St. Tropez boşuna St. Tropez değil diye düşünüyorum. Bütün ünlü markaların dükkanları, minicik avlulara konuşlanmış lokantalar, eğlencenin bin çeşidini sunan plajlar, dev fıstık çamlarıyla dolu bahçeler, rezidans türü zengin müşterilerinin her tür isteğine cevap veren oteller, adı gece hayatıyla özdeş Byblos gibi gece kulüpleri, Monaco Sarayı’ndan gelen prensin de, Körfez’den gelen şeyhin de, Paris’ten gelen kasiyerin de her aradığını bulabileceği hizmet çeşitliliği, en dökük evlerden en ihtişamlı malikanelere kadar gözetilen renk bütünlüğü, yeşile, çevreye gösterilen özen, ötekinin hayatına karışmama inceliği, kemiklerde hissedilen özgürlük... İnsan daha ne ister ki?

BİZE DE BİR ST. TROPEZ LAZIM

Ve can alıcı ikinci soru: Bodrum, Marmaris, Didim, Kuşadası niye birer St. Tropez olmasın ki?
Oysa biliyorum ki, cevap birinci şıkta gizli.
O akşam Joseph’te mükellef bir yemek yedikten sonra otele dönüyor ve sabah gözümüzde çapak, Orhan Gorbon’un yarışları izlememiz için kiraladığı tekneye gidiyoruz. Hesapça çocuklar yarışacak, biz de tekneyle onları izleyeceğiz. Ama o da ne? Rüzgar yok. Ben diyeyim üç yüz, siz deyin dört yüz tekne açıkta aheste aheste salınıp rüzgarın çıkmasını beklemekte...
Korsan kılıklı klasikler bir öbek, Voli mi Walley mi adını öğrenemediğim ve hakikaten ‘tender’ını almak için bile voli vurmanın gerektiği, harika yelkenliler beri yanda, bizimkilerin yarıştığı gibi küçük tekneler öte yanda, bütün yarışçılar bekleşiyor. Kimi güvertede oyun oynuyor, kimi yatmış uyuyor. Ve bizim bütün Haydar Haydar çığrışlarımıza rağmen beklenen rüzgar çıkmıyor.
Bütün sabahı denizde geçirip, tekneleri burnuna kadar gidip inceledikten sonra karaya çıkıyoruz. Karaya çıkmamızla rüzgar da çıkıyor. Akşam Shop&Miles ekibi ve yarışçılarla St. Tropez’nin en afili lokantalarından Christina’da yemeğimiz var.
Kendisi de yelkenci olduğu için bu sporu desteklemeye karar veren Garanti Ödeme Sistemleri Genel Müdür Yardımcısı Elvan Bilge ile konuşuyoruz uzun uzun.
Bu yıl birincilik bizim olacak, diyor da başka şey demiyor. O kadar emin, o kadar umutlu ki onun heyecanı hepimize sirayet ediyor...
Derken teker teker genç yelkenciler geliyorlar. Sırım gibi. Çelik gibi. Hırslı. İnançlı.
Önlerinde daha koca bir yarış günü daha var. Hepsinin aklı yarışta. Ve belli ki hepsi rüyalarında dereceye girdiklerini görüyor. Rüyalarının gerçekleştiğini ertesi gün öğreniyoruz.
Provezza birinci. Uno Dördüncü. Aquvavit yedinci bitiriyor yarışı.
Dünyanın en prestijli yelken yarışı olduğu söylenen Les Voiles de St. Tropez yarışında! Otuz küsur tekne arasında!
Ne denir ki böyle bir başarı karşısında: Hayatları boyunca rüzgarları bol, pruvaları düzgün olsun denir olsa olsa...
Yazının Devamını Oku

Bendeki kış korkusu

2 Ekim 2010
İstanbul burnumda tütmesine rağmen, bendeki kış korkusu yüzünden bir türlü geri dönemiyorum. Bu yağmur kaçaklığı ve bulut düşmanlığı yüzünden güzelim sonbaharın bile tadını alamıyorum. İstanbul’un adı nicedir benim kış hanemde yazılı. Bodrum ne kadar yazsa, İstanbul da o kadar kış... Yazmaktan bıkmadın mı diye soracak olursanız bıktım.
Fenası bu duyguyu yaşamaktan da bıktım.
Lafı eveleyip gevelemeden söyleyeyim: Yaz bitti ya ben de bittim.
On beş gündür uzatmaları oynuyorum.
Bahane üzerine bahane üretmekte üstüme yok: Bahçe budanacak vız vız, depo temizlettirilecek vız vız, tenteler sökülecek vız vız. Kendime ha bire iş yaratıyor, dönüşü bilinmez bir tarihe erteliyorum...
Ne zaman geleceksin diyenlere de, ne zaman gideceksin diye soranlara cevabım hazır: Hele işler bitsin o zaman.
İş var mı, aslında var.
Var da... Ha desen iki günde kotarılacak iş var.
Gerisi bahane...

HAVA NASIL ORALARDA

Her gün İstanbul’daki birilerini arayıp havanın nasıl olduğunu sormak gibi saçma bir uğraş edindim. Açık, derlerse bavulları çıkarıyorum. Kapalı dediklerinde
kaldırıyorum.
Bu kış korkusunun, bu yağmur kaçaklığının, bu bulut düşmanlığının bir nedeni olmalı da ne?
Güneş çekilince kanı çekilen, gün kısalınca ölmeye yatan, güzelim sonbaharın tadını bile kış korkusuyla almayan biri olup çıktım sonunda...
Oysa İstanbul burnumda tütüyor...
Hem de nasıl.
Ama İstanbul adı nicedir benim kış hanemde yazılı.
Uzun süredir Bodrum ne kadar yazsa, İstanbul o kadar kış demek benim için.
Yani biri ne kadar pastelse, diğeri o kadar kara...
Yani biri ne kadar tülse, diğeri o kadar çekül...
Uzatmaları oynamam bundan...

BİR YAZ DA BÖYLE GEÇTİ

Aslında bildiğim yazlardan değildi bu yaz. Uçucu, kalender, vurdumduymaz...
Hastalık, adı ne olursa olsun; sevdiğinin başına konarsa eğer, adamı önce tel sonra telef ediyor.
Gün geceye karışıyor, yaz-kış fark etmiyor.
Kaygının mevsimi olmadığını bilirdim de, günü geceye devşirdiğini bilmezdim.
Ağustos zemheriymiş meğer.
Özet?
Bir yaz da böyle geçti, evet...
Haziran: Yarı İstanbul yarı Bodrum, ev kapadın ev açtın hazırlığı... Ruh şen, vücut yorgun.
Temmuz: Gelenler gidenler bir coşku bir keder... Ruh yorgun, vücut ondan da beter.
Ağustos: Karayel...
Eylül başı: Bir umut.
Eylül sonu: Mehmet Rauf.

BEKİR COŞKUN MESELESİ

Cek’ler cak’lar listem uzun ama önce ne yaptın ne ettine bakalım ve şu uçucu yazın özetini çıkarılım:
Bol içtim.
Bol yüzdüm.
Bol üzüldüm.
Bol söylendim.
Bol dertlendim.
Bekir Coşkun’un Hürriyet’ten ayrılması felaketim oldu...
Tanıyan tanımayan, en az beş yüz kişi bana bu soruyu sordu.
Bilmiyorum dedim, inanmadılar.
Biliyorum dedim, kanmadılar.
Üretilen komplo teorilerini naçar dinledim...
Yazının Devamını Oku

Düğünün kırkı çıktı ama ne lafı bitti ne yazısı

25 Eylül 2010
Doğu masallarının neden hep kırk gün kırk gece süren düğünlerle bittiğini merak ettiniz mi hiç? Basit bir anlamı varmış: Düğün dediğin bir gecede bitermiş bitmesine de, lafı kırk gün sürermiş.

Hani aşıklar muradına erer bizler kerevetine çıkarız ve eğlence kırk gün kırk gece sürer ya, hiç düşündünüz mü neden kırk gün kırk gece diye? Ben önceleri kırk gün kırk gecenin biz doğululara özgü zaman kavramıyla ilintili olduğunu sanırdım... Batılı için zaman ne kadar somutsa doğulu için o kadar soyuttur, onlar için ne kadar belirginse bizim için o kadar muğlaktır ya, masal anlatıcıları da feleğin her an devreye girebileceği bu kadar uzun bir zaman diliminin altını olsa olsa sonsuz demek için çizdiler herhalde diye düşünürdüm...
Oysa değilmiş. Kırk gün kırk gecenin çok daha basit bir anlamı varmış: Düğün dediğin bir gecede bitermiş bitmesine de lafı kırk gün sürermiş. Bizim ailede de durum farklı değil ne yalan. Baksanıza, muradına eren erdi kervetine çıkan çıktı ama bendeniz yazmaya devam...

GELİN AFALLADI

Düğün dediğin, başından geçen bilir, bir ayrıntılar silsilesi. Karar verildiği an, aklınızın ucundan geçmeyen tüm ayrıntılar sözleşmiş gibi köşelerinden fırlayıp sahneye çıkıyor ve perde kapanana kadar da sahnede kalıyor. Herhangi birini küçümsemek, rol çalıp diğerine vermek, ötekine “hele sen şöyle biraz geride dur” demek ne mümkün?
Yapabileceğiniz tek ve en akılıca şey başrole kendinizi yerleştirmek.
Defnoş, canımın içi, başta fena afalladı.
Kenarda durmanın geline saygı olduğunu sanan bir kaynana... Bu işlerden hiç mi hiç anlamadığını söyleyerek sıyıran bir damat adayı... “Giyeceğim elbisenin yakası ancak senin çocukluk önlüğün gibi ucu kıvrık plastikten olursa yerler çamur olmaz” diyen ve ağlayacağını ayan beyan belirten bir anne... Fiyonk gibi bir gülümseme eşliğinde, hayatı boyunca kravat takmamakla övünen ama gecenin şerefine smokin giyeceğiyle açıklayan bir babanın arasında önce bocaladı.

Yazının Devamını Oku

Bir düğünün anatomisi

18 Eylül 2010
Oğlum Sarp’ın düğün partisi bir anda düğün törenine dönüşüverdi. Düğün töreni denilen şeyin, olumsuz çağrışımlarını tersine çeviren tılsım gelinle damadın elindeymiş meğer. Gençler eğlenmeyi biliyormuş ve istenirse törenle şölen bir arada yapılabiliyormuş Çarşaf çarşaf teşekkür ilanları çıkar ya bazen gazetelerde. Hani sevilen biri sağlığına kavuştuğunda, tedavisinde emeği geçen doktorlardan bakımını yapan hemşirelere kadar ailenin yanında olanların tek tek adları yazılıp kısa bir cümleyle minnettarlık belirtilir ya... Bu tür ilanların sadece hastalıkta değil sağlıkta da elinizden tutup hayatınızı kolaylaştıran herkes için verilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Onlar olmasıydı ne yapar, nasıl içinden çıkardım?
‘Onlar’ın listesi uzun...
Ama durun, anlatmaya baştan başlayayım...
Mayıs sonuydu sanırım, kaynana olacağımı öğrendiğimde. Bir geceyarısı, televizyonun karşısında uykuyla uyanıklık arası gidip gelirken telefon çaldı. Ve Sarp dünyanın en doğal haberini verircesine, “biz evleniyoruz” dedi. Öğle yemeğini birlikte yemiştik oysa, her zaman yaptığımız gibi daldan dala atlayarak sohbet etmiş, biraz işten biraz güçten konuşmuş, “görüşürüz” deyip ayrılmıştık.
Defnoş ile tanışmalarının ilk yıldönümü olduğu için ona nasıl bir hediye alacağını düşüne taşına ayrılmıştı yanımdan. Evlilik konusunda tek kelime etmemiş, küçücük bir imada bile bulunmamıştı.
Haberi duyduğumda, “çok sevindim” diyen sesimin duygusuz çıktığını söyledi sonraları. Biraz da başıma kaka kaka.
Oysa mıh gibi aklımda: Gözüme yaş yürümüş, turnayı gözünden vurdu bizim oğlan diye düşünmüştüm.
Ertesi sabah ettiği, “düğün istemiyoruz” cümlesiyle, düğün lafı hayatımıza girdi aslında.
Ama o sırada hiçbirimiz oraya gelene kadar, köprülerin altından hangi suların akacağını bilmiyorduk, ne yalan.
Yurtdışında evlenmek istiyorlardı, çekirdek aile, bir-iki yakın arkadaş, o kadar. Barselona mı olsun Roma mı, bilemiyorlardı. Evlenip döndükten sonra burada arkadaşları için koca bir parti verecek, aile büyükleri için de bir yemek düzenleyeceklerdi. Kararları buydu. İyi, güzel...

DÜNİRE OLMAYA BAYILDIM

İki genç evlilik kararı almaya görsün, insanın diline yeni kelimeler yerleşiyor. Kimi sevmez kullanmaz, kimi benim gibi bayılır. Bunlardan biri de ‘dünür’. Nilo ile Polat’ı dünürlerim, Defne’yi gelinim diye tanıştırmaya bayılıyorum örneğin. Hatta Nilo ‘dünirem’ diye bir kelime icat etti, karşılıklı dünireleşiyoruz zaman zaman.
İşte o sabah da düniremi arayıp biraz ağlaştıktan sonra, telefonun başına oturdum ve bütün yakınlarımı bir bir arayıp haberi verdim. Öyle Allah tamamına erdirsin diyecekleri değil, duyduğu anda ağlamaya başlayacakları: Tansu’yu, Ert’i, Aydın’ı, Canan’ı... Sonra da, madem yurtdışında evlenecekler, bu işin prosedürü ne ola ki, diye Sümbül’ü. Hazır sefire, el verir diye.
O gün hay huyla geçtikten sonra, hayat normal seyrine girdi. Biz bir süre sonra Sarp’la çekimler için uzaklara gittik ve sanki kolaymış, elini sallasan ellisi varmış gibi Defne’yi parti mekanı bulması için arkamızda bırakıp kaderine terk ettik...
Bugüne kadar, ister yaz ister kış yapılsın, adına ister düğün ister parti densin, böylesi şölenlerin neden hep aynı mekanlarda yapıldığını çözemez, bunu bir fiyaka gösterisi olarak algılardım.
Değilmiş. Beykoz Çayırı da dahil olmak üzere, belirli sayıda insanı ağırlayabilecek mekan sayısı meğer iki elin parmaklarını geçmezmiş.
Japonya dönüşü, Alman ekolünden geldiği için kafası benim gibi dağınık değil, sistematik çalışan gelinimi, kiminin yanına çarpı kiminin yanına eksi işareti attığı uzun bir listeye bakıp, kara kara düşünürken buldum. Anlaşılan, alternatif mekanlar, kırlar ve çayırlar da dahil, koca bir ön hazırlık süresiyle koca bir bütçe gerektiriyordu.
Bilinen ünlü yerlerin hemen hepsi de handiyse bir yıllığına dolu. Yanına çarpı işareti konmuş olanların da başka mahsurları vardı. Küçüktü, uzaktı, sevimsizdi... Yukarı tükürsen bıyık aşağı tükürsen sakal durumu yani.
Kısaca biz yedi düvel gezerken, Defne boş oturmamış, kampus kahvelerinden, gökdelen teraslarına, eski evlerin avlularından, şehir hatları vapurlarına kadar bakmadık, gitmedik, konuşmadık yer bırakmamıştı ama gene de gönlünü çelen bir yer bulamamıştı.

NİHAYET FRANSIZ BAHÇELERİ

Fransız Bahçeleri mi? Tarabya’daki Fransız Konsolosluğu’nun arkasındaki koru mu yani?
Listesindeki mekanları tek tek eledikten sonra, sesine sinen şakraklıkla bahçelerin güzelliğinden dem vurmaya başladığında kaşlarımı soru işareti gibi kaldırıp kaldırmadığımı bilmiyorum ama aklımdan ‘Biz kiiimmm’ diye başlayan bir cümlenin geçtiğini dün gibi hatırlıyorum.
Bundan on yıl kadar önce o koruda yapılan bir düğüne gitmiştim çünkü. Ünlü bir işadamının oğlunun düğünüydü ve mekan Fransızlar’dan özel izinle kiralanmış, aydınlatmasından ses düzenine, geçici mutfaktan ara yollara kadar her şey o gece için yaptırılmıştı. Defne anlatmaya devam ederken, içimden yüzlerce madde sıraladığım koca bir liste yapmaya başladığımı ve daha yarısına gelmeden sırtımdan ter boşandığını da hatırlıyorum.
Bırak gençler istedikleri yerde parti versinler, sen karışma diye kendimi avutmaya çalıştığımı da. Ertesi gün, Fransa’ya gitmek için Banu Birkan ile uçakta yan yana otururken, dişi ağrıyanın dişinin ağrıdığını söylemesi gibi, lafı dönüp dolaştırmadan Fransız Bahçeleri’ne getirdiğimi de unutmuş değilim.
Banu’nun kaygılarıma katılıp, olmaz öyle şey diye kestirip atacağından o kadar emindim ki, “Harika olur istersen, ben Elçin’le konuşurum” dediğini duymadım bile. Elçin kim, ne konuşulacak, en ufak fikrim olmamasına rağmen, Banu’ya teşekkür ettim. O yolculukta bir daha bu konuyu açmadık.

GENÇLER EĞLENMEYİ BİLİYOR

Ben döndüm. Sonra Banu döndü. Sonra hep birlikte Fransız Bahçeleri’ne gidildi. Gerisi çorap söküğü... Ne zaman parti yerini düğün lafına bıraktı, tam çıkaramıyorum.
Bahçeleri gördükten sonra mı, gelinlik provalarında mı, çocuklar davetli listelerini hazırlarken mi, yurtdışında yapılacak törene katılmak isteyenlerin sayısını gördüklerinde mi, kimseyi kırmak istemediklerinden mi, iki ayrı organizasyon yapmanın zorluğunu keşfettiklerinden mi, bilmem.
Ama benim için işin rengi değişti.
Değişti çünkü: Düğün doğası gereği şölenden çok tören demek. Tören, uyulması gereken kurallar demek. Kural, resmiyet demek. Resmiyet, eğlenememek demek. Eğlenememek, sıkılmak demek. Sıkılmak, daveti verenin de davete katılanın da bir an önce bitse de, evimize dönsek diye düşünmesi demek. Pastanın bile kesilmesini beklemeden tebrik edip tüymek demek.
Aylarca uğraşıp kimseye yaranamamak demek. Parayı havaya atmak demek. Çocuklardan çok ebeveynlerin boy gösterisi demek...
Diye düşündüm çünkü...
Yanılmışım!
Bütün bunları ters çeviren tılsımın gelinle damadın elinde olduğunu atlamışım.
Devrin değiştiğini, gençlerin eğlenmeyi bildiğini, istenirse törenle şölenin bir araya gelebileceği gerçeğini ıskalamışım.
Evet bunları ıskalamışım ıskalamasına da, esası kaçırmamışım: Düğün denen olgunun yüzlerce ayrıntıdan ibaret olduğunu. Şeytanın ayrıntıda gizli olduğunu. Başarılı bir düğün isteniyorsa eğer, şeytana pabucunu ters giydirenlere baş vurmak gerektiğini. Profesyonellere çalışmanın elzemliğini...
Kaçırmamışım.
Onlar da haftaya.
Bilinsin diye. Teşekkür ilanı niyetine.
Yazının Devamını Oku

Bodrum'da Havva’nın Bahçesi’nde kahvaltı

28 Ağustos 2010
Dönenler döndü, kalanlar kaldı. Bir de koca yazı çalışarak geçirdikten sonra yolu şimdi düşenler var. Kız arkadaş keyfi yaşıyorum bir süredir Bodrum’da. Bu keyfe köy gibi köy Gökçebel’de yaptığımız müthiş bir kahvaltı da eklendi Canan’la Nurçin geldi. Elimizde ayçiçeği kasesi, kah bahçeye kah salona serilip uzun sohbetlere dalıyoruz.
Bundan yirmi yıl önce de bir araya geldiğimizde, ayaklarımızı altımıza alır sabaha kadar konuşurduk.
Maşallah konuşma şevkimizde bir azalma yok ama konuştuğumuz konular değişmiş. Bir zamanlar hayati saydığımız şeyler meğer ayrıntıdan ibaretmiş, diyoruz biraz da iç burukluğuyla.
Nurçin dolaşmayı sevmez; uzun, koyu sohbetlere bayılır.
Canan hem dolaşmayı hem konuşmayı sever.
Akşamları neyse de, gündüz vakti sadece deniz kıyısına gidip pineklemek ona yetmez. Yetmediğinden de geçen sabah karşıma dikildi ve “Kalk, Yukarı Gökçebel’de kahvaltı etmeye gidiyoruz” dedi..
Yukarı Gökçebel Bodrum’un sayıları git gide azalan sahici köylerinden biri. Daracık sokaklar, taş evler, taş duvarların böldüğü mendil tarlalar, eşekler, inekler...

KÖY GİBİ KÖY GÖKÇEBEL

Yalıkavak’ın burnunun dibinde olmasına karşın, biraz da denize uzaklığından ötürü siteler tarafından henüz işgal edilmedi.
Bir-iki arkadaşımın, çok sevdiğim bir heykeltıraşın atölyesi var, köy gibi köy olan Gökçebel’de. O yüzden iyi kötü bilirim, yılda bir iki giderim ama teklif Canan’dan gelince şaşırmadım desem yalan. Bırakın gözlerden uzak bu küçük köyleri, Bodrum merkezi bile doğru düzgün bilmez o.
İşin sırrı sonra anlaşıldı: Burada uzun zaman geçiren arkadaşlarından duymuş ‘Havva’nın Bahçesi’ni. Zaten onlarla buluşacak ve gidenlerin öve öve bitiremediği küçük bahçede mükellef bir kahvaltı edecekmişiz.
Havva kimdir, neyin nesidir, ne tür bir yere gidiyoruz sormadan peşine takıldım. Az gittik uz gittik, sonunda girişinde eski buzdolabı rafından kümes teline kadar farklı malzemelerden mamul bir kapı olan küçük bir bahçenin önüne geldik.
Hadi sıkıysa ayrıntıya girmeden anlat bakalım Figen geldiğin yeri...
Toz toprak daracık bir yol. İleride bir buzağı şaşkın şaşkın gelenlere bakıyor. Ortada en az yirmi horoz kesilip yere bırakılmış karpuz kabuklarını gagalıyor. Bahçe yolun solunda. Sağında da sahiplerinin evi var. Pencereler açık. Duvarda Özal’ın koca bir portresi asılı. Baş köşeyi televizyon tutmuş. Bir de kolçaklarına kenarı dantelli örtüler konulmuş bir çek-yat.
Bahçe kapısının yanındaki ocağın üzerine kurutulmak için barbunyalar, kırmızı biberler dizilmiş. Dut ağacının altınaysa plastik masalarla sandalyeler. Bizi bekleyen büyük masa dışındaki bütün masalar dolu. Kapıyı itip bahçeye adım atmamızla Havva’nın kocası bir koşu gelip bizi karşılıyor ve rezervasyonumuz olup olmadığını soruyor. Rezervasyon kelimesiyle geldiğimiz yer o kadar örtüşmüyor ki, önce afallıyor sonra kahkayı basıyoruz.

MÜTHİŞ BİR KAHVALTI

On altı kişilik masamız hazır. Peynir dışında masada duran her şey ya Havva’nın elinden ya da bahçesinden çıkma.
Reçeller, zeytinler, bembeyaz manda yağı. Domates, salatalık, roka, maydanoz ve adını bilmediğim bol yeşillik.
Ama bu kadarla kalmayacak. Gözleme, bazlama, su böreği ve kabaklı börek var sırada. Ardından yumurta, sucuk, mis gibi zeytinyağında kızartılmış patlıcanlı patates. Dur demesek Havva’nın duracağı yok. Geldikçe geliyor, yedikçe yiyoruz.
Gerçekten müthiş lezzetli bir kahvaltı.
Havva’nın hikayesine gelince... Köye gelen bir Amerikalı’ya bir gün kahvaltı çıkarmış. Adam yediklerinden o kadar etkilenmiş ki, bunu neden iş olarak yapmadığını sormuş. Sıkı sıkıya da tembihlemiş, hiçbir şeyi değiştirme diye. Gel zaman git zaman önce köyde yaşayanlar, derken civar, ünü yayılmış. Slow food’cular gelmişler merak edip. Bayılmışlar yiyip içtiklerine, aday göstermişler verecekleri ödüle. Seçilen on altı kişiden biri olmuş Havva. Şimdi İtalya’ya gidiyormuş yemek yapmak için. Ama derdi büyük. Bu güne kadar hiç otelde kalmamış. Odasını yabancı biriyle paylaşmak zorunda kalırsa diye ödü patlıyor. İlla paylaşacaksa Karadenizli bir hemcinsi olsun istiyor.
Özal’ın portresini sorduğumda, “Çok severdim rahmetliyi” diyor.
Başka kimi seversin denildiğinde “Türkan Saylan” diyor da başka şey demiyor.
On yedi liralık kahvaltı ücretini aldığında da, gülümseyip yemenisinin ucuyla alın terini siliyor.
Yazının Devamını Oku

Bodrum’dan insan manzaraları

21 Ağustos 2010
Sarı saçlarını gelişi güzel ensesinde toplamış yalnız genç anne ve iki oğlu. Nusaybinli Masum. Bir yılı sonra kaptan çıkacak garson. Şehir kaçkını emekli hariciyeci kadın. Ve kocaman kahverengi gözlükler takmış kahverengi bikinili genç kız... Sabahın erken saatlerinde çıkıyor balkona.
Haftalardır süren bezdirici sıcaklar bastırmadan. Gün doğmadan.
Kucağına çocuğunu alıp çıkıyor. İki yaşlarında olmalı. Pes sesle ağladığına bakılırsa erkek.
Soluk tenteli, balkona zor sığan salıncağa oturup yavaş yavaş sallanmaya başlıyorlar ana-oğul.
Gıcırtısı taa buraya, bizim bahçeye kadar geliyor salıncağın.
Kendi de çocuk gibi uyuyor mu bilinmez. Kim bilir belki de gözlerini kapamış, günün kendine ayırabildiği bu küçük zaman diliminde düşüncelere dalmıştır. Belki de düşünmeyi çoktan bırakmıştır, kim bilir?
Bir saate kalmaz güneş tepelerin ardından yükselmeye başlar. Bir saate kalmaz beş yaşlarındaki büyük oğlan da uyanır.
Kahvaltıyı balkonda etmiyorlar. Balkon masa almayacak kadar küçük. Öğleden sonra güneşinden korunmak için sinekliğin önüne astığı basma perdeyi aralayıp
içeri giriyorlar. Sonra ne ses ne nefes. Balkonun yan tarafına asılmış bir iki çamaşır da olmasa iki göz bu küçük dairede birilerinin yaşadığına inanmak zor. Tek bir saksı yok sözgelimi, kireci kireçliğini uzun süre önce yitirmiş balkonda. Üst katlardaki gibi yan cepheye asılmış klima kutusu yok. Gelen giden komşular yok. Kahve molası, çay saati, kurabiye kokusu yok.
Sadece sarı saçlarını gelişi güzel ensesinde toplamış yalnız bir genç kadın ve iki oğlu.
Baba da yok. Belki var ama yok.
Uzaktan gelen salıncak gıcırtısından mı kadının bunca mesafeden bile hissedilen bıkkınlığından mı bilinmez, gözümü açar açmaz
Aklıma Karakoç düştü: ‘Çocuk düşerse ölür çünkü balkon/ Ölümün cesur körfezidir evlerde/Yüzünde son gülümseme kaybolurken annelerin/Anneler, anneler, elleri balkon demirlerinde’ Sezai Karakoç’un Balkon şiiri yani... Sahi nasıl devam ederdi bu şiir? ‘İçimde ve evlerde balkon/Bir tabut kadar yer tutar’

ADI MASUM, KENDİ NUSAYBİNLİ
Masum, dedi adını sorduğumda. Bizim oralarda yaygındır, diye ekledi. O kadar belli ki nerelisin diye sormamı beklediği, sordum. Göğsünü kabarta kabarta Nusaybinliyim dedi. İki yıldır buradaymış. Amcaoğlu gelmiş önce takside çalışmaya, sonra onu çağırmış yanına. Gel sana da ayarlarız bir iş, demiş. O da ikiletmemiş, kalkıp gelmiş. Merkezde çalışıyorum ama bu gün amcaoğlunun işine bakıyorum diye açıkladı, ‘Bitez durağının bütün şoförlerini tanırmışım’ gibi.
‘Bilir misiniz bizim oraları?’ diye sordu ardından, bileceğime hiç ihtimal vermeyerek. ‘Bilirim’ dediğimde inanmadı. ‘Doktor musunuz?’ oldu sonraki soru. Hayır deyince, ‘Memur musunuz?’
Baktım buralardan oralara tayin dışında gidilmeyeceğine adı kadar emin, ‘Darülzeferan’ı gezmek için gitmiştim’ diye açıklamaya giriştim. Kilisenin adını duymasıyla ‘siz’den ‘sen’e geçti. Yüzünde geniş bir gülümseme, biraz da yılışık bir sesle ‘Süryanisin desene’ hükmünü verdi. Değilim desem inanmayacak, laf uzayacak, ne evet ne hayır, başımı salladım.
Çarşının içinden geçerken, ‘Eve bir-iki şey almam lazım, Çapkın Manav’ın önünde durabilir miyiz?’ dedim. Zerzevat tartılırken Bitez Dondurmacısı’ndan bir ona bir bana dondurma istedim. Külahı uzattığımda önce kızardı, ‘İstemem’ dedi. Üsteleyince teşekkür etti. Eve kadar tek laf etmedi. Kapının önünde yeniden sen’den siz’e geçti.
‘Süryanisiniz tamam da’ dedi. ‘Mesleğiniz acaba neydi?’

KAPTAN ÇIKACAK GARSON
Bir yılı kalmış. Son yıl. Sonra kaptan çıkacak. Gün boyu masaların arasında seğirtip servis yapıyor. Çağrıldıklarında aheste adımlarla gelen kıdemli garsonların ondan haz etmedikleri aşikar. İşini neden bu kadar canla başla yaptığını anlayamıyorlar.
Pire gibi oradan oraya koşuşturuyor, yetmezmiş gibi de kimin neyi nasıl sevdiğini aklında tutuyor. Şu hanım çayını sakarinle mi içer, bu bey çoban salatasını maydanozsuz mu yer, hepsi ezberinde.
Gömleğinde tek bir leke, şortunun dikişinde atmış tek bir iplik, sandaletin içine giydiği beyaz çoraplarının burnunda açılmış minicik bir delik gören yok. Her sabah erkenden gelip uzun uzadıya yüzdüğünü, kimsecikler yokken erkekler tuvaletinde tıraş olduğunu, duşunu alıp saçını özenle taradığını bilmeyen de...
Yumuşacık bir sesi var. Hep gülümseyerek konuşuyor, saygıda kusur etmiyor. Öğlen personele çıkan yemeğin neden etsiz olduğunu bir tek o sorgulamıyor. Sabahın dokuzunda başladığı servisin gece yarısını geçtiği halde bitmemesinden de şikayetçi değil.O sabah yüzmeleri yok mu, o sabah yüzmeleri.
Her kulaç onu açık denize biraz daha yaklaştırıyor sanki. Bazen durup ufka bakıyor. Gözleri ufkun rengini alıyor.
Bir yılı kaldı. Bu son yılı. Gelecek yıl kaptan çıkacak.

BİR ŞEHİR KAÇKINI
Taşınma kararını verirken bu kadar zorlanacağını bilemezdi elbet. Bir-iki arkadaşı buraların kışı ayrı güzel olur, demiş aklına bu güney kasabasında yaşama fikrini sokmuşlardı.
Neden olmasındı sahiden? Sinema desen vardı, tam teşekküllü de bir iki -ki bu yaşta önemli- hastane. Bir de iklim vardı elbette. Kış göz açıp kapayana kadar geçiyor, diyordu yerleşenler. Baharın tadına da doyum olmuyor. Zaten ne yapıyordu ki büyük şehirde yaşarken? İşten eve evden işe. Dostları görmeye bile zaman kalmıyordu çoğu zaman.
Parası sınırlıydı, ev alamazdı ama pekala kiralardı. Bu saatten sonra büyük evi zaten kim ne yapsındı? Tam kırk yıl çalışmıştı Dışişleri’nde. Ömrünün yarısı dış ülkelerde geçmişti, yolculukta da gözü yoktu harbiden. Kızı kendi yoluna gitmişti, kocası eski kocası olalı yirmi yılı geçmişti.
Geldi, kaleye bakan iki odalı bir ev tuttu. Briç kulübüne yazıldı. Çeviri yapmak için bir iki yayıneviyle yazıştı. İlk kışı devirdiğinde karşılaşmış, nasıl gidiyor, diye sormuştum. Öve öve bitirememişti: iklimi, bahar aylarında yeri göğü saran Manisa laleleriyle, sarı çiğdemleri.
Bu yıl gitmiş. Nereye, bilen yok. Bir-iki gün ortalarda gözükmeyince evine gelmiş briç arkadaşları. Taşındı, demiş yönetici.
‘Yanına sadece iki bavul aldı’. Dairenin kapısını açıp göstermiş, ‘Bunları da dağıtalım diye bıraktı’. İçeride bir kanape, yatak, buzdolabı ve televizyon. Beyaz işten perdeler asılıymış pencerelerde. Duvarda da durmuş bir guguklu saat.
Bir de Munch’un ‘Çığlık’ resminin raptiyelenmiş posteri.
Duyduğumda içim çekildi...

KAHVERENGİ BİKİNİLİ KIZ
Beline inen pırıl pırıl saçları fönlü. Kahverengi bikinisiyle uyumlu geniş çerçeveli kahverengi güneş gözlüklerinin saplarında ünlü bir modacının logosu var. Ama sahte oldukları belli. Çarşıda on liraya satılıyor. Bunu o da, arkadaşları da, beş metre uzakta yatan ben de biliyoruz.
Belli olan bir şey daha var: Kocaman kahverengi gözlükler takmış kahverengi bikinili bu genç kız, ne kadar rahat gözükmeye çalışsa da o kadar rahatsız. Gözlüklerini bir saniye olsun çıkarmaması, utangaç olduğuna kalıbımı basacağım bakışlarını yabancı gözlerden saklamak istemesinden.
Yanında kendi yaşlarında iki kızla üç delikanlı. Yani iki çift ve gruba dahil olmasının esbabı mucibesi genç bir adam.
Bianca Beach’te sıradan bir ikindi. Öğle yemeği yenmiş, rehavet çökmüş, denize girenler bile yüzmüyor, duruyor. Mayo değiştirme sevdalılarında bile mecal kalmamış. Üzerlerindeki yaş mayolarla gölgeye çekiliyorlar.
Kahverengi gözlüklerini bir an için gözünden çıkarmayan kahverengi bikinili kız arkadaşlarıyla konuşa gülüşe iskeleye geliyor, denize inen merdivenin basamaklarını son basamağa kadar inip tırabzanlara iki eliyle sıkı sıkıya tutunarak eğiliyor ve gövdesini ıslatıyor.
O kadar. Yüzmüyor. Önce saçlarının fönü bozulmasın diye yüzmediğini düşünüyorum. Sonra yüzme bilmediğini anlıyorum. Arkadaşları denizden çıkıp koşarak yerlerine dönüyor. O bikinisini değiştiriyor. Gözlüklerini de.
Bu kez siyah bikini. D&G yerine de Gucci...
Yazının Devamını Oku

Bodrum’da akarsu aramak su akarken rahatlamak

7 Ağustos 2010
Eski dost bir süre önce nehrin kenarına oturdu gelen geçene bakıyor ya, bulaşıcı mıdır nedir... Benim de içimde su akar deli bakar misali bir akan suya bakma isteği oluştu ki bu şu son günlerde, sormayın gitsin Atasözlerinin durduk yerde atasözü mertebesine erişmedikleri malum.
Ateşin deliyi daha da delirttiği, akan suyun sakinleştirdiği de bilinmez değil.
İyi hoş da, Allahın Bodrum’unda akarsu nerede bulunacak? Burası dereden çok tepesi olan, bırakın nehrin n’sini, yeri göğü saran beyaz evleriyle düpedüz orta ölçekli bir şehir artık. Deniz desen ister yüz ister bak, akan su etkisi yapmıyor insanda.
O zaman ya musluğu açıp karşısına geçmek kalıyor ya da hortumla halhamur olmak.
Evyeye gözünü dikip saatlerce durmak diş fırçalarken bile suyu kapatan benim gibi biri için kolay değil. Ayrıca böyle bir edim deliliğin geçici değil kalıcı olmasının da belirtisi sayılabilir ki, açıkçası korktum ve çarnaçar kendimi bahçeye vurdum.
Bahçe dediğin mendil kadarmış, bahçe dediğin üç çiçek iki böcekmiş ne gam.
Sabah kalkar kalkmaz ilk iş kendimi bahçeye atıyor ve artık getirmemelerini söylediğim gazeteleri okumak yerine toprakla suyla oynaşmaya başlıyorum. Önce en küçük esintiyle begonvillerden düşen çiçekler toplanıyor, sıra Japon güllerinin açmasıyla dalında solması bir olan goncalarına geliyor.
Begonvillere nispet yapar gibi üflesen havaya savrulan minicik mor çiçekler açan ağaçcığın dallarını teker teker sallamak, sarı boru çiçeklerinin sararmış yapraklarını toplamak, saksılardaki sardunyalar, petunyalar derken kan ter içinde bir saat geçiyor. Vee sıra son gözdeme geliyor.

DÖVÜNMEK BANA MI KALDI

Sabahın o erken saatlerinde bile eğilip kalkmaktan ter içinde kalmış halde gidip hortumu alıyor ve uzun uzun bahçeyi sulamaya başlıyorum. Su akıyor ben bakıyorum ve inanın rahatlıyorum. Eskisi gibi gazetelere göz atacak olsam bırakın rahatlamayı iyice gerileceğim kesin. Bana mı kaldı şu güzelim yaz gününde dövünmek?
Ancak... İstediğin kadar gündemden uzak yaşa, yaşa filan aldırma, bahçeyle uğraş. Bazen olmadı mı olmuyor. Gündem, ama trajik ama komik biçimiyle gelip seni buluyor.
Geçen sabah gene mutat toplama, koparma işleriyle uğraşırken, karşı sitenin bahçesinde girişecekleri işe hazırlanan iki genç amelenin ‘gerçek kurguyu aşar’a örnek olacak konuşmaları çalındı kulağıma. Belli ki malzemeleri ayırıyor, araç gereçlerini topluyorlar. Birbirlerine onu aldın mı, bunu aldın mı diye soruyorlar.
Hee aldım diyor biri, yoo almadım diyor öteki. Derken biri balyozu aldın mı diye soracak oldu ve yeminle şu cevabı aldı: “Ule” dedi, “sena gaç kere söyleyecam, şuna balyoz demeyi kes artık, tohmak de, topuz de, bilmen mi heç”... Biraz soluklandı, “konjonktur ölee”...
Kulaklarıma inanamadım, duvarın üzerine çıkıp bu şahane diyaloğun sahiplerine baktım. Birinin sakalı yeni terlemiş, öteki belli ki bu işlerde daha deneyimli, kızgın güneş altında çalışmaktan enseleri kömür karasına kesmiş iki karayağız delikanlı.
Beni görünce ikircikli bir selam verdiler. Dayanamadım, “demek konjonktür ha” dedim, gülerek. Yüz kasları gevşedi, onlar da gülümsedi.

VAY BENİM KEÇİ SAKALIM

Toplama koparma işini hemen bıraktım. Bir koşu gidip hortumu açtım. Su aktı ben baktım, su aktı ben baktım, baktım toprak balçığa kesecek, hortumu kapattım. Gidip musluğu açtım. Sabah saatlerinin meşgalesi bahçe, sonra deniz meşgalesi başlıyor. Kim Ağustos için böceği dışında berbat bir aydır demişti sahi?
Bir kere sıcak, çok sıcak... Her yer tıklım, sahilde adım atacak yer yok, iskelelerin önü Ganj. Gene de tahtalara tık tık vurup, tatil yapabildiğimize şükredip, şezlong için savaşmayı, şemsiye altı için didişmeyi göze alıp plaja koşuyoruz.
Şöyle sere serpe yatıp kitap okumak ne mümkün. Gürültü had safhada.
Kimi plajlarda öğle saatlerinden itibaren müzik yayını başlıyor. Önce kulak tırmalamıyor, üçe doğru ses yükseliyor, yanındakiyle bile konuşmak için bağırmak gerekiyor, dört dedin mi bittin. Ya bu işkenceye dayanacaksın, ya da evine yollanacaksın. Durum bu.
Benim için tekno müzik eşliğinde yüzme fikri bile o kadar korkunç ki, bu tür plajlara gitmiyorum. Bizim plaj Allah’tan müzik yayınına akşam üzeri yedi gibi başlıyor ve müziği asla yüksek volümle çalmıyor.
Gel gör ki bizim de başka bir derdimiz var: Çocuklar. Evet, çocuklar. Çocuk ince mesele. Çocuk meselesi tabu.
Ağzını açıp bir şey söylemek, itiraz etmek kolay değil ama plajda bir çocuk terörüyle karşı karşıya olduğumuz da doğru.
Bu güne kadar İskandinav ülkeleri kadar çocukları baş tacı eden, onların bütün gereksinimlerini düşünen, gelişimleri için her türlü olanağı sunan başka ülke görmedim desem yeri. Orada bir çocuğu azarlamak bile ağır suç kapsamına girebilir doğru da ortada azarlanacak çocuk olmadığı da bir gerçek. Helsinki Havaalanı’nda bir ila beş yaş arası dört çocuğuyla bekleyen aile gözümün önünden gitmez. Anne-baba kitaplarını okurken biri pusette, diğerleri annesinin yanında duran o dört çocuk ne sıkıldı, ne ortalarda koşturdu, ne de mızmızlık edip ağladı.

BİZDE ÖYLE Mİ YA, HAŞA

Çocuk bu yüzecek de oyun da oynayacak, atlayacak da zıplayacak da. Peki bütün bunları bağırarak yapmak, çığlık atmak da neyin nesi? Bizdeki manzara abartısız şu: El kadar bir kumsal, kol kadar bir iskele. Denize inen tek bir titrek merdiven. Çocuklar hele öğle uykusuna yatıp da enerjilerini toplamışlarsa, koşup koşup o iskeleden sığ suya atlıyorlar. En çok su fışkırtma yarışına girişiyor ve bunu Tarzan’ın haykırışını bastıracak naralar eşliğinde yapıyorlar. Atlamayanlar merdivenin dibinde birbirlerine su tabancası sıkıyor. Küçükler merdivenin bir basamağına çivilenip denize girmeye nazlanıyor, onları diz boyu suda kollarını açıp bekleyen annelerine cilve yapıyorlar. Arkada bekleyenler yaşlı olabilir sakat olabilir ne gam. Bebeciğin gönlü olacak da denize adım atacak.
Bir de hepsi değilse de çoğu, sahilde arkadaşıyla yarenlik eden annelerinin dikkatini çekmek için ‘anneeee’ diye bağırıyorlar. Anne başını çevirip de bakarsa ne mutlu bize. Yoksa bakana kadar, anneee anneee anneeee..
Dediğim gibi çocuk meselesi ince mesele. Çocuk bu. İyi de biz de insanız yahu. Bunun çözümü annelerde midir, ikinci bir merdiveni bizlere reva görmeyende mi bilemem.
Ama bir terslik olduğu kesin.
Yazının Devamını Oku

Harcında aşk olan otel

31 Temmuz 2010
Orada konakladığım iki gece boyunca harcı aşkla karılmış bir yer burası diye mırıldandım durdum... Yalan da değil çünkü hikaye bu günlerde pek de sık rastlanmayan bir aşkla başlamış. Kader ağını örmese, Mete ile Alexandra’nın yolları kesişmese belli ki ortada La Capria Suites diye bir yer de olmazmış

Banu Birkan arayıp da Alaçatı’da yeni bir butik otelin açılışına davet ettiğinde önce mırın kırın ettim ardından da pat diye söyledim: “Canımın içi, bilirsin senin için çiğ tavuk bile yerim ama n’olur bana yolculuk deme.. Bodrum’a geleli hepi topu on gün oldu, on günden beri bırak tatil yapmayı, yerime bile oturdum sayılmaz, n’olur beni Alaçatı yollarına düşürme. Butik otel lafını bilirsin zaten sevmem, Alaçatı desen bu mevsim deniz tutmasından beter insan tutmasına yol açar bünyede,
gel beni azat et, bu seferlik affet.”
Dinlemedi tabii...
Bir bir açılışa gelecekleri saydı, birlikte geçirilecek felekten bir hafta sonunun hoşluklarını teker teker sıraladı, lafın kısası ağzımdan girdi burnumdan çıktı.
Mecburen küçük bir bavul hazırlandı ve yola çıkıldı...
Az gittik uz gittik kah kaymak yollardan kah hamarat Karayolları’nın köstebeğe çevirdiği yolumsulardan geçip Alaçatı’ya geldik.
La Capria Suites, Alaçatı’ya giden geniş yol üzerinde sıralanan taş evlerin arasına konuşlanmış, dışarıdan bakıldığında fazla göz alıcı olmayan küçük bir otelmiş meğer diye düşünüyorum eşikten adım atarken.
İçeri girdiğimde ortadaki yüzme havuzunun çevresinde yer alan U şeklinde üç blok ve ikindi güneşinden kaçıp gölgeye sığınmış Banu’yu görüyorum... İleride, güneşe taptığı teninin renginden belli Şebnem Çapa ile beride kitap okuyan tanımadığım bir adam dışında ortada kimseler görünmüyor.
İlk izlenimim şeker bir yer diye özetlenebilir...
Havuz başında Fas’tan getirildiği belli ferforje kandiller, oraya buraya gelişi güzel atılmış Hint kumaşından yapılma iri yastıklar, Endonezya işi olduğunu tahmin ettiğim birbirinin içine geçme ağaç kütüklerinden mamul birkaç mobilya, rengarenk Toscana işi seramik çanakların, bardakların dizili olduğu eski bir büfe ilk gözüme çarpanlar.
Banu ile kalabalık İtalyan aileleri için yapıldığına kalıbımı basacağım uzun masanın başına geçip yarenlik etmeye başlıyoruz. Bu arada birileri gelip havuz başına akşam için müzik tesisatı kurmaya, diğerleri takip ışıklarının yerini sabitlemeye başlıyor.
Usul usul, gürültü patırtı yapmadan...

AŞIK DEDİĞİN GEVEZE OLUR AŞKIYLA ÖVÜNMEYİ BİLİR

Demeye kalmadan kapıdan uçar gibi biri giriyor ve kendini tanıştırıyor: “Ben Mete Nisari. Hoş geldiniz!” Hoşgeldinizi bütün yüzünü kaplayan bir gülümsemeye eşlik eden ikinci cümle izliyor: “Eşimle tanıştınız mı?”
Gördüğüm o gülümsemeden mi gözlerindeki ışıltıdan mı bilmem, işte o an bu otelin harcında aşk var diyorum!
Sonra hikayelerini öğreniyorum. İkisi de evliyken, biri İzmir’de diğeri Toscana’da yaşarken karşılaşıyorlar ilk kez. Toscana’nın küçük bir köyünde, Alexandra’nın ailesine ait otelde. Mete biraz da başını dinlemek için tek başına yolculuğa çıkmış ve koca Toscana’da kalmak için bula bula Alexandra’nın otelini bulmuş. Tanışma, sohbet.. İkinci kez karşılaştıklarında ikisi de boşanmak üzereler. Hemen hemen aynı tarihlerde ikisinin de eşleri ayrılmak istediklerini söylemiş. Sonrası ikisinin de anlatmaya bayıldığı koyu bir aşk hikayesi... Boşuna aşık dediğin geveze olur dememişler!
Aşk masalının birazını onların ağzından kalanını Banu’dan dinledikten sonra odamıza çıkıyoruz. Odanın mobilyaları da bahçedekiler gibi karma. Başucumda kurt delikli ahşap masa İtalya’dan geldim diyor. Karşımdaki konsol da öyle... Cibinliğin sarıldığı ferforje belli buralı bir ustanın elinden çıkmış.
Biraz dinlendikten sonra akşam yemeği için hazırlanmaya başlıyoruz. Birden odaya hünsa bir ses doluyor. Balkona çıktığımda payet elbise giymiş uzun ve sıska birinin genizden gelen bir sesle İtalyanca bir şarkı söylediğini görüyorum. Dünyada Mina’yı en iyi taklit eden sanatçılardan biri olduğu söylenen Massimo ile karşılaşmam işte bu şarkı provasında oluyor. Sonradan onun Alexandra’nın en iyi dostlarından biri olduğunu, sırf bu açılış için Alaçatı’ya geldiğini öğreneceğim.
Massimo ile bitmeyecek öğreneceklerim. Sırada Alexandra’nın annesinin İtalya’nın en ünlü aktrislerinden, babasının en ünlü yazarlarından biri olduğu da var.. Biri Floransalı soylu bir aileden İlaria Occihini, diğeri güneyin yoksulluğunu bilen Rafeello LaCapria. Bu ikisinin yani Alexandra’nın annesiyle babasının hikayesine de çarpılacak ve su gibi güzel bu İtalyan kadına nasıl olup da bu kadar mütevazi olduğuna şaşırarak bakacağım...
Ve işin içinden aşık sadece aşkıyla övünmeyi bilir deyip çıkacağım.

İLK GECE BİZİM İKİNCİ GECE ALAÇATI İÇİN

Barda buz gibi şarap içip Massimo’nun gösterisini izledikten sonra yemeğe geçiyoruz.
Yemek bahçeye açılan elli kişilik şirin lokantada.
Bütün otel gibi burası da mumlarla aydınlatılmış.
Vongole çorbasının ilk kaşığında ve Alexandra’nın ailesine ait bağlardan gelen Chianti’nin ilk yudumunda buranın herhangi bir otel lokantası olmadığını anlayacağım.
Mırın kırın ederek gittiğim Alaçatı’da gerçekten harika iki gün geçirdim.
Bir kez bile Alaçatı’nın meşhur caddesinde yürümeden, bir kez bile kalabalıkla didişmeden üstelik...
Ertesi gün Fun Beach’e gittim. Hafta sonu kalabalığına rağmen müthiş keyifli bir gün geçirdim. Çeşme plajını dolduran insanların Bodrum plajlarını dolduranlardan çok daha medeni olduklarını bir kez daha keşfettim. Ne topluklu bir takunya ne kıllı kılçıklı bir göbek... Ne Bollywood yıldızı gibi sürmeler, ne magazinle yaşayan ünlüler. Güzel kadınlar, güzel adamlar ve annneee diye bağırmayan çocuklar...
Plaj sefasını oteldeki ikinci gece izledi. Bir gece önceki yemek biz otelde kalanlar içinse ikinci gece otelin açılışını Alaçatı’ya duyurmak içindi. Sabahlara kadar yenildi, içildi, dans edildi.
Massimo’nun sesi kısıldı, Mete ile Alexandra harika bir konuşma yaptı.
Kahvaltıdan sonra yola çıktık ve kürkçü dükkanına döndük.
Döndüğümden beri nasıldı diye soranlara aynı cevabı veriyorum: Kim ki diyorum işini aşkla yapar, eninde sonunda başarıyı yakalar.
Kim ki yaptığı işin harcını aşkla karar o işte işte farklılık var.
La Capria Suites üç bloktan oluşmuş yirmi odalı bir butik otel...
Ama harcında aşk var.
Yazının Devamını Oku