Yalan da değil, sonuç olarak filmlerde gördüğünüz, üzerine yazılmış kim bilir kaç yazı okuduğunuz, edebiyatını iyi kötü izlediğiniz bir yer. Peki nasıl olur da insan bu kadar şaşırır, ağzı bir karış açık kalır?
Öyle oldu işte. Tokyo’ya adım attığım andan dönene dek sadece ağzım bir karış açılmakla kalmadı gözlerim de faltaşı oldu çıktı... Sonunda bu durumun sadece beni değil, bu uzak adaya adım atan herkesin başına geldiğini gördüm de biraz olsun rahatladım. Japonya gerçekten de kolay kavranacak bir yer değil. Bana sorarsanız o bir bilmece... Japonlar dışında kimsenin çözemediği. Tokyo bilindiği gibi dünyaca ünlü modacıları ve dünya modacılarını etkileyen deli fişek sokak modasıyla ünlü bir şehir. Dolayısıyla program için sokak modasını seçmiş olmamız isabet ama şehir o kadar yönlü ki insanın aklı ister istemez çekemediklerinde kalıyor. Burada bir değil on program yapmak gerekiyor aslında...Tokyo kim ne derse desin bir mimari şaheseri. İkinci Dünya Savaşı’nın yerle bir ettiği şehir yeniden kurulur, küllerinden doğarken öyle bir şehircilik anlayışı gözetilmiş, öyle mimarlarla işbirliğine gidilmiş ki, çıkan sonucu görüp de hayranlık duymamak mümkün değil. Şaka değil, otuz beş milyon insan yaşıyor Tokyo’da. Bizim sokak modasını çekeceğimiz, Harajuku, şehrin en hareketli yerlerinden Shibuya, gece hayatının nabzının attığı Rappongi, zengin Ginza, yaratıcı Daikanyama, kulağı kesik Shinjuku, teknoloji cenneti Akahibara, iş merkezi Koto, mağrur Chiba, yemyeşil parklarıyla Koishikawa bu merkezlerden kimileri. Üstelik bu bölgelerin hepsi fena halde büyük. Dolayısıyla on gün gibi kısa bir sürede hepsini görmek mümkün olmadığı gibi hakkıyla anlatan bir yazıyı gazete
sayfasına sığdırmak da mümkün değil... Biz biraz da iş gereği, vaktimizin çoğunu Harajuku ve Ginza’da geçirdik. Olur da Tokyo’ya yolu düşecek birileri olursa hararetle bizim gibi yapmasını ve ilk iş Harajuku’ya gitmesini öneririm. Harajuku sanırım dünyanın başka hiçbir yerinde benzerine rastlanmayacak bir mahalle. En önemli caddesi bir ucu Yoyogi parka diğer ucu Daikanyama eteklerine dayanan Omotesando yaklaşık bir kilometre. Neler neler yok ki o bir kilometrenin üzerinde? Başta butikler olmak üzere, lokantalar, alışveriş merkezleri, sinema salonları, lokantalar, kafeler, galeriler. Hoş Tokyo’nun her caddesinde de bu saydıklarımdan mebzul miktarda var ya, orası da ayrı. Görülmesi gerekenlerin başında Herzog de Meuron’un baklava camlı Prada binası, Toyo İto’nun beyaz bandajlı Tod’s binası, Tange Kenzo’nun Yoyogi parkının yanı başındaki stadyumu, Dior’un buz küplerini andıran binası, üzerine doktora tezleri yapılan Omotesando Hills geliyor.
HARAJUKU’NUN ŞIK İNSANLARI
İnsanlar için söylenecek tek şey şık oldukları. Öyle böyle bir şıklık değil bu. Herkes baştan ayağa marka. Ama kimsenin üzerinde aynı markadan iki parça yok. Japonlar, kadını erkeği ile eskiyle yeniyi, dantelle deriyi, modernle klasiği karıştırıp giyinmeyi böylelikle de kimseye benzememeyi seviyor. Çantaların ucuna bir şey asıyor, eteklerin boyunu kesiyor, şapkalara kuş konduruyor ve gerçekten de kendilerine ‘özgü’ oluyorlar. Caddenin Yoyogi Parkı’na giden bölümünde ve Takeshi Dori sokağında karşınıza çıkan gençlerin giyimini anlatmak içinse kelimeler yetersiz. Özellikle pazar günleri Tokyo’nun banliyölerinden Yoyogi Parkı’na gelen gençlerin istisnasız hepsi bir çizgi film karakteri gibi giyiniyor. Çekik gözlü Marie Antoinette’ler mi istersiniz, kendilerine siyah surat diyen yanık tenli lolitalar mı, hasır sepetlerine yerleştirdikleri taş bebeklerle zıplaya zıplaya yürüyen Heidi’ler mi, ne ararsanız var. On binlerce acayip giyimli genç canlı müzik çalan grupların eşliğinde dans ediyor, elleriyle zafer işareti yaparak fotoğraf çektiriyor, spor yapıp hafta sonunun keyfini çıkarıyor. Modanın izini nerede sürelim sorusu için gittiğimiz ve bu günlerde onuncu yılını kutlayacak Vogue Nippon’un editörlerinden Mihoko Lido bu akıl almaz fenomeni “Japon toplumunda çift kavramı yoktur bireylerden oluşur, dünyanın her yerinde insanlar ‘öteki’ için giyinirken burada ‘kendi’ için giyinir ve kimseyi yargılamaz” diye açıklıyor. Dünyanın en kalabalık metro istasyonu Shibuya’ya indiğimizde gözümüz peronun yanına dizilmiş, fırıncı kürekleri gibi kürekler tutan üniformalı görevlilere çarpıyor. Rehberimiz yoğun saatlerde vagonlara sığmayan kalabalıkların bu görevliler tarafından küreklerle içeri itildiklerini anlatıyor. Shibuya istasyonun önü mahşeri kalabalık. Ben bir mitingin içine düştüğümü sanırken, bunun sadece karşıdan karşıya geçen insanlar olduğunu öğrenip şaşmalarıma yeni bir tane daha ekliyorum. Şaşkınlığım bin kişilik langırt salonları ve on katlı karaoke barlarında daha da artıyor. Binaların cephelerini kaplayan dev video ekranları ve binlerce neon Shibuya gecesini aydınlatıyor. Sabaha karşı yorgunluk, şaşkınlık ve hayranlıktan bitap otele döndüğümüzde bugüne kadar gördüğüm hiçbir ülkenin beni Japonya kadar şaşırtmadığını fark ediyorum. Japonya bir tezatlar ülkesi. Bir yanı ne kadar aleniyse öteki yanı o kadar gizli. Bir yanı ne kadar gösterişliyse öteki yanı o kadar sade, bir yanı ne kadar çılgınsa öteki yanı o kadar uslu. Burası dillerinde hayır sözcüğü olmayan insanların coğrafyası. Burası ‘obi’nin nasıl bağlandığından binbir anlam çıkaran insanların ülkesi.